“21. Yüzyıl Ayaklanmalar Yüzyılı” mı Olacak?

0

Daha geçen yüzyıl sona ermeden, 1997 yılı biterken toplanan NATO örgütünün kurmayları 2000’li yılların ayaklanmalara ve sert çatışmalara gebe olacağını söylemişlerdi. «21. Yüzyılda NATO ve Güvenlik» başlıklı gündemde söz alan Rogers isimli bir akıl hocası «21. yüzyılın ilk otuz yılının geri ülkelerde ortaya çıkacak ayaklanmalarla geçeceğini, ekonomik eşitsizliklerin artmasıyla ayaklanmaların önünün alınamayacağını» dile getirmişti.

Adeta bu öngörüyü doğrulamak istercesine, daha yeni yüzyılın başında, IMF politikalarının kıskacında boğazlanan Arjantin’deki proleter yığınlar ayaklandı. Ne Arjantin’de mayalanan devrim sönümlenmiştir; ne de bu dalga Arjantin’e özgü olarak kalacaktır.

Peki emperyalizmin kurmayları güçlü bir istihbarata sahip oldukları için mi böyle bir öngörüde bulunmuştular? Onların istihbaratının ne kadar iyi olup olmadığını tartışmaya hacet yok ama en azından dünyanın dört bir yanındaki devrimciler böyle bir ayaklanmaya hazırlanan enternasyonal bir önderlik olmadığını en az onlar kadar bilmektedir.

Böyle bir ayaklanmanın hazırlığı içinde olan bir devrimci hareket olmadığına göre, NATO’nun öngörüsü neye dayanmaktadır? Tarihsel deneyimlerden hareketle böyle bir öngörüde bulunulacaksa bütün tarihsel deneyimler emperyalizmin baskı ve sömürüsüne karşı kendiliğinden tepkilerin dönüp dolaşıp burjuvazinin değirmenine su taşıdığını gösteriyor. Pek çok devrimci unutmuş gibi görünse de hafızası ne yazık ki bizimkilerden daha kuvvetli olan sınıf düşmanlarımız bunu biliyordur. Demek ki NATO’nun öngörüleri esas olarak kendi planlarından hareketle çıkarsanmış öngörüler olsa gerektir.

Emperyalistler Neyin Öngörüsünü Dile Getiriyor?

Emperyalistler arası rekabet giderek keskinleşmekte, tek tek emperyalist merkezler içinde debelendikleri krizleri atlatamamaktadırlar. Emekçi yığınlara yönelik kapitalist saldırılar arttıkça artmakta ama bu da kâr etmemektedir. Öyle ki belli başlı emperyalistleri birbirlerinin tabağına göz dikmiş ve kendi aralarında sert kavganın kaçınılmaz olduğunu idrak etmeye başlamışlardır.

Bu sert kavganın gelişini bilinçli bir biçimde değilse bile, sezerek fark eden emperyalizmin boyunduruğu altındaki yığınların en çok ezilen  ve sömürülen kesimleri de buna dünyanın dört bir yanındaki kendiliğinden başkaldırıları hızla gelişen bu sürece eşlik etmektedir.

Bu koşullarda bugüne kadar sus payı mahiyetinde bahşiş dağıtarak kendilerine bağladıkları işçi sınıfı içindeki uşaklarının tayınlarının kesilmesiyle işe başlamalarına da şaşmamak gerekir.

Nitekim, gerek emperyalist metropollerdeki, gerekse de geç kapitalistleşmiş ülkelerdeki işçi aristokrasisi tabakası git gide incelmeye başlamıştır. Bu tabakanın gediklisi olan sektörler de git gide daha fazla tehdit altına girmektedir. Dünyanın dört bir yanında yıllardır el üstünde tutulan pek çok kesim ve meslek grubu son yıllarda sahip oldukları ayrıcalıkları kaybetme tehlikesini fark etmekte ve «kazanılmış haklarını koruma» refleksi ile tepki göstermeye başlamaktadırlar. Bugüne kadar bu ayrıcalıklı kesimlerin sırtında, düzen sınırlarında duran işçi örgütlerinin tepelerinde mevzi tutarak işçi sınıfını ve ezilen yığınları sermaye düzenine bağlamak üzere bir tür emniyet supabı rolü oynayan hain işçi önderlerinin ayaklarının altındaki zemin de böylece kaymaktadır. Ezilenlerin isyanını düzenin sınırlarında tutmayı başaramayacak kadar kendi dertlerine düşen işçi sınıfı içindeki bu sermaye uşakları ayrıcalıklarını ve varlıklarını koruyabilmek için yeni hamlelere muhtaçtırlar.

