23 Nisan’da Bir Cumhuriyetin Temelleri Atılmadı

0

[Bu yazı Komünist Köz gazetesinin Mayıs 2010 tarihli 15. sayısında yayımlanmıştır.]

Her yıl olduğu gibi bu yıl da 23 Nisan vesilesiyle verilen demeçlerin başlıca ortak paydası 1920’de Büyük Millet Meclisinin açılışıyla cumhuriyetin temellerinin atılmış olduğu noktasındadır.

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay bunu şu sözlerle ifade etti:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı ve millet egemenliğinin ilan edildiği 23 Nisan 1920, tarihimizin dönüm noktalarından biridir.”

DP genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk da aynı şeyi söyledi:

“Gerçekte, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli, Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla atılmıştır. 23 Nisan 1920 Meclisi’ni, Cumhuriyetimizle birlikte demokrasimizin de temellerinin atıldığı bir büyük siyasi devrim olarak anlamalıyız.”

Başbakan Erdoğan da aynı vurguyu tekrarlarken Baykal, «cumhuriyet ile demokrasinin, ayrılmaz bir bütün olduğuna» vurgu yapmakla kalmayıp, «Cumhuriyetten uzaklaşarak demokrasiyi güçlendiremezsiniz. Cumhuriyeti azaltarak demokrasiyi arttıramazsınız. ….. ve özgürlük uğruna laiklikten vazgeçeceğiz derseniz demokrasiyi de tahrip etmiş olursunuz. Türk toplumunda, laiklik ve demokrasi bir altın üçgen oluşturmuştur. Bunların tümüne aynı zamanda sahip çıkmak zorundayız.» diye kendini ayırdetmeye özen gösterdi.

Taksim 1 Mayısına hazırlık telaşı içinde olan solda ise, 23 nisan, özel bir değerlendirme vesilesi olmadı. Oysa anayasa, referandum, kuvvetler ayrılığı konularının siyasi gündemin en revaçta konuları olduğu bir iklimde 23 Nisan ve Büyük Millet meclisi hakkında yaratılan ve topluma dayatılan efsanelerin perdesini aralayıp bu konudaki siyasi gerçekleri ortaya koymak komünistlerin ödevleri arasındadır. Üstelik YSK’nin anayasa referandumunu 12 Eylüle bıraktığı düşünülürse, önümüzdeki 4 ay boyunca demokrasi ve cumhuriyet konularını döne döne incelemek gerekeceği de açıktır.

Bu bakımdan 23 Nisan’da ne olup bittiğini hatırlamak ve bilhassa 23 Nisan’da açılışını ilan edilen Meclisin ne olmadığına dikkat çekmek gereklidir.

Birinci Meclis Her Şey Olabilir Laik bir Cumhuriyetin Temellerinin Atıldığı Yer Olamaz

Cumhuriyetin temellerinin atılması diye anlatılan Büyük Millet Meclisinin açılış seremonisini tarif eden bildiri bunları söyler:

“Yüce Allah’ın yardımıyla Nisan’ın 23üncü günü Cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır» diye başlayan bu genelgede; «Vatanın İstiklali ve Saltanat makamının düşmanlardan kurtulması gibi en önemli ve hayati vazifeleri yerine getirecek olan Büyük Millet Meclisi’nin açılışını Cuma gününe rastlatmakla, o günün uğurundan, açılıştan önce Meclis’in bütün mensuplarıyla Hacı Bayram-ı Veli Camiinde Cuma namazı kılınarak, okunacak Kur’an-i Kerîm’den ve getirilecek selavattan yararlanılacağı bildirilmiştir. Namazdan sonra Sancak-ı Şerif taşınarak, Daire-i mahsusa’ya (Meclis’in açılacağı yere) gelinmeden önce bir dua edilecek, kurbanlar kesilecektir. Tören dolayısıyla, Hacı Bayram Veli Camii’nden, Meclis binasına kadar Kolordu Kumandanlığınca askerî kıtalar ile özel tertibat alınacaktır.. İndirilecek hatmin son bölümü camiden sonra Meclis önünde tamamlanacaktır. ”

Bu protokolün laik bir zihniyeti yansıtmadığı açıktır. Ama bir Türkiye Cumhuriyeti kurma davetiyesi olmadığı da o kadar açıktır. Zaten Meclis tutanakları da baştan aşağı buna tanıktır:

