7 Haziran Seçimleri ve Esaslı Sonuçları

0

[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesi’nin Eylül 2015 tarihli 5. (102) sayısında yayımlanmıştır.]


I. SEÇİMLERDE AKP VE YEDEĞİ CHP GERİLEDİ HDP VE MHP İLERİ ÇIKTI

Meclise giren dört partiden AKP ve onun yedeği olan CHP seçimlerden gerileyerek çıkarken, MHP ve HDP ileri doğru hamle yaptı. Beklenenden fazla oy kaybeden AKP, tek başına hükümet kuramayacak noktaya geriledi.

Erdoğan’ın seçim kampanyalarında şoven milliyetçi bir müdahalede bulunması AKP’ye bir şey kazandırmadığı gibi, bu söylem hassas seçmenlerin orijinale yönelmesiyle sonuçlandı. Pasif bir seçim kampanyası yürüten MHP, Erdoğan’ın kampanyasından AKP’den fazla yararlandı. 7 Haziran seçimlerine giderken Kürtlerden ümidini kesip milliyetçiliğe yönelen ve MHP’nin rolünü çalmaya yeltenen AKP’nin döşediği yoldan MHP “yürüdü”. Kendini HDP’ye karşı kollamak isteyen AKP bunu başaramadığı gibi bir de MHP’ye doğru kan kaybetti.

Seçimin sürprizi hiç şüphesiz HDP’nin sadece barajı aşmakla kalmayıp meclisin üçüncü partisi haline gelmesidir. AKP’yi iktidardan düşürmek için HDP’nin barajı aşmasından başka seçenek olmaması gerçeği seçim kampanyalarına damgasını vurunca HDP’ye yönelik “stratejik oy” diye tarif edilen bir eğilimi dürtüledi.

HDP’ye doğru bu kitlesel yönelimde elbette sermaye/medya desteğinin baştan itibaren belirleyici bir etkisi vardır. Bu faktör bilhassa “seni başkan yaptırmayacağız” şiarında ifade bulan propagandayı da anlatır. İkincisi elbette AKP’nin bugüne kadar seçim zaferlerinde belirleyici bir payı olan Kürt oylarının esas adresine yönelmesidir. Bu da seçim kampanyalarında “Kobanê düştü düşecek” gafının hatırlatılmasıyla dile getirilen olguya işaret eder.

Erdoğan Kürtlerin desteğini kaybedeceğini fark ederek aksi yöne yönelince aslında AKP’nin bu kesimden herşeye rağmen alabileceği oylardan da peşinen vazgeçmiştir. HDP aslında olmayan çözüm süreci masasını tekmelememekte direnince masayı kendisi tekmeleyen Erdoğan böylece Kürt oylarından büsbütün vaz geçmiş ve böylelikle HDP’nin buradan alabileceğinden fazla oy almasına yardımcı olmuştur. Ama HDP’nin asıl beklenmeyen oy artışı Kürdistandaki bu kabil artışlardan ziyade büyük şehirlerden aldığı oylarla sağlanmıştır. İzmir, İstanbul’da bu oylar, AKP’den kopan Kürtlerin oylarının yanı sıra, açıkça CHP’nin almayı ümid ettiği sol ve genç oylardır. Adana ve Mersin, Gaziantep, Urfa, Erzurum, Van, Ağrı gibi büyük illerde aldığı oyların ise esas olarak AKP’den koparılan oylar olduğu anlaşılmaktadır.

Açıkçası cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın aldığı oylar dikkate alınırsa o zamandan 7 Haziran’a gelen süreçte HDP’nin ilaveten aldığı oy miktarı yüzde 3-3,5 civarındadır. O zaman Demirtaş’ın aldığı yüzde 9,8’lik skorun içinde daha önce AKPye gidip geri gelen Kürt oylarına ilaveten bir “sol oy” kütlesi de bulunmaktaydı. Oyların dağılımından da bu görünmekteydi. Açıktır ki HDP bu oyları belki yarım puan daha arttırarak devşirmiştir. Bu durumda cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana HDP’nin AKP’den aldığı ilave Kürt oyları yüzde 3’ten fazla değildir. Bir başka deyişle HDP Kürt oylarının tamamını AKP’nin arkasından çekebilmiş değildir; hala kayda değer bir kesimi orada durmaktadır.

