[Aşağıdaki yazı Köz gazetesinin Mart 2008 sayısında yayımlanmıştır.]
1965 yılında 30 Eylül’ü 1 Ekim’e bağlayan gece yarısında Endonezya Kara Kuvvetlerinin kurmaylarından altı general bir grup asker tarafından evlerinden alındı. Bunlarda üçü direndikleri için hemen öldürüldü. Diğerleri başkentteki Halim Havaalanı’na götürüldü.
1 Ekim sabahı 7 haberlerinde «karşı devrimci bir darbe hazırlığı içindeki bazı generallerin» tutuklandığı açıklandı. Öğleden sonra bir başka basın açıklaması ile bir «devrim konseyi»nin kurulduğu ve bundan sonra asayişin bu konsey tarafından sağlanacağı ilan edildi. Sonra Hava Kuvvetlerinin destek bildirisi geldi. Sonra da o zamana dek pek tanınmayan bir general olan Suharto’nun adı bu harekatın başı olarak öne çıktı. 48 saat içinde asileri tutuklamıştı.
Darbeyi Önlemek Derken Komünistlere Saldırı
Ama asıl konu bunu takiben belli oldu. Suharto bu darbenin ardında EKP’nin olduğunu açıklayıp o devasa ülke çapında bir komünist avı başlatacaktı. Bu esasen ABD’nin çoktan beri planladığı ve bilfiil desteklediği büyük operasyonun başlangıcıydı ve bunun sonunda Sukarno’nun başkanlıktan indirilmesi de vardı. Sukarno siyasi tabiatı ve geçmişte de birkaç kez örneklerini gösterdiği siyasi çizgisi gereği, sonradan Allende’nin tekrarlayacağı ölümcül hatayı yapma hazırlığı içindeydi. Nitekim 1968’de 20 yıldan fazla işgal ettiği koltuğunu kendisini kurtarması için tayin ettiği generaline 30 yıllığına terk edecekti. Ama elbette ilk sırada Sukarno yoktu. Sukarno’ya karşı güya komünistlerin tertiplediği darbeyi önleme bahanesiyle başlatılan saldırı tarihin en büyük komünist katliamı oldu. Suharto’nun gözü dönmüş birlikleri kısa bir zaman içinde bir milyona yakın komünisti bir çırpıda ve ne acıdır ki ciddi bir direniş görmeden katletti. O zamanın gazeteleri cesetlerden nehir ulaşımının durduğundan ve ceset yığınları nedeniyle büyüyen salgın hastalık tehlikelerinden bahsediyordu.
Ne var ki, 1965’teki Endonezya trajedisinin en acı yanı sadece komünistlerin hemen hemen ciddi bir direniş göstermeden tasfiye olmalarından ibaret değildir. Daha acısı Komünist Parti’yi destekleyen pek çok köyde askerler köylüleri iki gruba ayırıp ellerine silah verdikleri bir kesimi diğerlerini öldürmeye zorlamış ve başarmıştı. Bu yıllarca destekledikleri burjuva partisinin tayin ettiği bir paşanın darbesiyle karşı karşıya kalan kitlenin nasıl bir hazırlıksızlık ve teslimiyet içine itildiğinin tarihte ender görülmüş örneklerinden biridir. Böylesi bir ağır darbeyi ne Naziler başarabilmişti ne de bu İspanya İç Savaşı’nda Franko’nun hayal edebileceği bir işti.
Endonezya Komünist Partisinin bu ağır yenilgisi sadece ilk komünist partilerinden ve dünyanın en büyük komünist partilerinden biri olan bir partinin kurulduğu topraklarda bir daha ciddi bir komünist akımın ayakları üzerine yükselememesine yol açmakla kalmadı. Bu ağır yenilginin sonuçlarından biri de antiemperyalist mücadele dinamiklerinin ve işçi hareketinin İslamcı akımların denetimi altına girmesi oldu. Bu da anlaşılmaz bir şey değildi. Zira Endonezya’da daha yirminci yüzyılın başında ortaya çıkan Sarekat İslam hareketi anti-emperyalist bir söylemle ortaya çıkan ilk büyük İslamcı akımdı.
Devasa güçleriyle Endonezya Komünist Partisi’nin göz açıp kapayıncaya kadar tasfiye olup bir daha ayağa kalkamaması üzerine burjuvazinin borazanları, komünizmin tarihinde en ağır yenilgiyi aldığı anlamına gelen yazılarla böbürlendiler. Bu böbürlenmenin haklı olup olmadığı bir yana, EKP’nin böyle ağır bir yenilgi alması dünya komünist hareketi üzerinde beklenebileceği kadar ağır bir etki yapmadı. Bu çapta bir yenilginin üzerinde dünyanın her yerinde derin tartışmalar yapılması derslerinin çıkarılması beklenirken bu yönde bu büyük yenilgiyle orantılı bir gelişme olmadı. Oysa bu trajedi aynı zamanda o sıra yeni yeni formüle edilmekte olan ÇKP’nin oportünist Üç Dünya Teorisi’nin ilk acı meyvelerinden biri olarak görülmeliydi. Üç dünya teorisinin felaketli sonuçları ancak bundan 10 yıl sonra Şili’de daha küçük çaplı ve benzer bir deneyim yaşandıktan sonra idrak edilmeye başlanacaktı. Bu bakımdan bu ağır yenilgiden çıkartılması gereken dersler o zaman sıcağı sıcağına çıkarılamadı. Hala da çıkarılmış değildir.
