12 Eylül Döneminin Sona Ermesini İstiyoruz!

0

Çünkü 12 Eylül Büyük Bir Maneviyat Bozukluğuna Yol Açtı.

Tek başına 12 Eylül’de kaç kişinin gözaltına alındığına, işkence gördüğüne, kovuşturmaya uğradığına, tutuklandığına, idam edildiğine bakmak; 12 Eylül darbesiyle devrimci örgütlerin fiilen faaliyetlerinin durdurulmuş olmasına vb. bakmak 12 Eylül’ün verdiği hasarı anlamak için yeterli değildir. 12 Eylül’ün verdiği asıl hasar askeri darbe sırasında hayatını kaybeden devrimcilere ve emekçilere bakarak ölçülemez. 12 Eylül’ün verdiği asıl hasar devrimcilerde ve emekçilerdeki maneviyat bozukluğudur. 12 Eylül bir bencillik, güvensizlik ortamı yarattı. Emekçiler gözünde devrimcilerin itibarı zedelendi. Bu güvensizliği aşmadan devrim mücadelesinde kayda değer bir ilerleme kaydetmek mümkün değildir. Yitirdiğimiz değerleri yeniden kazanmak istiyoruz. 12 Eylül döneminin sona ermesini istiyoruz.

Çünkü Sınıfa Yönelme Bahanesiyle Tasfiyecilik Hız Kazanmıştır.

12 Eylül öncesinde devrimciler bütün emekçi katmanlar arasında örgütlenmeye gayret ediyordu. O zaman da bugün olduğu gibi sendikasız sigortasız işçiler devrimci hareketin beslendiği ve destek aldığı en önemli kesimlerdi. Büyük fabrikalar ise çoğunlukla sendika bürokrasisiyle ortak çalışan reformistlerin denetimindeydi.

12 Eylül sonrasında ise işçi sınıfının en çok sömürülen ve örgütsüz kesimleri içinde çalışma yürütmek sık sık “popülizm” diye aşağılanır oldu. Sendika bürokratları vasıtasıyla sendikalı işçiler üzerinde bir etki kazanma konusunda ise devrimciler ile reformistler arasında görece barışçıl bir yarış egemen oldu. Devrimci akım içinde işçicilik, sendikacı düşkünlüğü hissedilir ölçüde arttı.

Oysa 12 Eylül öncesinde fabrikalarda devrimci çalışma yürütenlerin sahip oldukları mevziler hem nitelik hem de nicelik bakımından bugünkülerden daha az değildi.

Çünkü Demokratik Kitle Örgütlerinin Yerini Sivil Toplum Örgütleri Aldı

12 Eylül öncesinde demokratik kitle örgütleri vardı. Bu örgütlerde esas olarak devrimciler çalışırlar, emekçilere haklarını aramaları için önderlik ederlerdi. Darbe sonrası kitle örgütleri kapatıldı. 80’li yılların ikinci yarısından itibaren ise demokratik kitle örgütlerinin yerini devletin ya da finans kapitalin güdümündeki sivil toplum örgütleri almaya başladı. Burjuvazi tarafından pompalanan “sivil toplumculuk rüzgarı” devrimcileri de etkisi altına almaya başladı. Gerek ideolojik kuşatmanın yıpratmasıyla, gerekse de burjuva diktatörlüğünün demokratik kitle örgütlerine yönelik seçmeli terörünün yol açtığı yılgınlık nedeniyle devrimci akımlar da sivil toplum örgütlerinin erdemlerini daha fazla keşfetmeye başladı. Sözümona popülizm eleştirisi başlığı altındaki eleştiriler de bu yönelişi körükledi.

Çünkü Barış ve İnsan Hakları Savunusu İtibar Kazandı

12 Eylül’den önce barış kavramı neredeyse yalnızca reformistlerin lügatinin baş köşesindeydi. Devrimciler ise bayramdan bayrama bile barıştan sözetmeye yanaşmazlardır. Bugün ise devrimci reformist ayrımı olmaksızın, ağzını açan söze “barış ve insan hakları” diye başlayabiliyor. Bu alanlarda çalışmayı başlıbaşına ve önemli bir ödev sayıyor. Buna karşılık eskiden provakasyon sözcüğü de yalnızca reformistlere özgü bir kavramken, bugünlerde bu kavrama başvuran devrimcilerin sayısında bir artış görülüyor.

Çünkü Emekçilere Yabancı Bir Devrimci Tipi Oluştu

Darbe öncesi devrimcilerin emekçilerle sıkı bağları vardı. Devrimciler emekçiler gibi mütevazı bir biçimde yaşıyor, onların mahallelerinde oturuyor; emekçilerle aynı sofrayı, koşulları paylaşıyordu. 12 Eylül’le birlikte devrimci örgütlerin siyasete ara vermeleri devrim ve sosyalizm mücadelesine ilgi duyan gençlerin emekçi yığınlarla bağ kurma olanaklarını düşürdü. Böylelikle işçi sınıfına yabancı, onun nasıl yaşadığını bilmeyen, emekçilerin değer yargılarını küçümseyen, kibirli bir devrimci tipi ortaya çıktı. 12 Eylül’ün yol açtığı maneviyat bozukluğunun asla küçümsenemeyecek göstergelerinden biri de budur.