“Anadolu’nun her köşesinden gelen vekillerinizin teşkil ettiği Büyük Millet Meclisi olanı biteni dinleyip anladıktan sonra millete hakikati söylemeye lüzum gördü. İngilizler tarafından satın alınan ve milleti birbirine düşürmek maksadını güden bazı hainler sizi aldatmak için türlü türlü yalanlar söylüyorlar. İzmir vilayetinin, Antalya’nın, Adana’nın, Antep’in, Maraş ve Urfa havalisinin düşmanlar tarafından işgali üzerine silahına sarılan millettaş ve dindaşlarımızı yine size mahvettirmek için Padişah ve Halifeye isyan sözünü ortaya atıyorlar. Millet Meclisi Halife ve Padişahimizi düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu’nun şunun, bunun elinde parça parça kalmasına mani olmak, payitahtımızı yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz Cenabi Hak ve Resulüekremi namına yemin ederiz ki, Padişaha ve Halifeye isyan sözü bir yalandan ibarettir ve bundan maksat vatani müdafaa eden kuvvetleri aldatılan Müslümanların elleri ile mahvetmek ve memleketi sahipsiz ve müdafaasız bırakarak elde etmektir. Hind’in, Mısır’ın başına gelen halden mübarek vatanimizi kurtarmak için İngiliz casuslarının sizi aldatmak üzere uydurdukları yalana inanmayın, İzmir’ini, Adana’sını, Urfa ve Maraş’ını velhasıl vatanın düşman istilasına uğramış kısımlarını müdafaa edenleri din ve milletlerinin şerefleri için kan döken kardeşlerimizi arkadan size vurdurmak isteyen alçakları dinlemeyin ve onları Millet Meclisi’nin kararı üzerine cezalandıracak olanlara yardım edin. Ta ki, din son yurdunu kaybetmesin. Ta ki, milletimiz köle olmasın. Biz birlik oldukça düşman üzerimize gelmeyeceğini resmen ilan etti. O’nun candan özlediği aramızda nifak ve şikaktır. Allah’ın laneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun ve tevfiki Halife ve Padişahımızı, millet ve vatanı kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın.”

Bu meclisin bir Cumhuriyetin temellerinin atıldığı yer olup olmadığını tartışmak bile abestir. Bu meclis hakkında söylenebilecek şey açılışından birkaç gün önce fiilen dağıtılan Osmanlı meclisi mebusanının adres değiştirerek yeniden toplanmış olduğudur. Eğer meclisin feshedilmesi İkinci Meşrutiyetin sona ermesi ise bu meclisin de Üçüncü Meşrutiyet meclisi olarak anılması gerçeğe çok daha yakındır. Sivas kongresinin çerçevesini çizdiği ve Osmanlı meclisinin son gizli oturumunda da oylanarak ilan edilen Misakı Milli’nin Birinci Meclisin de temeli olduğu düşünülür ise, Osmanlı meclisi ile büyük millet meclisin arasındaki süreklilik barizdir. Bu misakı Milli ise güya emperyalizme ve padişah ve hükümetinin teslimiyetçi tutumuna karşı bir başkaldırı belgesi olduğu efsanelerin en büyüklerinden biridir. Oysa Misakı Milli bir bakıma Mondros Mütarekesinin şartlarını tekrarlayan ve buna riayet edilmesinin bekçiliğini yapmak üzere edilen bir yemindir. Bu yeminin de cumhuriyet ile bir alakası yoktur. 6 maddelik kısa bir metin olan bu Misakı Milli metninin Mondros Mütarekesi metninde yer almayan tek maddesi şudur:

“4. İslam Halifeliği’nin, Osmanlı Saltanatı’nın ve Hükûmeti’nin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara Denizi’nin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara uyularak, Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazlarının dünya ticaretiyle ulaşımına açık tutulması için bizim de, ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar geçerli sayılır.”

Bu bakımdan Kuvayı Milliye hareketinin hiçbir aşamasında «cumhuriyetçilik» ilkesinin izine rastlanmamaktadır. Büyük Millet Meclisinin açılışından geçerek Hilafet ve Saltanatın lağvedilmesine varan süreç, sahici tarihsel seyri takip edilerek kavrandığında bir cumhuriyet yönünde gelişen bir hareketin akla gelmesi bile mümkün değildir.

