Bu yazı KöZ Mart 2014 sayısında yayımlanmıştır.
30 Mart seçimleri Erdoğan için güven oylaması anlamını taşıyor
Sadece haftalardır, televizyonları, miting meydanlarını işgal etmiş olan AKP, CHP ve MHP sözcülerinin değil aynı zamanda siyaset sahnesindeki tüm aktörlerin hemfikir olduğu bir tespit bu. Tam da bu yüzden yerel seçimlerde bir taraftan “Hırsız Vaar! Erdoğan istifa!” sloganları yükselirken diğer tarafta “Erdoğan’ı yedirtmeyiz! Dik dur eğilme bu millet seninle!” propagandası yapılıyor. Aynı nedenden ötürü sol akımların büyük bir çoğunluğu da ta Gezi Ayaklanması’ndan beri tüm eylemlerde “Hükümet İstifa!” sloganını atıyor. 17 Aralık operasyonundan beri siyaset sahnesindeki aktörlerin bu inancı daha da pekişti. Öyle ki, AKP seçimlerin birinci partisi olsa bile oyları azalarak elindeki belediyelerin sayısını arttıramayarak çıkacağı için bu “referandum”- dan muzaffer çıkmış olmayacak; peşinden gelen Cumhurbaşkanlığı seçimlerine muzaffer bir komutan olarak giremeyecek.
Bugünkü siyasal kriz 12 Eylül rejiminin krizidir
İçinden geçtiğimiz siyasal krizi Erdoğan’ın gitmesi yahut kalması sorununa indirgeyenler meseleyi yüzeysel bir şekilde kavramaktadır. Bugünkü siyasal kriz bir yandan Avrupa Birliği’nin kapısında bekleyen diğer yandan Kürt sorunuyla boğuşan Türkiye’nin 12 Eylül Anayasası’yla yönetilemez olmasından kaynaklanmaktadır. 12 Eylül’ün merkezileştirerek yürütmeye teslim ettiği siyasal iktidarın tüm nimetlerinden faydalanmak isteyen Erdoğan gibi bir siyasetçinin ortaya çıkması bu krizin nedeni değil bir sonucudur.
Yerel seçimlerde Erdoğan’ın kayda değer bir oy kaybına uğramaması Amerika’nın, koçbaşı olarak kullanılan Cemaat’in ve TÜSİAD’ın parlamento dışı arayışlarını kışkırtacağı için rejimin krizini derinleştireceğine şüphe yoktur. Ancak Erdoğan’ın seçim yoluyla zayıflatılıp, “deliğe süpürülmesi”nin rejim krizini hafifleteceğini düşünmemek gerekir. Zira geçtiğimiz yıllar içinde yaşanan tartışmalar ve atılan adımlar bir anayasa değişikliğini artık geri dönüşü olmayan bir şekilde burjuva siyasetinin temel konusu haline getirmiştir. Bu krizde Erdoğan’ın karşısında oluşturulmuş koalisyonun bileşenleri yeni bir Erdoğan’ın ortaya çıkmasını mümkün kılacak her türlü kapıyı kapatmaya kararlı olsalar da, aralarında Anayasa konusunda hiçbir ortak bir görüş yoktur.
AKP’nin Kürdistan’daki hezimeti rejim krizini daha da ağırlaştıracak
Yerel seçimlere “istiklal savaşı” ruhuyla ve Roboski’nin kanıyla hazırlanan, vaziyeti kurtarmak için Ergenekonculara göz kırpan AKP’nin tokatın büyüğünü Kürdistan’da yiyeceği bellidir. Bu gelişme AKP’nin seçim sonrasındaki akıbetinden bağımsız olarak Kürdistan’daki belediyeler üzerinde BDP’nin hâkimiyetinin artmasına yol açacağına göre Kürtleri ve Kürdistan’ı ezme hedefiyle kurgulanmış 12 Eylül rejiminin krizinin derinleşeceği kesindir.
