2003 Yılının Siyasi Gelişmeleri KöZ’de nasıl Ele Alındı?

0

Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ Gazetesinin Ocak 2004 sayısında yayımlanmıştır.

KöZ Amerika’nın Irak Saldırısını Nasıl Değerlendirdi?

2003 yılına Amerika’nın Irak işgali damgasını vurdu. Bütün yayınlarda olduğu gibi Köz’de de Irak savaşı ile ilgili değerlendirmeler geniş yer buldu. Ancak bu değerlendirmelerde burjuva kamuoyunda öne çıkartıldığı gibi savaşın, insan hayatına getirdiği yıkım boyutu ele alınmadı. Köz “savaşın siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi” olduğundan yola çıkarak savaşın hangi siyasi çatışmanın bir sonucu olduğunu netleştirmeye gayret etti.

Köz Amerika’nın Irak saldırısını emperyalistler arası paylaşım kavgasının Ortadoğu’da ifade bulan bir boyutu olarak nitelendirdi. Bu saldırının dünya çapında süregelen paylaşım kavgasından bağımsız düşünülemeyeceğinin altını çizdi.

Emperyalist devletlerin bir kısmı sorunlarını savaş yoluyla çözmeyi tercih etmekteydi ve diğerlerini de bu zemine çekmek istiyordu. Bu kampın başında ABD vardı. Öteki kampta ise, savaşa karşı çıkma edasıyla ABD’nin ön almasını engellemek isteyenler bulunuyordu. Bunların başında ise Almanya geliyordu. Geri kalan devletler de bu eksene göre saf tutmaya zorlanmaktaydılar. Örneğin Irak savaşı öncesinde Avrupa Birliği’ne üye devletlerin bazılarının Almanya ve Fransa’ya rağmen Amerika’ya destek vermesi de bunun bir göstergesi sayılabilir.

Ortadoğu’da cereyan eden paylaşım kavgasının Türkiye’yi etkilememesi ve içine çekmemesi düşünülemezdi elbette. Türk devleti emperyalist kamplar arasındaki çekişmelerden faydalanarak bu savaşın dışında kalmak istediyse de bunda başarılı olamadı. Zira Türkiye IMF yularıyla ABD’nin belirleyici bir biçimde yönlendirdiği bir mecraya çoktan girmişti. Gün geçtikçe Amerika’ya olan bağımlılığı artan Türk devletinin Irak politikası kendi arzu ve özlemlerinden bağımsız olarak şekillendi.

Amerika’nın Irak saldırısını Türkiye üzerinden geliştirmek gibi bir niyeti olduğu hiç kimse için bir sır değildi. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için hükümetin meclisten yetki alması gerekiyordu. Bu yetkiyi sağlayacak olan tezkere Mart ayında mecliste oylamaya sunuldu. Tezkere mecliste yeterli oyu bulamadı. 2003 yılından akıllarda kalacak bir olay da bu oldu.

Köz bu olayı Türk devletinin Amerika karşısında pazarlık payını artırmak istemesi olarak değerlendirdi. Türk devleti emperyalist Avrupa devletlerinin savaşa ayak direyen tutumlarından güç almak istiyordu.

Köz bu olay vesilesiyle hükümet ile devlet arasında ayrım gözetmenin önemini vurguladı. Meclisteki sandalyelerin çoğunu işgal ederek iktidar olmuş Amerikancı bir hükümet bulunsa bile bunun Amerika yanlısı kararlar almaya yetmediğine dikkat çekti. Bu durum siyasi kararların mecliste seçilmişler tarafından alınmadığını gösteren bir durumdu. Devlet esas olarak egemen sınıfların görüş ve istekleri doğrultusunda hareket ediyordu.

Tezkere kazasının ardından Amerika, Türkiye’den tümüyle bağımsız bir biçimde hareket etmeye başladı. Irak’a yönelik müdahale bütünüyle Güney Cephesi üzerinden gerçekleşti.

Savaşın askeri bakımdan beklenenden kısa sürmesi Türk devleti açısından tabloyu netleştirdi. Türk devleti savaştan istediği ganimetleri elde edememiş oldu. Hem Kürtlerin Irak’ın yönetiminde daha fazla söz sahibi olma olanakları arttı, hem de Türk Amerikan ilişkileri gergin bir hal aldı.