Emperyalistleri Ürküten «Küreselleşme Karşıtı» Hareket Değil

Emperyalist sermayenin saldırıları arttıkça, daha düne kadar «küreselleşen dünya» masallarıyla, barış hayalleri kuran ve yığınları bu masallarla kandırmaya çalışanlar bile birdenbire «kapitalizm öldürür» vb. feryatlarla ve «küreselleşme karşıtları» kimliği ile sokaklara dökülmeye başlamıştır.  NATO kurmaylarının kastettikleri ayaklanmalar bunlar mıdır, acaba?

Düne kadar küreselleşmenin erdemlerini anlatmakta olanlar şimdi «küreselleşme karşıtı» denen hareket vasıtasıyla, yığınları yeniden düzenin sınırlarına çekmenin peşindedirler. Böylece tekrar eski ayrıcalıklarına kavuşmanın sevdasındadırlar.

Antiemperyalizm ile küreselleşme karşıtlığını, barışseverlik (pasifizm) ile, devrimci bozgunculuğu gerektiren anti-militarizmi, velhasıl Arjantin’in varoşlarından kent merkezlerini basan yığınlarla, Seattle’a Prag’a veya Cenova’ya sefer düzenleyenleri birbirine karıştıran kimileri de, bu sol görünümlü sermaye uşaklarının değirmenine su taşımaktadırlar. ABD’nin emperyalist rakiplerinin dümen suyundaki pasifist gösterilerle avunup, Dünya Sosyal Forumu’ndan medet ummaktadırlar. Bu eylem ve etkinliklerin emperyalist saldırganlığın önünü kesecek olan kitlesel başkaldırılar olduğuna inanarak, başkalarını da kandırmak istemektedirler.

Halbuki bu gelişmeler, emperyalizme karşı başkaldırının ifadesi olmaktan çok, böyle bir başkaldırının önünü kesmeye ve proletaryanın tepkilerini emperyalistler arası dalaşın dümen suyuna karıştırmaya dönük girişimleri ifade etmektedir. İşte emperyalistlerin öngörüsü bir yanıyla bu gelişmeyi de kapsamaktadır. Planlarını buna göre yapmaktadırlar.

Bu planlar bir yandan kapitalist saldırıların pervasızlaşarak artmasına ilişkindir; ki Irak’taki son saldırı bunun belirgin ifadesidir. Bir yandan da özellikle metropollerde biriken tepkilerin akıtılacağı kanallar açmaya özen göstermektedirler. Alenen «21. yüzyıl bir ayaklanmalar yüzyılı olacak» demek de bir yönüyle düzen sınırlarında kalacak «fason ayaklanmalar»ın gerçek bir anti-emperyalist başkaldırı ile birbirine karıştırılmasına hizmet eden bir yan taşımaktadır.

Bununla birlikte, mademki yıllardır yığınları frenlemek suretiyle ödüllendirilen reformistler bile «bir şeyler yapmak» mecburiyetinde kalmaktadır; mademki bunların göstermelik ve kontrollü eylemleri ile yığınların denetim dışına taşan isyanları eş zamanlı olarak gelişmektedir, bu koşullar proletarya saflarındaki sermaye uşaklarına, burjuva politikasını işçi sınıfı saflarına sızdıran oportünistlere ve bunlarla devrimciler arasında binamaz duran merkezcilere karşı mücadele edebilecek uluslararası bir devrimci önderliğe her zamankinden fazla ihtiyaç olduğuna işaret etmektedir. O halde Bolşeviklerin deneyimlerinden süzülmüş derslere de her zamankinden fazla ihtiyaç var demektir.

Ekim Derslerine Her Zamankinden Çok İhtiyaç Var

1917 Rus Devrimi’nin anlam ve önemini ille bir tek boyut ile tarif etmek gerekse ve mümkün olsaydı, o zaman bu devrimin, emperyalist paylaşım kavgasından doğan savaşlara proletarya ve ezilen yığınlar tarafından son verilmesinin yolunu gösteren ilk ve ne yazık ki son örnek olduğu söylenmelidir.