Devrimcilerin görevi hükümeti istifaya çağırmak değildir
İçinden geçtiğimiz krizde hükümeti istifaya çağırmak düzen partilerinin kuyruğuna takılmaktan başka sonuç üretmez. Zira Erdoğan’ın karşısına Amerika’nın diktiği CHP-Cemaat-TÜSİAD koalisyonunun amacı tastamam böyledir. Netameli rejim sorunlarına dokunmadan Erdoğan’dan kurtulmak isteyen Amerikancı muhalefetin oyununu bozmak için onların taleplerini daha yüksek sesle dillendirmek yerine rejim ve anayasa sorununa ışık tutmak gerekir. Erdoğan gitse de kalsa da rejimin krizi büyüyecek, çivisi çıkmış 12 Eylül rejiminin yerine nasıl bir rejimin geleceği sorunu siyasal mücadelenin merkezine daha fazla oturacaktır. Bugün Erdoğan yanlılarının ve karşıtlarının hasıraltı etmeye çalıştıkları gerçek budur. İçinden geçtiğimiz dönemin hayhuyuna kapılmadan devrimcilerin döne döne vurgulaması gereken nokta da yine burasıdır.
Eski rejimin meclisi ile yeni anayasa yapılamaz
12 Eylülcülerin koydukları kurallara uygun seçilmiş, 12 Eylül Anayasası’na sadakat yeminiyle göreve başlamış bir meclis ne rejimi değiştirebilir ne de yeni bir anayasa yapabilir. Böyle meclisler ve onların girişimleri olsa olsa 12 Eylül rejimini yamalı bohçaya çevirerek daha kapsamlı siyasal krizlerin yolunu döşerler. Nitekim bugünkü kriz de 2007 yılında başkanlık rejimine kapı aralayan Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin kararından, 2010’daki mahkemeleri sözüm ona bağımsızlaştıran HSYK düzenlemelerinden bağımsız ele alınamaz. 2011 seçimlerinde yeni bir anayasa yapmak için kurulan Anayasa Komisyonu’nun kilitlenmiş olması da Erdoğan’ın kendini kurtarmak, CHP ve MHP’nin Erdoğan’ı sıkıştırmak için yaptığı her Anayasa değişikliği önerisinin yeni bir siyasal krize yol açması da aynı nedenden ötürüdür. Yeni bir anayasayı hazırlamak için eski rejimin kısıtlamalarına bağlı olmayarak çalışan bir meclisin varlığı şarttır.
Türkiye burjuvazisi bugüne dek rejim krizlerini karşı devrimci kurucu meclislerle çözdü. 1909 yılında Hareket Ordusu İstanbul’a yürüyüp sıkıyönetim ilan ederek Anayasa’yı değiştirdi. Aynı kesimler sonrasında Pontos, Klikya ve Zeytun’daki Ermeni ve Rumları kıyımdan geçirdiler. 1921’in o pek övülen Anayasası yine paşaların gözetiminde, siyasi yasak ve kısıtlamalarla dolu bir seçimle oluşan, Birinci Meclis tarafından yapıldı. Mustafa Kemal’in darbesinin ürünü olan bu meclis de İstanbul Hükümeti’ne karşı devrimci rüştünü 83 yıl önce bir 6 Mart’ta patlak veren bir ayaklanma sonrasında kurulan Koçgiri Halk Cumhuriyeti’ne hücum ederek ispatladı. Meclis’in üzerinde Milli Güvenlik Kurumu’nun denetimini kuran 1961 Anayasası ise 27 Mayıs darbecilerinin ürünü oldu. Bugünkü rejimi tanımlayan 1982 Anayasası da yine 12 Eylül darbesi sonrasında atanan Kurucu Meclis tarafından oluşturuldu. Getirdikleri kısıtlamalar ve yasaklar farklı olsa da tüm bu kurucu meclislerin tanımlayıcı özellikleri aynı idi. Hepsi emekçileri ve ezilenleri siyasetin dışında bırakan, yasak ve kısıtlamalarla dolu seçimlerle göreve gelen meclislerdi. Toplumun bir avuç azınlığının çıkarlarını gözeten bir anayasa ancak böyle yazılabilirdi zaten.
Emekçi ve ezilenlerin kurucu meclisi farklıdır
Rejimin bugünkü krizinden toplumun çoğunluğunun özgürleşmesinin önünü açacak şekilde faydalanmak farklı bir kurucu meclisle mümkün olabilir. Böyle bir meclis elbette yüzde on barajının yerinde durduğu, mitinglerde ayakkabı kutusu gösterenlere hakaret davalarının açıldığı, her türlü sokak eyleminin TOMA’larla dağıtıldığı koşullar altında oluşturulamaz. Ancak ve ancak her türlü yasaktan, kısıtlamadan ve barajdan uzak bir şekilde gerçekleşen seçimlerle oluşturulabilir. Bu meclise gidecek vekiller işçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların anayasayı tartıştıkları meclislerden seçiliyorsa, yeni rejimin emekçiler ve ezilenler tarafından kurulduğu söylenebilir.
