Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ gazetesinin Ocak 2004 sayısından yayımlanmıştır.
19 Aralık 2000, resmi kayıtlara “Hayata Dönüş Operasyonu” adıyla geçen devletin kolluk güçlerinin aynı anda Türkiye’deki 20 cezaevinde siyasi tutsakların kaldığı koğuşlara düzenlenen operasyonun başlama tarihi olarak geçti. Resmi açıklamalara göre operasyonun asıl amacı “ölüm orucu eylemini sürdürenlerin sağlık durumlarından endişelenilmesi ve onlara gerekli müdahalenin yapılabilmesi için onları örgüt baskısından kurtarmak ve ölüm oruçlarına son vermek” idi. Oysa böyle olmadığı hemen herkes tarafından görüldü. Operasyon ile birlikte hayata dönen olmadığı gibi 28 devrimci tutsak yaşamını yitirdi. Operasyonun sonucunda yaşamlarını farklı farklı cezaevlerinde koğuşlarda sürdüren tutsaklar F-Tiplerine kapatıldılar. O günden beri de F-Tiplerindeler.
19 Aralık’a Giden Süreç
Bir önceki hükümet döneminde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olabilmesi için gerekli bir dizi reform yapıldı. Bu gerici reformlardan biri de yüksek güvenlikli cezaevleri inşa etmek ve hayata geçirmek idi. Bu çerçevede ortaya çıkan, tutukluların 1 veya 3’er kişilik hücrelerde ağır tecrit koşullarında yaşamasına dayalı F-tipleri projesinin 2000 yılında hayat geçirileceğinin duyurulması ile birlikte, bu yıl içerisinde F-Tipi cezaevlerine karşı bir dizi eylem yapıldı. 2000 yılının ekim ayına gelindiğinde ise 3 devrimci grup mücadelenin ana ekseninin cezaevlerinde olması gerektiğini belirleyerek F-Tipi cezaevlerinin kapatılması ve bir dizi genel demokratik taleple ölüm oruçlarına başladıklarını açıkladılar. Diğer siyasi gruplar ise mücadelenin ana ekseninin hâlâ dışarısı olduğu düşünerek ölüm orucuna başlamayıp, destek amaçlı açlık grevi eylemine başladılar. Ölüm oruçlarının 50. günlerine kadar sessiz kalan resmi makamlar, bugünlerde tutsaklarla görüşmeyi kabul ettiler. Yapılan görüşmeler sonucunda F-Tipleri projesinin “toplumsal mutabakata varıncaya dek” ertelendiği dönemin adalet bakanı Hikmet Sami Türk tarafından açıklandı. Oysa bunun basit bir manevra olduğu 19 Aralık günü sabahın erken saatlerinde ortaya çıktı.
19 Aralık günü sabaha karşı, devlet, on binlerce kolluk gücüyle, toplam 20 cezaevinde siyasi tutsakların kaldığı koğuşlara saldırdı. Saldırı sırasında dozerler, zırhlılar, panzerler, helikopterler, uzun namlulu silahlar, gaz bombaları, yangın bombaları, sinir gazı kullanıldı. Bunların yanı sıra tutsakları teslim almak yönünde devletin en büyük yardımcısı medya oldu. Günlerce zindanlardaki direnişi “ölüme sevda”, “örgütlerin baskısı” gibi göstermeye çalıştılar. Tutsaklar teslim olmadı. Saldırıya direnişle karşılık verdiler. Günlerce süren direnişin sonunda devletin kolluk güçleri cezaevlerine girmeyi başardılar. Ele geçirdikleri tutsakları önce mahkemeye çıkarıp, ardından da F-Tipi cezaevlerine naklettiler.
F-Tiplerine karşı mücadele nasıl gelişti?
80 sonrasında devletin, cezaevlerinde tutsakları teslim almaya yönelik bir dizi girişimine karşı cezaevlerindeki tutsakların ve dışarıdaki tutsak yakınları ile devrimcilerin her seferinde bu uygulamalara karşı koyuşları oldu. 80 sonrasında devrimci hareket bir nevi bu koşullarda şekillendi, cezaevleri her zaman devrimci hareketin en temel gündemlerinden biri oldu. Cezaevlerine yönelik saldırı girişimlerinin çoğu geri püskürtüldü. 96’da Eskişehir tabutluğunu açmaya yeltendiklerinde tutsaklar bu saldırıyı açlık grevi ve ölüm orucu eylemleriyle yanıtladılar. Buca’da, Burdur’da, Ulucanlar’da devletin operasyonlarına tutsaklar her seferinde barikatlarla, direnişlerle karşılık verdiler.