CHP’nin kuruluş kongresi olarak kabul edilen Sivas kongresinde kurulan partinin asil adi da Halk Fırkasıdır. Cumhuriyetçilik ilkesi 1927’deki ikinci kurultayında yani cumhuriyetin ilanından 4 yıl sonra bu partinin ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Bir başka deyişle cumhuriyet hedefinin bu partinin program hedefi olduğuna dair en ufak bir emare de yoktur.

Cumhuriyet ve Demokrasi Karmaşasına Işık Tutmak Gerekir

Demokrasi ve cumhuriyet kavramları kelime anlamı itibariyle hemen hemen ayni şeye işaret etse de öyle kullanılmıyor. Demokrasi (demos/halk + cratos/iktidar) eski yunancadan gelir ve halkın iktidarı anlamına kullanılır. Latinceden (res publicum=kamusal şey) gelen cumhuriyet ise bati dillerinde «republic, republique» sözcüklerinin Osmanlıcasıdır ve halkın egemen olduğu rejim anlamına kullanılır.

Bu kökenlere bakıldığında demokrasi ve cumhuriyet sözcüklerinin ayni şeyleri ifade ettiğini düşünmek pek tabiidir. Ama durum öyle değildir. Cumhuriyet olmayan demokrasilerden bahsedilmesi pek yerleşik bir adet olduğu gibi demokratik olmayan cumhuriyet tarifleri de yaygındır. Esasen cumhuriyet kavramı monarşi yahut otokrasi olmayan rejimleri tarif etmek üzere kullanılır. Yine eski yunancadan gelen bu iki sözcük de iktidarın tek elde toplanması veya iktidar kaynağı kendinden menkul ve mutlakiyetçi anlamındadır. Bu bakımdan cumhuriyetten kastedilen esasen halkın siyasal rejimdeki rolünden ziyade bir hükümdarın olmadığı bir rejimdir ve bu itibarla genel olarak hakim ideolojinin damgasını taşıyan tahlillerde cumhuriyet ile demokrasi kavramlarının ayırt edilmesine imkan veren bu yaklaşımdır. Ayni bakış açısıyla bir hükümdarın iktidarının sınırlandığı yahut paylaşıldığı durumlarda, (ki kuvvetler ayrılığı konusu da tam bu noktada gündeme gelir) meşruti monarşiler tarif edilir. Bilhassa Avrupa devletlerinin çoğunu oluşturan bu meşruti monarşilere çoktandır demokrasi denmektedir ve demokrasi ölçütleri arasında bir hükümdarın olup olmamasının bir ehemmiyeti yoktur. Daha çok şu ölçüleri ele almak yaygındır: kuvvetler ayrılığı yani yasama yürütme ve yargı kuvvetlerinin birbirinden ayrılması; yasama organının «genel ve eşit» oy ile belirlenmesi; temel insan hakları diye tarif edilen ve bugün BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine uygun bir anayasanın varlığı.

Bugün muasır medeniyetler denen camiayı oluşturan devletlerin ortak özellikleri bunlardır. Görülebileceği gibi bu ölçütlerin arasında cumhuriyet yoktur; laiklik de bir şart değildir. Bu bakımdan demokrasi esasen Avrupa’daki örneklerini esas alan bir burjuva demokrasisidir. Bu çerçevede bir rejimi demokratik olarak tanımlarken bir monarşi olup olmadığına, sömürgelerinin olup olmadığına, federal yahut üniter olup olmadığına değil bu esaslara bakılır. Halkın kendi kendini yönetmesi hakkındaki masal ise sadece yasama organına seçimle belirlenmiş temsilcilerini gönderme hakkini ve hangi esaslara göre yönetilip yargılanacağını belirleyen bir anayasal düzene sahip olmaktan ibarettir.