Türkiyeli Komünistler Endonezya’da Yaşananlara Nasıl Bakmalı?
Türkiyeli Komünistler açısından ise, Endonezya’da olanlar daha önce daha küçük ölçekte de olsa yaşanmış bir deneyimdi. Zira Mustafa Suphilerin katledilmesinin ardından Kemalistleri desteklemeye yönelen ve her vesileyle destekledikleri Kemalist balyozun altında kalan Türkiyeli komünistler açısından bu deneyim çok yadırgatıcı olmasa gerektir. Tersinden Endonezya örneği göstermektedir ki Şefik Hüsnü döneminde TKP’nin her seferinde komünistlerin ve işçi hareketinin başına inmek üzere yükselen Kemalizmin balyozunu desteklemesi Türkiye’ye özgü bir istisna değildir. Bu aynı dönemde Komünist Enternasyonal’in benimseyip dünya komünist hareketine dayattığı Menşevik çizginin birbirini teyit eden ihanet politikalarının bir parçasıdır. O bakımdan Şefik Hüsnü’nün Türkiye komünist hareketinin tarihi içinde oynadığı Menşevik rolü görüp bunu Türkiye’ye özgü bir istisna zannedenler bunu ancak dünyaya gözlerini kapayarak böyle görebilirler.
Kaldı ki bu paralelliği görmek için 1965’i beklemeye gerek yoktu. 1965 darbesi çok büyük çapta olduysa eğer, bunun asıl nedeni daha önce birkaç kere ders çıkarılması gereken deneyimlerinden bu dersler çıkarılmadığı içindi ve aynı nedenle, 1965’in de dersleri çıkarılamamıştır.
Sukarno Kimdi?
İkinci Dünya Savaşının ardından emperyalistler arasındaki güçler dengesinde ortaya çıkan boşluktan yararlanarak Endonezya’da Asya’nın ilk büyük burjuva cumhuriyetinin kurucu başkanı olan Sukarno, bunu takiben Bağlantısızlar Hareketinin öncülüğünü yapacaktı. Bandung Konferansına ev sahipliği yapmıştı. Bu bakımdan Sukarno kendi ülkesinin sözüm ona milli burjuvazisine kuyrukçuluk yapmaya alışmış EKP ile «iki süper güce karşı Üçüncü Dünya ülkelerinin yanında yer almayı» savunan ÇKP’nin buluşmasını da sağlamaktadır. Endonezya Komünist Partisinin SBKP/ÇKP kutuplaşmasında ÇKP’nin yanında yer alması da gayet anlaşılır bir durumdu. Ne var ki bütün bunlar Endonezya’da yaşanan körleşmeyi anlamaya yetmez. Zira asıl körlüğün kaynağında emperyalizmin karakterinin ve emperyalizme karşı mücadele edebilecek güçlerin sınıf karakterinin yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır.
Endonezya’nın zenginlik kaynaklarına muhtaç durumdaki ABD emperyalizminin onun kendi denetiminden uzaklaşmasına izin vermeye niyeti olmayacağını hesaba katmak da gerekiyordu. Daha önce iki kez dünya çapında paylaşım kavgasına girmiş ABD’nin ve diğer emperyalistlerin Bağlantısızlar Hareketi nedeniyle emperyalist emellerinden vaz geçeceklerini düşünmek için ancak Üçüncü Dünya ülkeleri denilen devletlerin emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesinin yerini tutabileceğine sahiden inanmış olmak gerekiyordu.
Aidit önderliğindeki Endonezya Komünist Partisi 1965’e gelirken böyle bir körlük içindeydi ve kendi geçmişinden dahi ders çıkaramayacak raddede bir körlüktü bu.
Bu körlük sadece Endonezya Komünist Partisinin tasfiye olmasına mal olmadı. Aynı zamanda Endonezya işçi hareketi tarihinin en büyük darbesini aldı ve ölçeği göz önüne getirildiği takdirde, bu darbe aynı zamanda tüm dünya işçi hareketinin önemli bir parçasının ağır bir darbe alması anlamına geliyordu.
Aynı nedenle de Endonezya deneyiminin derslerini çıkarmak herhangi bir yerellikten dünyaya bakarak yapılabilecek bir iş değildir. Bu ancak dünya işçi hareketinin temel sorununun Komünist Enternasyonal’in öğütlerini kuşanmış bir önderliğin yaratılması olduğunu kavrayanların ödevidir ve ihtiyacıdır.