F-Tiplerine karşı mücadele ise asıl olarak 2000 yılında önceki direnişlerin mirasını devralarak yeşerdi. Bu anlamıyla önceki direnişlerin gerisinde kalmadı. Yıllardır süren ölüm orucuyla onu kat be kat aştığı söylenebilir. Fakat devralınan miras sadece bu değildi.
İçerideki mücadelenin olanca militanlığına karşın, dışarıdaki mücadele esas olarak hep aynı temel üzerinde şekillenmişti. Cezaevleri mücadelesi oldum olası içerisi merkezli görülmüştü. F-Tiplerine karşı mücadele de bu temelde şekillendi. Dışarıdakilere bu mücadelenin aktif katılımcısı değil de destekçisi rolü biçildi. Mesele destek kazanmak, kamuoyu oluşturmak olarak görülünce de dışarıda yürütülen mücadele bu hedefe daha uygun gözüken “insan hakları” söylemiyle sınırlı kaldı. İçeride kimlikleri uğruna kendini feda eden, ölümü göze alan devrimcilerin kimlikleri, ne için tutsak düştükleri, ne için savaştıkları dışarıda fazla dile getirilmedi. Daha fazla kesimin desteğini kazanmak uğruna, içeride yaşanan mücadele bir sınıf kavgası olarak değil de bir insan hakları kavgası gibi gösterildi. Bu sayede gerçekten bir destek kazanılabildi mi bu bir yana bu desteğin varsa bile kalıcı olmadığı 19 Aralık operasyonuyla beraber net bir biçimde ortaya çıktı.
Niye Aydınlar Değil de, Emekçiler?
Oysa bu savaşın diğer tarafı olan burjuvazi ve onun devleti açısından durum netti. Onlar istikrar istiyordu ve istikrar dedikleri bu kirli düzenin sorunsuz bir biçimde işlemeye devam etmesiydi. Bunun için de Türkiye gibi emperyalistler açısından sayısız nimeti ve önemi bulunan bir ülkede emekçileri korkutmak, onları örgütlenmekten alıkoymak ve emekçileri örgütlemeye çalışan, bu uğurda ölümü göze alan devrimcileri emekçilerden yalıtmak gerekiyordu. Bunu gerçekleştirmek için içeride hâlâ örgütlülüklerini ve dışarıyla bağlarını koruyan devrimcilerin bu örgütlülüklerini yok etmek gerekiyordu. Devlet, devrimci tutsakları teslim alamayacağını sayısız vesileyle öğrenmişti, teslim almak istediği asıl olarak emekçilerdi. 19 Aralık saldırısı da bunun nasıl gerçekleşeceğinin –devrimcileri F-Tiplerine koyarak mı, onları katlederek mi- devlet açısından fazla bir önemi olmadığını gösterdi. Ümraniye’de jandarmaların tutsaklara “teslim olun, her şeyi göze aldık” diye anons yapması bu gerçeği gösteriyor.
Dolayısıyla saldırı asıl olarak emekçilere yönelikti ve devlete hak ettiği cevabı verebilecek olan da yine emekçilerdi. Bu durum hâlâ değişmemiştir. İşçi sınıfını örgütleme iddiasıyla devlete karşı örgütlenen ve savaşa girişen devrimcileri bu kimlikleriyle savunabilecek olan doğallığıyla yalnız emekçilerdir. F-tipi saldırılarına yanıt vermek ancak emekçilerin arasında kalıcı mevziiler yaratmakla mümkün olabilir.
19 Aralık ve Reformistler
Dışarıdaki mücadelenin asıl taşıyıcısının niye emekçiler olması gerektiği en iyi reformistlerin bu süreçte aldıkları tutuma ve yaptıklarına bakılarak anlaşılabilir.
19 Aralık saldırısına maruz kalan, devleti yıkmak için örgütlenen ve mücadele eden, devlet tarafından kendi varlığı için bir tehdit olarak görülen tutsak düşmüş devrimcilerdi.