Bu durum devletin en pis işlerini yapan özel harekatçıların Süleymaniye’de gözaltına alınıp, başlarına çuval geçirilerek sorgulanması olayı ile tamamen belirgin hale geldi. ABD emperyalist paylaşım kavgasında açıkça yanında görmek istediği Türkiye’den, hem Ortadoğu’daki planlarını gerçekleştirmek için yararlanmak istiyor, hem de onun Güney Kürdistan’da Körfez Savaşı’ndan beri kendi desteğiyle kurulan düzeni bozmasından çekiniyordu. Çuval vakası Türkiye’nin başına buyruk hareket etmesini engellemek ve onu ABD’nin biçtiği rolü oynamaya zorlamak için gerçekleşti.

Nitekim Türkiye bu rolü oynamak için hevesli olmasa da gereken hazırlıkları yerine getirdi. Mart ayında tezkereyi meclisten geçirmeyerek kendi topraklarını kullandırmayan Türk devleti … ayında Irak’ta kontrolü sağlayamayan Amerikan askerlerinin yerini doldurmak için işgal gücü olarak Irak’a asker göndermeyi kabul etti. Ancak bu sefer de Irak devletinin artıkları ile Güneyli Kürtler buna karşı çıkarak Amerika’yı zor duruma soktular.

2003 yılı kapanırken Amerika’nın Irak’ta bir çıkmazda olduğu bellidir.

Türkiye’nin ABD’nin Irak’taki yükünü almaya razı olması halinde ABD Kürtlere mecbur olmaktan kurtulacak tekrar  Baas kalıntılarına başvurmaya mecbur kalacaktır; bu durumda emperyalist rakipleri ile uzlaşma kapıları da açılacaktır. Halbuki bu durum ABD’yi Irak’a saldırmadan önceki noktaya geri götürmekten başka bir şey değildir. Bunun için ABD bir batağa saplanmıştır.

Öte yandan ABD ekonomisi Irak’taki askeri zafere rağmen düzelmekte değildir; aksine olumsuz yönde bir gelişim ivmelenmektedir. Bir başka deyişle kendi krizini aşmak için Irak macerasına atılan ABD, burada kazandığı zafere rağmen, çoktandır baş ağrıtan sorunlarını çözme konusunda bir avantaj elde edebilmiş değildir.

Köz Hangi Tutumlarla Arasını Açmaya Özen Gösterdi?

Irak savaşının gündeme gelmesiyle birlikte Avrupa’nın ve Amerika’nın büyük metropollerinde savaşa karşı kitlesel mitingler düzenlendi. Türkiye’deki sosyalist akımların neredeyse tümü de ortaya çıkan savaş karşıtlığı kervanına takıldı.

Emperyalist saldırı harekatına karşı devrimci bir karşı koyuşu örgütleme imkanından yoksun olan devrimciler kuyruğuna takıldıkları savaş karşıtlığı çizgisini antiemperyalist bir tutum olarak göstermek istedi. Halbuki savaş karşıtı eylem çağrılarının nereden yapıldığına, eylemleri örgütleyenlerin kimler olduğuna ve hangi sınıfsal kesimleri seferber etmeye özen gösterdiklerine bakılsa idi, bu eylemlerin anti emperyalist bir nitelik taşımadığı görülebilirdi. Eğer bunlara bakılsa idi, bu eylemleri destekleyenler arasında ABD’nin Irak müdahalesine karşı olan emperyalist kampın olduğu görülebilecekti. Avrupa devletleri, ABD içerisindeki savaş karşıtı hareketleri desteklemekte ve bu sayede askeri bakımdan geriletemeyecekleri ABD’yi geriletmeyi umut etmekteydiler.

Savaş karşıtlığının antiemperyalist bir mahiyet taşımaması bir yana, bu eylemler devrimcilerin reformistlere kan taşımasına hizmet eden eylemler oldu.

Devrimciler savaş karşıtı eylemlere ayrımlarını koymayı beceremeden, genel savaş karşıtı söylemleri bayraklarına yazarak katıldıkça yığınların güvenini kazanacakları yerde savaş karşıtı siyasetin yaygınlaşmasına yardımcı olmakla kaldılar. Bu eylemlere damgasını vuran pasifizm (haklı haksız demeden bütün savaşlara ve devrimci şiddet dahil şiddetin her türlüsüne karşı çıkmak) oldu. Savaşa karşı devrimcilerin bu zemindeki protesto eylemlerine katılmaktan başka önerebilecekleri bir şey olmadı. Savaş gündemine ilişkin ne farklı bir bakış ne de farklı bir iş ortaya koydular. Açıkçası buna pek hayıflanan da olmadı. Devrimciler arasında çoktan beridir birbirlerine yakınlaşarak devrimci müdahaleler yapma iradesinin yerini kendine sevdalı duruşlar almıştı.