Bu açıdan bakıldığında 1920 yılının 23 nisanında Ankara’da olsa olsa Avrupa standartlarında bir burjuva demokrasisinin (yahut ayni anlama gelmek üzere burjuva diktatörlüğünün) temellerinin atıldığını söylemek mümkündür. Bu itibarla sol literatürde genellikle «burjuva demokratik devrimi» bakımından burjuvazinin ve onun siyasi temsilcilerinin ödevlerinin yerine getirildiğinden söz edilebilir. Oysa genellikle «burjuva demokratik devriminin gerçekleşmesi dendiğinde bundan çok daha geniş (örneğin otokrasinin yahut monarşinin tamamen lağvedilmesi, özellikle köylülük açısından toprak sorununun çözülmesi, demokrasi sorunun tüm yönetilenler açısından çözülmesi, emperyalizmden veya sömürge boyunduruğundan tamamen kurtulmak, ulusal sorunu köklü bir biçimde çözmek, faşist bir diktatörlüğe son vermek vb.) bir çerçeve anlaşılır. Oysa bu çerçevenin genişlemesi ya da daralması andaki güçler dengesine, tarihsel koşullara (ve tarihsel tesadüflere) göre burjuva demokratik devriminde burjuvazinin ve siyasi temsilcilerinin ister istemez üstlenmek zorunda oldukları ödevler nedeniyledir. Aksi takdirde burjuvazi bakımından demokratik devrim pek çok örnekte olduğu gibi, eski hakim sınıflarla kendi arasındaki güçler dengesine göre siyasi iktidarın ve üretim araçlarının mülkiyetinin paylaşılmasıyla sinirli kalabilir. Nitekim meşruti monarşilerle çözülen bu görevlerin sonuçları böyle anlaşılmalıdır. Bu takdirde de Türkiye’de (Osmanlı İmparatorluğunda) burjuva demokratik devrimden söz etmek için 1920’nin 23 nisanını beklemeye gerek yoktur. Zira 1908’de bu bakımdan Türkiye’de burjuva demokratik devrimin gerçekleştiğinin saptanmış olduğu sır değildir. 1908 ayni zamanda İkinci Meşrutiyet olarak anıldığına göre 1920’den de Üçüncü meşrutiyet diye söz edilmesi yanlış olmaz. İkinci meşrutiyetten sonra bir daha üçüncü bir meşrutiyete ihtiyaç duyulması da çok aykırı değildir. Çünkü başka örneklerde de (mesela Fransa örneği de dahil olmak üzere bilhassa İngiltere örneğinde) böyle ileri geri gidişlerin olduğunu bilmek için alim olmaya gerek yoktur.

Bu çerçevede 1920’de Büyük Millet Meclisinin kurulmasına ikinci meşrutiyetin yenilenmesi ve bu anlamda burjuva demokratik devrimin tekrar kendi yoluna girmesi olarak bakmakta bir yanlışlık olmaz. Ama bu gelişmenin daha ileri giderek saltanat ve hilafeti kaldırması, laik bir cumhuriyet ilan etmesi, köylülüğün toprak sorununu emekçilerin demokrasi sorununu çözmesi emperyalist ordular ve tüm işgal güçleriyle bir savaşa tutuşarak onları tamamen kovalaması, ayrıca Kürt ulusal sorununa demokratik bir çözüm getirmesi vb. gibi ödevler atfetmek, bu tür beklentilerle önce burjuvazinin siyasi temsilcilerine ilerici bir misyon atfedip sonra da bu gerekçeyle onların kuyrukçuluğuna soyunmak şart değildir. Oysa en bilinen örneğiyle Menşeviklerin bakış açısı böyle özetlenebilir. Buna karşı Bolşeviklerin tutumu ise tam tersine burjuva demokratik devrim sürecinde bu ödevlerin bayraktarlığını burjuvaziye kaptırmamak ve bu ödevlerin çözülmesini işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik önderliği sıfatıyla «sosyal demokratların» yahut sosyalistlerin (bugünün deyişiyle komünistlerin) üstlenmesi gerektiği yönündedir. Bu takdirde söz konusu olacak olan burjuva demokratik devrimin bu genişletilmiş içeriği ile emekçilerin siyasi temsilcileri tarafından üstlenilmesi sayesinde eski hakim sınıflar ve emperyalist güçlerle uzlaşma eğiliminde olan burjuvazinin devre dişi bırakılmasıdır. Bu ise burjuva demokratik devrimin görevlerini genişlemiş kapsamıyla üstlenen emekçilerin iktidarının kesintisiz bir biçimde özel mülkiyetin, sınıfların ortadan kalkacağı bir evreye doğru ilerlemesinin önünü açacaktır. (Bunun için Bkz SOSYALİST DEVRİM/DEMOKRATİK DEVRİM DOSYASI). Nitekim ayni zaman diliminde kurulup Anadolu’ya geçme kararı alan Mustafa Suphi’nin TKP’sinin temsil ettiği çizgi budur.