Gezi Ayaklanması ezilenlerin kurucu meclisinin meclisinin mümkün olduğunu ve hangi temelde yükselmesi gerektiğini gösterdi. Haziran ayı boyunca milyonlarca kişinin katıldığı ayaklanmalar emekçilerin, kitlesel bir biçimde harekete geçtiğinde hükümeti ne kadar kolay sarsacağını gösterdi. Ama aynı zamanda ayaklanma sırasında ve sonrasında oluşan forumlar emekçilerin siyasal sorunları tartışmaya ne denli hevesli olduğunu ve bu tartışmaları kendi yöntemleriyle ne denli doğal bir biçimde örgütleyebildiklerini gözler önüne sermiştir. 31 Mayıs’tan itibaren alanları dolduranların, sonrasında gecelerini forumlarda geçirenlerin derdi ağaçları korumaktan çok AKP’ye dur demek, siyasal gelişmelere müdahale etmekti. Gezi emekçilerin ve ezilenlerin siyaseti kendi yöntem ve araçlarıyla yapabileceklerini gösterdi. 12 Eylül rejimini emekçiler lehine değiştirecek bir kurucu meclis Gezi’nin açtığı yoldan işçi sınıfının düzenle bağı en zayıf kesimlerini de kapsayacak şekilde yürüyerek oluşturulabilir.
Yerel seçim öncesi dönem anayasayı tartışmanın tam zamanıdır
Yerel seçimlerde “şehrimizi, ilçemizi, mahallemizi beraber yöneteceğiz” ve benzeri şiarları kullanmak özellikle sol akımlar arasında adettendir. Son dönemlerdeki katılımcı demokrasi palavraları nedeniyle AKP ve CHP de benzer şiarları emekçilerin gözünü boyamak için kullanmaktadır. Gezi sırasında tepkileri yumuşatmak için Kadir Topbaş’ın bundan böyle “otobüs duraklarını bile halka soracağız” beyanları hala akıllarda. Derinleşen bir rejim krizi içinde, hiçbir şekilde bir yerel seçim olarak gerçekleşmeyecek 30 Mart seçimlerinde kimin emekçilerin yönetime katılımını savunduğunu anlamak kolaydır. Emekçilerin yönetime katılması otobüs duraklarını değil anayasayı tartışmayı gerektirir. Seçim sürecinde emekçiler ve ezilenlerle birlikte nasıl bir anayasa sorusuna yanıt aramayanların “birlikte yönetme” iddiasının içi boş kalacaktır.
Yerel seçimlerde emekçiler burjuvaziyle organik bir bağı olmayan HDP adaylarını desteklemelidirler
Oylarıyla HDP’nin ezilenlerin ve sömürülenlerin sesi olma iddiasına güç vermelidirler. 30 Mart bir belediye başkanlığı seçiminden çok, seçim kantarında bir boy ölçüşme iddiası olduğuna göre yerel seçimde kendi siyasi ağırlığını gösterecek ve sınayacak olan, sadece burjuva partileri değil aynı zamanda ona alternatif olma iddiasındaki kesimlerdir. HDP’nin oylarını arttırması, hele hele %10 barajını aşmasının tek sonucu onun Türkiye’deki siyasi dengeleri değiştirebilecek bir güç haline gelmesi olmayacaktır. Aynı zamanda emekçilerin HDP aracılığıyla siyasal gündemlere müdahale etme imkânlarını ve kapasitelerini artıracaktır. Gezi Ayaklanması’ndan beri süregelen siyasi krizin yerel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden genel seçimlere dek derinleşerek uzanacağı kesin olduğuna göre, emekçiler yerel seçimlerde kimi destekleyeceklerini açıklamakla yetinemez. 8 Mart, Gezi Parkı’nda başlayan ayaklanmanın ruhunun başta Kürt ve kadın emekçiler olmak üzere toplumun ezilen tüm kesimlerine taşındığı bir mücadele dönemini başlatmıştır. HDP adaylarını desteklemek üzere bir araya gelen kesimler burjuvazi içindeki it dalaşını fırsat bilmeli. Gezi’den ve Rojava’dan güç alarak AKP karşısında bağımsız bir savunma hattını kitle eylemlerini yükselterek oluşturmak için Newroz ve 1 Mayıs alanlarına akalım.