Reformistler ise düzenin çizdiği sınırlar içerisinde siyaset yaparlar. Siyasi araçları ise yine devletten izin alarak kurdukları partileri ve programlarıdır. Dolayısıyla devlet açısından tehdit oluşturacak bir durumları yoktur.
Bu saldırı vesilesiyle yukarıda saydığımız ayrımlar her ne kadar gözle görülür hale geldiyse de, bu ayrım bizzat devrimciler tarafından silikleştirilmeye çalışıldı. Dışarıdaki mücadelenin asıl ekseni insan hakları ve demokrasi olunca bu partilerin desteğini kazanmak önem kazandı. Bu desteği kazanmak uğruna ise tavizler verildi. Reformistlerin düzenlediği eylemlerde “eylem birlikteliğini bozmamak” adına yine onların çizdiği sınırlara mahkum olundu.
Oysa devletin reformistlere, devrimcilerin üzerinden eksik etmediği sopasının ucunu bile göstermesi, reformistleri F-tipine karşı mücadeleden nasıl uzaklaştırmaya yettiği unutulmamalı. Nitekim saldırı sonrası F-tiplerini gündemlerinden aşama aşama düşürdüler.
Reformistlerin mücadeleden el-ayak çekmesini farklı şekillerde yorumlayanlar oldu. Örneğin çevik kuvvet otobüsünün taranmasının onları ürkütüp kaçırdığına açık veya kapalı olarak değinilmiştir. Oysa bu tam da niye reformistlerin bu tarz bir mücadelenin bileşeni olamayacağını gösterir. “Mümkün olduğunca kapsamlı eylem birliktelikleri kurmaktan” kasıt, reformistlerle birlik yapmak ise bu tarz birlikler yıkılmaya mahkumdur. Yıkılmaya mahkumdur çünkü reformistler asla devleti tamamen karşılarına alamazlar.
Bu durum en iyi 19 Aralık ve ölüm oruçları sürecinde bu yasal parti sözcülerinin açıklamalarında görülebilir. EMEP’li Ayhan Özgür ve ÖDP’li Melih Pakdemir’in daha önce bu sayfalarda polemik konusu edilen yazıları ibretlik örneklerdir. Her ikisinde de ortak nokta ölüm orucuna yatan devrimcileri dışarıdaki mücadelenin meşruluğunu ortadan kaldırmakla suçlamalarıydı. Belli ki burada kastettikleri, dışarıda, onların da içinde yer aldıkları mücadelenin devletin gazabına uğrayacağını görmeleridir.
19 Aralık Saldırısının Asıl Önemi
19 Aralık saldırısıyla beraber devrimciler 80 sonrası ellerinde kalan belki de en önemli mevziyi yitirdiler. 80 öncesinde yaratılan ‘kurtarılmış mevzilerin’ hemen hepsinin kaybedildiği koşullarda bu gerçek bile başlı başına 19 Aralık’ın niye bu kadar önemli olduğu gösterir. Oysa koğuşların devrimciler açısından tek önemi bu değildi. Koğuş sistemi sayesinde devrimciler içerideki örgütlülüklerini koruyabiliyor ve dışarıyla olan bağlarını daha sıkı tutabiliyorlardı. Dışarıya çıkan devrimciler, mücadeleye kaldıkları yerden daha donanımlı olarak devam edebiliyorlardı. Dahası devletin saldırılarına karşı devrimciler daha örgütlü, daha özgür mücadele tarzlarını hayata geçirebiliyorlardı.
Tutsaklar teslim alınamadılar. Hâlâ direniyorlar. Yine de bu gerçek direnişin koğuşlarda değil de F-Tiplerinde gerçekleştiği gerçeğini değiştirmeye yetmiyor.
Sınıf savaşı uzun soluklu bir savaştır ve bu savaşta mevziler tutmak önemlidir. 19 Aralık ile devrimci tutsakların devletin saldırıları karşısında teslim olmayarak yeni bir mevzi kazandığını söylemek doğru değildir. Devrimciler ellerindeki mevziyi korumuşlardır. Çünkü çoktan beridir dost, düşman herkes birçok vesileyle tutsakların fedakarlığını, inancını ve boyun eğmemeleri geleneğini bilmektedir.
Yine en az mevziler kazanmak ve korumak kadar önemli olan bir şey savaştaki verili durumu doğru tarif etmektir. Bugün için bu durum cezaevlerindeki koğuş mevziinin yitirildiğidir.