Bolşevizm ile Menşevizm Arasındaki Ayrım Çizgisi

Bugün demokratik anayasa, sivil anayasa, demokratik cumhuriyet kavramlarının birbirlerine karıştırıldığı bir ortamda idrak edilen 23 Nisan’da 1920 dönemecini bilhassa bu yönüyle hatırlamak, o zaman Menşevik tutum ile bolşevik tutumun nasıl ayırt edildiğini hatırlamak bugün ayni ayrımları net bir biçimde koyabilmek için zorunludur. Hem de mevcut iklim bunun için oldukça elverişli, komünistler de bu ayrım çizgilerini kalınlaştırmak üzere yeterince donanımlıdır.

Kuşkusuz bu ayrımların çizilmesi ödevinin sadece menşevizmin bir türü ile ilgili bir ödev olmadığını unutmamak gerekir. Aksine asil önemli olan demokratik ödevlerin çözülmesini burjuvazinin siyasi temsilcilerinden bekleyenler ve bu nedenle onların dümen suyunda bir siyasi çizgiyi benimseyenlerle ayrımların çekilmesi değildir. Aksine bugün önemli olan «burjuvazi kendi ödevlerini yerine getirsin biz de ondan sonra sosyalist devrimin ödevlerini yerine getiririz» diye bakan ve bazen «sosyalist devrimci» diye de tarif edilen Menşevik türü ile ayrımların çekilmesidir.

Aynı ortak bakış açısından hareket edip burjuvazinin temsilcileriyle ilişkiler konusunda birbirinden zıt kutuplarda gezinen ve demokratik devrimde emekçilerin ve ezilenlerin siyasi temsilcilerinin özgün ve belirleyici rolünü ihmal etme konusunda tekrar buluşan bu eğilimlerle ayrım çizgilerinin kalınlaştırılması bolşevizmin izinde komünistlerin birliğini sağlama iddiasinda olanlar bakimindan bugünün en önemli ödevleri arasındadır.

KöZ’ün arkasında duran komünistler bu ödevin bilinciyle 12 eylül’deki referanduma kadar uzanan süreci istismar etmek için hazırlıklarını sıklaştırmalıdır.

AKP’nin sözüm ona demokratik açılım adi altında attığı adımların kendilerine dayattığı ödevleri önemsemeyen bu sürecin emekçilerin ve ezilenlerin çıkarları açısından istismar edilebilir bir nitelik taşıdığını bunun imkânlarının mevcut olduğunu görmeyenler günün somut siyasal ödevleriyle ilgilenmedikleri gibi, bu gündemin çekim alanı içindeki emekçilere ve ezilenlere bir yanıt getirmekten de uzak durmaktadırlar.

12 Eylül Anayasa’sının ve 12 Eylül rejiminin o Anayasanın belirlediği çerçeveye bağlı kalarak ortadan kaldırılamayacağı açıktır. Ama 12 Eylül Anayasasının tarihin çöplüğüne atılmakta olduğunu iddia eden Amerikancı AKP hükümeti ve 12 Eylül anayasasını koruyup kollama misyonunu benimseyen rakipleri karşısında bağımsız bir tutum geliştirmeden tarafsız kalarak veya birinin yahut diğerinin dümen suyuna kapılarak bunun yapılabileceği de ayni ölçüde açık olmalıdır.

Saltanatın ve hilafetin kaldırılması vb. nedenlerle 23 Nisanı kendi bayramları gibi kutlama ve bu nedenle Kemalist hareketin kuyruğuna takılmayı meşru gösterme eğiliminde olanlar elbette «12 Eylülcülerin yargılanması hakkındaki yasağın» kaldırılması konusunda da benzeri bir tutumu gösterebilirler. Ama saltanatın ve hilafetin burjuvazinin siyasi temsilcileri tarafından lağvedilmesini onların kuyruğuna takılmak için bir bahane olarak değil, emekçilerin ve ezilenlerin önderliğinde bir demokratik devrim yolunda kaçırılan bir fırsat olarak gören komünistler AKP’nin rakipleriyle yürüttüğü it dalaşının bir epizodu olarak gündeme gelen referandum sürecini de ayni bakış açısı ve bilinçle kendi stratejik hedefleri doğrultusunda istismar etmenin yollarını bulacaktır.

Paylaş