Nitekim AKP’nin dibe vurmasında ve HDP’nin ileri çıkmasında Rojava devrimi ve Kobanê direnişi belirleyici bir rol oynamış olsa bile bu konu seçim kampanyalarına bir ulusal kurtuluş teması olarak değil IŞİD gericiliğine karşı direniş çerçevesinde girmiş ve bu ölçüde etkili olmuştur. Söylemde bunu aksi yönde göstermeye yönelik ifadeler bir yanılsama yaratsa da temelde propaganda kampanyasının ulusal devrimci, ulusal kurtuluşçu bir kampanya olmadığı aşikardır.

Bu itibarla HDP seçmeninin ezici çoğunluğu Kürtlerden müteşekkil olsa da bu HDP’nin Kürdistanın ulusal sorunu üzerinden siyaset yaptığı için değil, onun Bund’cu karakterinden ötürüdür. HDP esas itibariyle “sol” bir çizgide bir kampanya yürüterek bugün geldiği noktaya gelmiştir. “Sol” derken de anlaşılması gereken liberal reformist bir sol çizgidir. HDP’nin bundan ayrı bir yerde durması için bir neden yoktur. HDP sola dönük bir kampanya yürütürken bile esasen radikal islama karşı “islama saygılı duruşunu vurgulayan bir laiklik” çizgisinde kalmıştır. Genel olarak sol değerlerden bahsederken bile, grev ve direnişlere mesafeli durmaya devam etmiştir. Bir başka deyişle liberal sol bir hatta ve reformist bir doğrultuda, ulusal kurtuluşçu olmadığı gibi sınıf eksenli de olmayan bir sol çizgi takip etmiştir.

II.ERDOĞAN’IN BAŞKANLIK PROJESİ YENİLGİYE UĞRAMIŞ RAKİPLERİ İSE ÜMİTLENMİŞTİR

7 Haziran 2015 seçimleri beklendiği gibi AKP’nin bir kez daha referanduma tabi oluşunun damgasını taşıyor. Bu kez öncekilerden farklı olarak AKP nihayet referandumdan “devam” mesajı alamadı. 12 Eylül Anayasasını başkanlık rejimini açıkça tarif edecek şekilde değiştirmek için seçim fırsatını değerlendirmek isteyen Erdoğan bu hülyasından vazgeçmek zorunda kalacağı bir duruma düştü. Bunun yanı sıra kendisiyle birlikte partisinin de yıllardır elinde tuttuğu iktidar tekeli sarsıldı.

Dolayısıyla seçim sonuçlarının dayattığı ilk gerçek Erdoğan’ın geri itilmesi yönündeki girişimlerin hız kazanmasıdır. Böylelikle AKP içinde zaten başlamış bulunan iç çekişmenin şiddetlenmesine zemin hazırlayan bir tablo ortaya çıkmıştır. Bu aynı zamanda kurulacak hükümetin bileşimine göre 4 bakanın yüce divana gönderilmesinden başlayıp ilgili başka dosyaların da açılmasına kadar gidebilecek ve dışarıdan gelen baskıların şiddetine göre Lahey’e kadar da uzanabilecek bir sürecin açılması demektir.

Partisini ikame edecek tarzda seçimlere müdahil olan Erdoğan sadece hayalini kurduğu başkanlık sistemi doğrultusunda bir anayasa değişikliği yapmak için gerekli koşulları sağlayamamakla kalmadı. Şimdi iktidarın bir ucunda kalabilmek için kiminle ortaklık kurarsa kursun geri adım atmak ve taviz vermek zorunda kalmıştır.