Savaşa karşı alternatif bir iş öneremeyen devrimci hareket farklı alternatiflerin kuyruğuna takıldı. Bunlardan biri de canlı kalkan eylemleriydi.

Canlı Kalkan eylemleri

Amerika ve Avrupa’dan kalkıp gelen savaş karşıtları Irak’ta kendilerini önemli köprülere, karayollarına, elektrik santrallerine, su kaynaklarının bulunduğu yerlere bağlayarak Amerikan uçaklarının Irak’a bomba yağdırmasına sözüm ona engel olacaklardı. Bu eylemi yapanlara da canlı kalkanlar dendi. Türkiyeli sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu bu eylemden övgüyle bahsedip sayfalarına taşıdılar. Hatta kimileri bunu halkların yeni bulduğu bir direniş yolu olarak tarif etti.

Halbuki burjuva nitelikli bir eylemdi bu. Canlı kalkan eylemi bir burjuva eylemiydi çünkü her şeyden önce böyle bir eyleme katılmak için proleter olmamak, “yaşamını çalışarak kazananlar” sınıfından olmamak gerekiyordu. Çünkü yaşamını çalışarak kazanmak zorunda olanlar Bağdat’a sefer düzenleyecek kadar parayı bulamazlar, bulsalar bile böyle bir maceraya atılmak için kullanamazlar, işlerine iki gün üst üste gitmedikleri zaman işlerinden olurlardı.

Bu tür eylem tarzlarına bel bağlanması sınıfın içinde bulunduğu koşullara ne kadar yabancı olunduğunu, siyasetin onları hesaba katmadan yapıldığını gösterdi.

Savaş Karşıtlığından İşgal Karşıtlığına

Irak’taki savaş kısa sürdü. Savaşın kitlesel mitinglerle durdurulabileceği yanılsamasını yaratan savaş karşıtı mücadelenin balonu da –herhalde bir sonraki savaşa kadar- sönmüş oldu. Irak’taki savaş kısa sürdü ama Irak’ta yeni bir siyasi düzenin o kadar kısa bir sürede oturtulamayacağı da hemen belli oldu. İşgal ordusunun askerleri her gün saldırılara uğruyor, Irak’taki petrol kuyularına yönelik saldırılar son bulmuyordu.

Hem dünyada hem de Türkiye’de sosyalist akımların önemli bir bölümü Irak’ta ABD askerlerinin karşılaştığı saldırıları Irak halkının antiemperyalist direnişi olarak yüceltti. Buna destek veren bir tutumu benimsedi. Sosyalist dergiler “Irak Halkı Direniyor!”, “Irak’ta Direniş Senfonisi!”, “Irak Filistinleşiyor!”, “İşgalciye Irak Halkının Tokadı!” ve benzeri başlıklı yazılardan geçilmez oldu. Irak’ta antiemperyalist bir halk direnişinin oluştuğu, bu direnişin Amerikan emperyalizmini yenilgiye uğratacağı ileri sürüldü. Savaş karşıtı hareketin kuyruğuna takılanlar şimdi de Irak’taki direnişin peşine takılıyordu.

Ne var ki bu saldırıları örgütleyenlerin kimler olduğuna bakan, bunların siyasi perspektiflerini muhataplarına açıklayan olmadı. Sanki önderlik eden örgütler yokmuş gibi bu direniş “Irak halkının direnişi” olarak tanımlandı. Halbuki Irak’ta direnenler İslami Cihad Güçleri, Irak Direniş Tugayları, Ulusal Fedailer Cephesi gibi karşı devrimci örgütlerdi, bunların halkı bilinçlendirip emperyalizme karşı mücadeleye seferber ettiğini gösteren herhangi bir belirti de yoktu. Bireysel intihar saldırılarından öteye geçmiyordu direniş.