Çünkü Bataklığı Kurutmak Bahanesiyle Sivrisineklerle Yan Yana Yaşamaya Alışanların Sayısı Arttı

80 öncesinde devrimciler güçleri olduğu ölçüde yaşadıkları mahalleleri, okullarını, sanayi bölgelerini birer kurtarılmış bölge gibi savunuyorlar, buraları koruyabilmek için ülkücü faşistlerin saldırılarına en iyi savunma saldırıdır anlayışıyla yanıt veriyorlardı. 80 sonrasında tek tek sivri sineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutmak gerekir tekerlemesi moda oldu. Devrimcilerin 12 Eylül öncesinde izledikleri tutum, iktidar perspektifinden yoksunluk olarak eleştiri konusu edildi, 80 sonrasındaysa genel olarak siyasi iktidara dönük bir eylem kapasitesine ulaşılamadığı gibi, yerel düzeyde iktidar odakları olan mevziler de küçümsenerek terkedilmiş oldu.

Çünkü Devrimciler Başarılarından Çok Mağduriyetleri Üzerinden Propaganda Yapmaya Alıştı

12 Eylül’den önce devrimciler daha çok kendi eylemleri ve başarıları üzerinden bir propaganda yapmayı tercih ederlerdi. 12 Eylül’den sonra ise propagandanın önemli bir boyutu devrimcilerin maruz kaldıkları baskı, şiddet ve işkenceler olmaya başladı. Devrimciler devlet tarafından ne kadar hırpalandıklarını anlatarak, emekçi kitleler gözünde onu teşhir edebilecekleri inanışına kapıldılar. Yakınan, gördüğü baskılarla övünmeyi adeta marifet sayan ve neredeyse bunu devrimciliğin bir ölçüsü olarak gören bir kültür yaygınlaştı. Gözaltına alınmak, işkenceye uğramak, tutuklanmak bir erdem gibi görülmeye başlandı. Devletin devrimcilere yönelik baskı ve şiddetini teşhir etmek için başvurulan propaganda taktikleri, kitlelerde devrimcilere bağlılık ve güven hissi uyandıracağına, bir merhamet ve saygı duygusunun yaygınlaşmasıyla sınırlı kaldı.

Bu savunmacı ve maduriyet üzerinden propaganda yapma anlayışı devrimciler arasında o kadar yaygınlaştı ki düzeni zorlayan başkaldırılar direniş diye adlandırılır oldu. Zamanla direnişler katliam olarak tanıtılmaya başlandı.

12 Eylül öncesinde devrimcilerle reformistler net bir biçimde birbirinden ayrılmıştı. Bugün bayraklar neredeyse tamamen karışmış durumdadır. Bugünün acil görevi devrimcilerle reformistler arasındaki sınır çizgilerini kalınca yeniden çizmektir. Bunun için 12 Eylül öncesi koşullara ve o zamanın yöntemlerine dönmek şart değildir ama 12 Eylül sonrasında yaygınlaşan kültürden kurtulmak şarttır.

Genellikle 12 Eylül’ün yıldönümlerinde bu dönemde kaç kişinin gözaltına alındığını, işkence gördüğünü, kovuşturmaya uğradığını, tutuklandığını, idam edildiğini öne çıkaran değerlendirmeler yapılır. Kuşkusuz bu darbe dönemi yaşadığımız topraklarda devrimcilere sosyalistlere dönük o tarihe kadar görülmemiş ölçüde büyük çaplı bir saldırıdır. Bu bakımdan 12 Eylül’ün devrimcilere indirdiği fiziki darbeden söz etmek bunu hatırlatmak abes değildir. Ne var ki, 12 Eylül sonrasında devrimci akımlar, bu darbe dönemini rahmetle aratacak kadar ciddi darbeler almış ağır kayıplar vermiştir. Bunun nedeni 12 Eylül sonrası siyasal rejimin 12 Eylül cuntasından daha güçlü olmasından çok devrimci hareketin içinde bulunduğu durum ve koşullardır. Devrimci akımlar gerek kadrolarının sayısı gerekse de mali teknik imkanlar bakımından 12 Eylül öncesine göre çok daha geniş olanaklara kavuşmuşturlar. Buna karşılık, 12 Eylül öncesinde sahip oldukları kitle desteğinin onda birine ulaşamamaktadırlar. Bunun sonucu genel olarak bir çapsızlık ve dolayısıyla düzenin saldırıları karşısında görece korunaksız bir konumdur.

Bu durum göz önünde bulundurulduğunda 12 Eylül’ün devrimci harekete indirdiği asıl darbenin o dönemeçteki fiziki saldırılardan ibaret olmadığı ve devrimci akımların pek çok bakımdan bir değişim ve yenilenme geçirmelerine rağmen hala 12 Eylül öncesinde sahip oldukları kapasiteye hala ulaşamadıkları açıkça görülmektedir.

Paylaş