Yirminci yüzyıla çeyrek kala, kapitalist üretim ilişkilerinin emperyalizm aşamasına geçtiğini belli eden gelişmeler kendini göstermekteydi. Dünyayı kendi aralarında paylaşmış olan belli başlı emperyalist devletler geçtiğimiz yüzyılın arefesinden itibaren, dünyayı yeniden paylaşmak üzere kendi aralarında dalaşmaya başladılar. Bu dalaşın neredeyse bütün dünyayı içine çeken bir savaşa yol açmasının kaçınılmaz olduğunu gören Bolşevikler, aynı zamanda da emperyalist savaşı  durdurmanın yolunun savaşa karşı sınıf savaşını yükseltmek olduğunu savundular ve bunu kanıtladılar.

Çürüme aşamasına gelmiş sermaye egemenliğinin dünya çapında savaşlara yol açmadan da sürebileceğini düşünenler geçen yüzyılın başında da vardı; ilk yıllarını geride bıraktığımız yüzyıla girerken de aynı ham hayalleri yayanlar vardı. Hâlâ ve ısrarla savaşların önünü barışçıl yollardan kesmenin mümkün olduğunu savunanlar .

Yine de, Afganistan’ın, Irak’ın dumanları tüterken bile, yirmi birinci yüzyılı savaşsız bir dünya özleminin müjdecisi olarak görenler hala var. Birleşmiş Milletler’in müdahalesiyle, sözümona «barışsever güçler»in Birleşmiş Milletler’i sıkıştırmasıyla, savaşların ve savaş heveslisi emperyalist güçlerin önünün kesilebileceğini zannedenler var. Bu bayatlamış hayali yaymaya devam edenler var; aksi gibi çoğalıyorlar.

Oysa yirminci yüzyıla olduğu gibi, içine girdiğimiz yüzyılın ilk yıllarına da emperyalistlerin dünyayı kendi aralarında yeniden paylaşmasının hazırlıklarının ve bu paylaşım kavgasının ilk idmanlarının damga vurduğu apaçıktır. O halde Ekim Devrimi’nin dersleri her zamankinden daha önemlidir.

Ekim Devrimi’nin Tarihçesine Nasıl Bakmalı?

Elbette Ekim Devrimi’nin tarihçesi değişik açılardan irdelenebilir. Bu devrimin gerçekleşmesinde emperyalist savaşın ne ölçüde belirleyici olduğu, ulusal sorunun, yahut köylülüğün Çarlık Rusyasındaki konumunun devrimin gelişmesindeki etkisi üzerinde durulabilir. Bunlar gibi başka tarihsel, sosyoekonomik etkenler bu devrimin gerçekleşmesini kavramak ve açıklamak için ayrı ayrı ele alınıp incelenebilir. Nitekim bu etkenleri ayrı ayrı, yahut değişik bileşimlerle kalkış noktası yapan pek çok değerlendirme vardır.

Ekim Devrimi elbette, emperyalist paylaşım kavgasının damga vurduğu bir nesnelliğin ürünüdür; nesnel koşullardan bağımsız bir sürpriz değildir. Öte yandan bu devrimin nesnel koşullarını Rusya’nın özgüllüğünden kaynaklanan koşullar derekesine indirgeyen bakış açıları ise, nesnel koşulları hesaba katan bir tutumu değil, bu koşulların yanlış kavranışını ifade etmektedir.

1917 Devrimi’nin Nesnel Koşulları Deyince Ne Anlaşılmalı?

1917 Devriminin içinde yer aldığı nesnel koşullar en dar anlamıyla bile, hemen hemen bütün dünyayı kapsayan bir çerçevede geçerliydi. Özellikle Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı, dünyanın kapitalist üretim ilişkilerinin ulaştığı en ücra köşelerini bile birbirine bağlayan, aynı iklime çeken başlı başına bir nesnel etken oluşturmaktaydı.

Kaldı ki, Birinci Dünya Savaşı’nın kendisi de tesadüfi ve münferit etkenlerin belirlediği bir sürpriz değildi. Aksine bu savaş uzun yıllardan beri zemini döşenen bir nesnel gelişmenin dışavurumuydu: kapitalist üretim ilişkileri yeni bir evreye girmişti. Bu evre Lenin’in açıklıkla ifade edeceği gibi «kapitalizmin en yüksek ve son aşaması olan emperyalizm aşaması»ydı. Ama Lenin’in emperyalizm tanımını bir iktisadi tahlil sonucu gibi görmek isteyenlerin sık sık ihmal ettikleri bir noktanın daha altını çizmek gerekir: Lenin emperyalizmi aynı zamanda «kapitalist çürüme ve proleter devrimleri çağı» olarak tanımladı. Nitekim Ekim Devrimi de bu çağın açılışını müjdeleyen ve Lenin’in saptamasını doğrulayan ilk örnek oldu. Daha net ifade etmeli: Ekim Devrimi burjuva diktatörlüğünü tümüyle parçalayarak yerine bambaşka bir devlet biçimini geçirdi. Devletin ortadan kalkmasını sağlayacak geçiş döneminin somut örgütlenmesi olarak sovyet cumhuriyetine hayat verdi. Hem proletarya diktatörlüğünün ilk örneği olan Paris Komünü örneğinin ilerisine geçti hem de ne yazık ki bir daha erişilemeyen bir doruk noktası olarak kaldı.