Ama en önemlisi bu saldırıları düzenleyenler içinde Irak’ın eski istihbarat ve güvenlik birimlerinde yer alan Baas partisinin kalıntıları vardı. Bunlar eskiden de Kürtlerin ve Iraklı komünistlerin avcılığını yaparlardı ve bu tür konularda deneyimliydiler. Şimdi ise örgütlü olduklarını göstermek ve Amerika’nın kuracağı yeni düzende görev almak talebiyle varlıklarını hissettiriyorlardı.

Böyle olduğu halde devrimci yayınlar Irak direnişini yüceltmek adına örgütsüz, önderliksiz de olsa bir halkın kendi başına direnişi örgütleyip, emperyalistlerin yüreğine korku salabileceğini savundu. Halbuki bu, devrimcilerin hep söyleye geldikleri “örgütsüz bir halk hiçbir şeydir” düşüncesiyle açıktan çelişmekteydi.

Köz’ün Bir Önerisi Yok mu?

Köz’ün bu tutumları eleştirmesi ve bu tutum sahipleriyle arasını açması onun bir önerisi olmadığı anlamına gelmiyor.

Köz savaş dönemlerinde sahte umutlar yaymak yerine bugünden, uluslararası savaş aracı olan enternasyonalin örgütlenmesini hedeflemenin gerektiğini belirtti. Bunun için öncelikle oportünistlerden uzaklaşıp, komünist devrimcilerin bir araya gelmesi, bu tutumda bir araya gelecek diğer güçlerin yaratılması, bulunması gereğine dikkat çekti.

“Devrimciler, yüzünü komünizme dönmüş güçler sadece Türkiye’de yoktur. Aynı güçler Türkiye’de olduğu kadar Irak’ta da bulunmaktadır. Irak’ta emperyalist güçlere karşı bir direniş örmek isteyenlerin yapması gereken şey Saddam’ın subaylarını “onurlu Irak halkı” diye alkışlamak değil, Irak’ta yüzünü komünizme dönmüş devrimci güçlere elini uzatmak, bu güçlerle komünist bir dünya partisini birlikte inşa etmeye koyulmaktır.”

Köz devrimci enternasyonalist bir tutum sergileyebilmek için bunun olmazsa olmaz bir koşul olduğunda ısrar etti.

Bunda ısrarcı olmak savaş karşıtı mitinglere katılmamak anlamına gelmedi elbette. Nitekim Köz’ün arkasında duran komünistler bu tür eylemlere katılma, bu eylemlerde siyasi bir duruş sergileme konusunda diğer devrimcilerden eksik kalmadılar.

Katıldıkları eylemlerde savaşa karşı sınıf savaşı şiarını savaşa karşı barış isteyenlerin karşısına çıkardılar. Bunu yaparken hedefledikleri elbette emekçilerin barış talebi yahut özlemi değildi. Hedef tahtasına koydukları barışseverlik maskesiyle emekçi yığınların sınıf savaşı yoluna girmelerine engel olan oportünistlerdi.

Köz’ün arkasında duran komünistler ABD karşıtlığı yahut savaş karşıtlığı tutumları karşısında pozitif bir hedef de ortaya koydu. Ortadoğu’ya barışın ABD’nin Ortadoğu’dan defolmasıyla geleceğini savunan ve ABD’yi Ortadoğu’dan çıkarma hedefiyle hareket edenlere karşı yükseltilen bir şiardı bu. “Ortadoğu’ya barış Amerika’nın Kürtlerin özgürlüklerine kavuşmasıyla gelecek” şiarını öne çıkardık. Bu şiar sadece pozitif bir önerme olmakla kalmayıp aynı zamanda sosyal şovenizme büyüyen oportünizme karşı bir başka vuruşu da ifade ediyordu. Bugün bu tutum daha da güncellenmekte ve önem kazanmaktadır.

Köz’ün arkasında duranlar savaş karşıtı eylemlere katıldılar ama “savaş gündemine ilişkin ne yaptınız?” sorusunun karşısında, mitinge gittik, afiş yaptık, bildiri dağıttık, paneller örgütledik cevabını vererek kendini tatmin etmekten uzak durdular. Bu tür eylemlere katılmayı savaşı önlemek için siyaset yapmak anlamında ele alan tutumlarla ayrımlarını koruyarak söz konusu eylemlere katıldılar. Oportünistlerden ve oportünizmin dümen suyunda gitmekte mahzur görmeyenlerden ayrı durma konusunda titiz davrandılar.