Her ne kadar tabloda ve meclis aritmetiğinin oluşmasında yenilgiye uğrayan AKP olarak görünse de, esas yenilginin öne geçerek ve AKP’yi de tümüyle ikame edecek tarzda ve parti teşkilatını da öteleyerek devreye giren Erdoğan’ın ve onun öne çıkarıp ısrar ettiği başkanlık sistemi modelinin yenilgisi olduğunun altını çizmeye gerek vardır.

Erdoğan bu referandumdan yenik çıkarken aynı zamanda 17-25 Aralık dönemecinden itibaren yolu döşenen hesap verme turnikesine de girmiş bulunmaktadır. Erdoğan’ın karşı karşıya bulunduğu tehdit barajı aşarak meclise AKP’nin tek başına hüküm sürmesine engel olacak bir grupla giren HDP’den ibaret değil. Onun kuyusunu kazmak için fırsat kollayan rakipleri ve yedekleri olan CHP ve MHP’nin parlamento ve hukuk alanındaki muhtemel hamlelerini de öngörmek gerekir.

Müteaddit vesilelerle hedef tahtasına oturtulan Aydın Doğan grubu da seçim sürecinde yolsuzluk vb. ile uğraşmaktan ziyade HDP’nin önünü alenen açmak suretiyle Erdoğan’dan etkili biçimde bir intikam almış durumdadır. Ama bununla yetineceğini sanmak yanılgı olur. Henüz kanmış olduğu sanılmamalıdır; intikam için hamle yapmaya devam edecektir. Kaldı ki tek o değildir sırada bekleyen. Üç aşağı beş yukarı benzer mecralarda bulunan başka “medya patronları” ve zaman zaman “Ey TÜSİAD” tiratlarıyla anılan sermaye çevreleri de en az ilk elde infaz edilen Bank Asya kadar Erdoğan’la hesaplaşmak için sotada beklemektedirler. Hatta “yandaş medya” yahut “havuz medyası” tabir edilenler cephesinde de seçim sonuçlarının görülmesiyle birlikte yeni duruma göre vaziyet almak üzere kıpırdanmaların olması da şaşırtıcı olmamalıdır.

Öte yandan salıverilen Ergenekon, Balyoz vb. davaların seçimlerden önce yakası bırakılan sanıkları da buna şükredip köşelerine çekilecek değillerdir, kuşkusuz. Bunlar henüz bir intikam hamlesi yapmış değildir. Ama bunların maruz kaldıklarını sineye çekip kenarda duracağını sanmak budalalık olur. Aksine adeta Ergenekon vb. dava dosyalarının oluşturulması sırasında olduğu gibi en beklenmedik noktalara erişen kimi “kumpaslarla” IŞİD ilişkileri vb. hususları faş ederek asıl hamlelerini yapmaya hazırlandıklarını düşünmek yanlış olmaz. Cumhuriyet gazetesinin kritik bir aşamada yapmaya başladığı yayın da bunun bir işareti olarak görülmelidir.

Nihayet Ergenekon Balyoz vb. operasyonların hangi mekanizmalardan üretildiği sır değildir. “Paralel devlet” diye tabir edilen odak da bundan başka bir şey değildir. Bu odağın 17/25 Aralık operasyonlarıyla tüm mermilerini tükettiğini ve bürokrasi içindeki görülmemiş operasyonlarla, Bank Asya operasyonu gibi hamlelerle büsbütün iflahının kesildiğini sanmak saflık olur. Aksine asıl şimdi uzun zamandır beklenen sandık hezimeti nihayet kendini göstermişken bu yönden gelecek hamlelerin artması sürpriz olmayacaktır.

Erdoğan’ın seçimdeki başarısızlığının sonuçları sadece Türkiye çerçevesiyle sınırlı kalabilecek değildir; nedenleri de orada değil.. Bir yandan bu başarısızlığa öngelen dış politika başarısızlığı, yani meşhur “stratejik derinlik” çukurunda debelenen bir dış politika akla getirilmelidir.