Ama bu devrimin Rusya’da tecrit olup, rayından çıkmasına ve nihai hedefine ulaşamadığı gibi, her geçen gün biraz daha idrak edilebileceği gibi, tam bir irtica ile sonuçlanmasına bakarak, bu devrimin Rusya’ya özgü koşulların ürünü olduğu sonucuna mı varmalı? Böyle düşünenler az değildir; hatta Rus Devrimi’nin rayından çıkmasını da bu özgül koşullarla açıklamak da oldukça revaçtadır.

Bolşevizmin muarızlarının bu oldukça bayat ve yaygın olan yaklaşımının hangi sonuçlara vardığını görmek için en taze örneklerinden biri olan Demir Küçükaydın’ın ibret alınacak şu sözlerine kulak vermeli:

“… yirminci yüzyılın bütün sosyalist devrimleri, hep geri ülkelerde, demokratik karakterli devrimlerin sonunda oldu. Tam da böyle olduğu için bürokratik diktatörlükler haline geldiler ve yine tam bu nedenle faşizmler, savaşlar dünyasında yaşamaya devam ediyoruz.” (3 Nisan 2003 Özgür Politika)

Bu satırlarda, herhalde sosyoekonomik gelişkinlik düzeyi kastedilerek geri diye tarif edilen ülkelerde aslında olmaması gereken bir şeyin olduğuna işaret ediliyor. Ama öyle ki, bu «anormal» durumun beklenmedik bir sürpriz gibi değil adeta bir genel kural gibi gerçekleştiği de itiraf edilmiş oluyor. Sonuç olarak da halen faşizmler ve savaşlar dünyasında yaşamaya devam ediyor oluşumuzun nedeni olarak da bu durum gösteriliyor. Demir Küçükaydın öyle demese de, bu satırları okuyanların varabileceği bir tek sonuç var: keşke bu devrimler olmasaydı ve tarih kendi mecrasında kendi bildiği gibi aksaydı.

Her ne kadar yukarıdaki satırlar yeni yazılmış olsa da, fikirler yeni değil.

Ekim Devrimi’nden önce de geri bir ülkede böyle bir devrime kalkışmanın çılgınlık olacağını, başarı şansının olmadığını, olsa bile felaketlerle sonuçlanacağını savunanlar az değildi. Devrim ilerlerken de bu uyarıları söyleyenler çoktu. Sonrasında, Ekim Devrimi’nin rayından çıkmasını aynı gerekçelerle izah edenler de hiç eksik olmadı. Bugünlerde yüz yüze kaldığımız bütün felaketleri böyle izah ederek, ezilenleri benzer bir çılgınlık yapmaktan alıkoymaya gayret edenler de günden güne artmakta.

Bu bakımdan Demir Küçükaydın’ın satırlarında bir kez daha kendini gösteren yaklaşımın onun kendine özgü fikirleri olmadığının altını çizmek gerekiyor. Zaten o nedenle, ciddiye alınması gereken bir yanılgı söz konusudur. Söz konusu olan oldukça yaygın ve hakim bir anlayıştır; tarihe mukadderatçı bir bakış açısıdır.

Halbuki bu bakış açısıyla varılan hükmün tutarsızlığı pek öyle gizli kapaklı değildir.

Evet ilk başarılı proleter devrim beklendiği gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin en gelişkin olduğu, işçi sınıfının en çok örgüte ve deneyime sahip olduğu ülkelerde olmamıştır. Peki neden olmamıştır? Devrimin «geri» ülkelerden başlaması o ülkelerin kabahati midir? Ayrıca bir de bunun için mi cezalandırılmaları gerekir?