Bölüm 2- Kürtlerin Yalnızlaşması ve Şovenizmin Yükselişi

Irak savaşının hiç kuşkusuz en can alıcı yönü bölgeye getireceği yeni siyasi düzendi. ABD sadece Irak’ta yeni bir iktidar kurulmasını sağlamakla kalmayacak, Kürt sorununun bu coğrafyadaki boyutuna da kendi çözümünü getirecekti. Bu çözümün nasıl bir çözüm olacağı belirsiz kaldıkça bölgedeki gerici devletler de tedirgin olmaya başladı. Kürtleri kendi sınırları içinde hapis tutan dört devlet bunların başında geliyordu. İşte bu koşullar içinde bağımsız bir Kürt devleti olasılığı da kamuoyuna yansıdı.

Türk devleti, sadece bir Kürt devleti fikrinin bile, uzun yıllardır ulusal baskı ve asimilasyon politikalarına rağmen ulusal kimliklerinden vazgeçmeyen Kürt yığınları arasında yeni bir hareketlenmeye yol açmasından ve bu dinamiklerin mevcut Kürt örgütleri tarafından massedilmesinden ürkmekteydi.

Kürt sorunu konusunda en hassas olanların T.C.’yi yönetenler oluşu bir tesadüf değildi elbette. Yeryüzünde bulunan en kalabalık ezilen uluslardan biri olan Kürtlerin nüfus olarak en kalabalık kesimi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşamaktadır. Üstelik bu topraklarda hapis tutulanlar, aynı zamanda Kürtlerin en fazla proleterleşmiş, en bilinçli, en politize ve örgütlü kesimidir. Kaldı ki cumhuriyetin kurulmasına öngelen yıllardan başlayarak zaman zaman sönümlense de, Kürtlerin bu sınırlar içinde zorla tutulmaya başkaldırıları hiç eksik olmamıştı. Geçtiğimiz yüzyılın son 20 yılı da bu konuda en yaygın ve en uzun süreli hareketlerden birine tanık olmuştu. Bu başkaldırı bir anlamda sönümlenmiş olsa bile külleri henüz soğumuş değildi.

Kürt devleti olasılığının gündeme gelmesiyle birlikte egemenler şovenizmi körüklediler. Bu öncelikle Irak’taki Kürtlere yönelik bir saldırganlığı ifade etmekteydi. Barzani’ye, Talabani’ye tehdit üzerine tehdit savruldu. Bu iki liderin şahsında Kürtler en ağır aşağılamalara uğradı. Ama bununla kalmadı. Yaşadığımız topraklardaki Kürtler üzerinde de ciddi bir baskı yarattı. HADEP örgütleri üzerindeki baskılar artırıldı. Abdullah Öcalan hava muhalefeti bahanesiyle uzunca bir süre kimseyle görüştürülmedi.

Ne var ki ne Türkiye’de, ne de dünyanın başka bir yerinde savaş karşıtı muhalefet ne Kürtlerin esaretiyle, ne de Türk ordusunun bölgeye ilişkin planlarıyla ilgileniyordu. T.C.’nin Kürtleri denetim altında tutmak için her fırsatta sopasını sallaması, örneğin Güney Kürdistan’daki işgal güçlerini artırmak istemesi sosyalistlerin gündemine bile girmedi. Savaş karşıtı muhalefet “direniyor” efsanesiyle kendini kandırarak Irak halkıyla dayanışmayı, Amerika’nın hedefi olmasından yola çıkarak Saddam’a destek vermeyi tercih etti. ABD emperyalizmini baş düşman olarak görenler, Amerika’nın bölgeden defolmasını ve bölge devletlerini rahat bırakmasını savundu. Bunun karşılığında gerici bölge devletlerinin Kürtler üzerinde estirdiği terörü görmezden geldi. Kimse Kürtlerin bir ezilen ulus olduğunu ve onların taleplerinin her koşulda meşru olduğunu hatırlamak bile istemedi. Savaş karşıtı cephe kalabalıklaşıp çeşitlenirken Kürtler yalnız bırakıldı.