İlk proleter devrimin Rusya’da başarıya ulaşması ne Rusya’nın daha elverişli nesnel koşullara sahip olmasından ötürüdür, ne de başka ülkelerde hüküm süren nesnel durumun daha elverişsiz oluşuna delalet eder.

Ekim Devrimi’nin tarihsel arka planı diye tanımlanabilecek olan nesnel koşullar genel ve evrenseldi. Bu saptama, aynı zamanda söz konusu olan nesnelliğin birçok başka toplum için de geçerli olduğu anlamına gelir.

Hem kapitalist dünya sisteminin yapısı, hem de emperyalist savaşın karakteri nedeniyle, Rus Devrimi’nin nesnel arka planını oluşturan belirleyici etkenlerin çoğu az ya da çok başka ülkeleri de etkisi altına alan etkenlerdir.

Nitekim savaşın son yıllarından itibaren birçok ülkede devrimci başkaldırıların ve yarım kalmış devrimlerin olduğu da görülmüştür. Özellikle de Ekim Devrimi’’nin ardından dünyanın değişik bölgelerinde birbirini izleyen devrimci patlamaların olması, Rusya’nın bir devrim ikliminde yalnız başına durmadığının yeterli kanıtıdır.

Daha net söylemeli: Rusya’da çarlığın beklenmedik bir biçimde yıkılmasıyla sonuçlanan Şubat Devrimi beklenmedik bir gelişmeydi; adeta kendiliğinden oldu. Bu bakımdan, emperyalist savaşın oluşturduğu nesnel durumla izah edilmesi mümkün olan bir gelişmedir. Nitekim buna benzer başka gelişmeler de olmuştur. Rus Devrimi’nin peşinden Prusya’daki ve Avusturya-Macaristan’daki imparatorluklar da proleter ayaklanmaların sonucunda yıkılmıştır. Bir açıdan Şubat Devrimi türü devrimler Rusya’ya özgü değildir. Rusya’ya özgü olan Ekim Devrimi’’dir. Bunun izahı da nesnel koşullarda değil, öznel alana dair farklılıklarda aranmalıdır. Rusya’da çarlık yıkıldıktan sonra proletaryanın iktidarı ele geçirebilmesi Bolşevik Parti’nin varlığı sayesinde olmuştur.

Ama Şubat ile Ekim arasındaki kritik dönem, yani ikili iktidar dönemi esas olarak Bolşevikler ile işçi sınıfını burjuvazinin peşine takmaya çalışan oportünistler ve merkezciler arasındaki kavganın damgasını taşır. Bolşevikler bu sınavdan başarıyla geçen tek parti oldular. Diğer bütün örneklerde tersi oldu. Yani işçi sınıfının daha gelişkin olduğu ülkelerde devrimin başarıya ulaşamamasının nedeni nesnel koşulların elverişsizliğinden ziyade aksi yönde bir öznel durumun varlığı ile izah edilmelidir.

Avrupa’nın ileri denilen ülkelerinde sadece Bolşeviklerinki gibi bir devrimci partinin bulunmayışı değildi tayin edici olan. Oportünistlerin varlığı ve işçi hareketine egemen olması da başlıbaşına bir öznel etken olarak  hesaba katılmalıdır.

Nitekim Bolşevizmin başarısının sırrı da oportünistlerden arınmış bağımsız bir devrimci partinin kurulması ve korunması konusundaki iddialarına uygun davranmalarında yatıyor. Tersinden söylersek İkinci Enternasyonal içindeki muhtelif sol yahut merkezci akımın önlerine gelen devrim fırsatlarını kaçırmalarını da oportünizme karşı mücadele konusunu  (hatta Luxembourg örneğinde olduğu gibi bunu herkesten önce teşhis ettikleri zaman bile) hafife almaları ile açıklamak yanlış olmaz.

Oportünizme karşı bu zayıf refleksin ardında aslında devrimde öznel etkenin rolünü küçümseyen bakış açısı yatıyor. Devrimde devrimci partinin rolünü küçümseyenlerle oportünizmin karşı devrimci rolünü küçümseyenler genellikle aynıdır.

Bunların Ekim Devrimi’ne bakışları da haliyle ortaktır. Nitekim Ekim Devrimi’ni Rusya’ya özgü olan öznel etkenlerle değil Rusya’nın nesnel özgünlükleri ile açıklayanlar da bunlar arasından çıkmaktadır; veyahut devrimde partinin rolünü küçümseyen akımlar aynı zamanda Rus Devrimi’ni de nesnel etkenlerle açıklama eğilimindedir.

Paylaş