Dahası Güneyli Kürtler sosyalist basında ABD işbirlikçiliği vb. ile itham edilerek ve ABD ile birlikte hedef tahtasına yerleştirildi. Köz dışında hiç kimse Güneyli Kürtlerin durumunu şu şekilde ele almadı:

“Hem bölgede hem de dünya ölçüsünde asıl dostları olan proletarya ve devrimci hareketin desteğinden mahrum olan ve tam bir yalnızlaşmaya itilen Irak Kürdistanı’nda yaşayan Kürtler adeta “denize düşen yılana sarılır” misali ABD’nin planlarına alet olmaya zorlanmaktadır.”

Buna karşılık ulusal sorun karşısında hiç değilse demokrat olmanın asgari sınırlarında durmak iddiasında olanların bile yapması gerekenin ne olduğuna şu sözlerle dikkat çekti:

“(Güney Kürdistanlı Kürtleri) …büsbütün ABD’nin kucağına itmek yerine, muhtaç oldukları gerçek desteğin nerede olduğunu gösterecek adımları atmakla işe başlamak gerekir. Bu da Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız şartsız tanıdığını ilan etmek ve göstermekle başlar; şovenizme ve sosyal şovenizme karşı tavizsiz bir tutum göstermekle pekişir.”

Bu tutumun nedeni Kürtlerin sempatik insanlar olmasından kaynaklanmıyordu. Bu tutumun alınması şu açıdan elzemdi:

“Metropollerdeki “savaş karşıtı” eylemler emperyalist hükümetleri geriletmeye ve savaştan caydırmaya muktedir değildir; son süreçte bir kez daha kanıtlanmıştır ki bunların karşısına devrimci bir alternatif olarak çıkabilecek herhangi bir odak da mevcut değildir.”

“ABD’yi ve müttefikleri ile işbirlikçilerini Ortadoğu’dan kovacak olanlar, bir yanda emperyalist metropollerde kendi hükümetlerine karşı bozguncu bir siyasi tutum gösterecek olan proleterlerdir; beri yanda da emperyalist işgal ve ilhak politikalarına başkaldıracak olan Ortadoğu’nun proleterleri ve ezilen uluslarıdır.”

Çuval Operasyonu

Türkiyeli sosyalistler ulusal sorunda kusurlu bir bakış açısına sahip olduklarını başka bir vesileyle daha gösterdiler.

Süleymaniye’deki özel harekatçıların gözaltına alınıp, başlarına çuval geçirilerek sorgulanması olayı Türkiye devrimci hareketinin ulusal sorun deyince hâlâ Türkiye’yi aklına getirme alışkanlığından kurtulamadığını gösterdi.

Türkiyeli devrimciler çuval vakasını Türk burjuvazisinin “ulusal onur” konusundaki iki yüzlülüğünü sergilemek için değerlendirmek istediler. TÜSİAD ve Genelkurmay’ın bugüne kadar ABD ile olan sıkı fıkı ilişkilerini teşhir etme fırsatı elde ettiler. «Ulusal onurun zedelenmesinden» şikayetçi olan burjuva sözcülerine karşı ABD ile bu kadar yakın ilişki kuranların elbette ABD’yi karşılarına alamayacağı ve onursuz bir dış politikaya mahkum olduğu savunuldu. Ulusal onurun ABD’nin bir dediğini iki etmeyen işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından korunamayacağı sık sık tekrarlandı.

Böyle davrananlar, burjuvazinin demagojik bir biçimde kullandığı ulusal onur silahını onun elinden alıp, ulusal onura asıl sosyalistlerle devrimcilerin sahip çıkacağını göstermek istiyordu.

“Ulusal onura sahip çıkalım” diyenler sosyal şovenizmin yaygınlaşmasına hizmet ettiler. Zira hem bir ezen ulus devleti konumunda olan Türk devletinin ulusal onurunun korunmasından söz etmek hem de Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunmak mümkün değildir. Devletin “ulusal onuruna” sahip çıkanlar Kürt sorunu konusunda demokratik sayılabilecek bir tutum bile alamazlar.

Kaldı ki Türk devletinin kendi ulusal onurunu korumak ve egemenliğini pekiştirmek için atacağı her adım, en büyük ve dinamik parçası bu devletin sınırları içinde hapis olan Kürdistan’ın tümünü kana ve gözyaşına boğacaktır. Bu nedenle sosyalistlerin “ulusal onur” savunuculuğu yapmaları tehlikelidir.

 

 

 

Paylaş