Bilhassa AKP hükümetinin doğrudan doğruya müdahil olduğu ve Esad’ın üç vakte kadar devrileceği Suriye tablosu başlı başına bir etkendir. Yanı sıra büyük başarılarla anılan ekonomik politikaların bugün vardığı çukur nokta akla getirilmelidir; ki bu noktada git gide daha ağır darbelerin gelmesini haber veren bir kriz sarmalı kapıdadır. Güya AKP iktidarının en büyük kozu diye gösterilen ekonomi değirmeninin suyu da gerek AKP ile ilgili politik nedenlerle gerekse de ABD’yi ilgilendiren ekonomik nedenlerle iyice kısılmış durumdadır.

Erdoğan’ın arkasındaki güçlü seçmen desteği olduğu müddetçe nispeten ılımlı ve ölçülü tepkiler vermekle birlikte, meramlarının anlaşılması için yeterli açıklıkla tutum belirleyen emperyalist odaklar da, “küvetteki kirli suyla birlikte bebeği kubura atmamaya” özen göstererek tepki ve müdahalelerini arttıracaktır.

III. ERDOĞAN’IN RAKİPLERİ DE PARLAK DURUMDA DEĞİL

Bunun yanı sıra Erdoğan karşıtı blokun durumu da daha iç açıcı değildir. Seçim sonuçları asıl emanet oyların HDP’de değil MHP’de durduğunu göstermiştir. Zaten kastedilen oyların 2002’den beri AKP ile MHP arasında gidip geldiği bir vakıadır. Bu bakımdan MHP de, olası bir erken seçimde ve hükümetin kurulamaması durumu ortaya çıktığında, bu oyları koruyabileceğine güvenmemektedir. CHP’de ise Kılıçdaroğlu’nun ve perde arkasından onu yöneten ekibin siyasi geleceği hükümet olma umuduna bağlıdır. Dolayısıyla CHP’nin kendisi de her türlü koalisyona açık bir pozisyonda bulunmaktadır. Zaten Kılıçdaroğlu’nun seçim sürecinde “devri sabık” yaratmayacağız demesi, “Cumhurbaşkanı’nın yargılanması hoş olmaz” demesi, kampanyasını ekonomik sorunlar üzerine kurması da CHP’nin “ne olursa olsun hükümet” çizgisini özetlemektedir. Aslına bakılırsa bu esas olarak arkasındaki ulusal ve uluslararası sermayenin yönelimidir.

Bu çerçevede Erdoğan ve Baykal arasındaki görüşmeyi de Erdoğan’ın seçim sonuçlarını kabullenmesi ve yelkenleri suya indirmesi olarak görmek büyük bir yanılgı olur. Tersine Erdoğan’ın elindeki en büyük koz erken seçim silahıdır. HDP de dahil olmak üzere tüm partiler bunun farkındadır. Bir erken seçime gidildiği zaman da uzlaşmaz unsurların kaybeden tarafta olma ihtimali yüksektir. Erdoğan’ın bu süreç boyunca uzlaşmaya en açık kişi olarak hareket etmesi sonuçları kabullenmesinden değil hasımlarının seçim öncesindeki uzlaşmaz hesap sorma söylemiyle bugünkü meclisin bir uzlaşmayı dayatmasından doğan açmazlarını görmesinden ötürüdür. Erdoğan arkaplanda kalan ve uzlaşmacı bir çizgi izlerken, yandaş basının Türkiye’ye istikrarsızlığa gidiyor çığlıkları atması da bir tezat değil bu planın ayrılmaz bir parçasıdır. Diyarbakır’daki seçim sonrası provokasyon da bu çerçevede anlaşılmalıdır. Hükümetin kurulma sürecinde Erdoğan arka plana geçerken, Erdoğancı güçler istikrarsızlık fikrini öne çıkaracaktır.

Bu itibarla AKP’nin 17/24 Aralıktakinden daha sert bir saldırıyla yüzyüze kalacağını ve varlığını koruyabilmek için Erdoğan’dan vazgeçme zorunluluğu ile yüzyüze kalacağını düşünmek mümkün olsa da muhalefetin açmazı tam tersi yöndeki gelişmelerin önünü açmaktadır. Erdoğan’ın şimdilik kimi noktalarda geri adım atması muhtemelken, muhalefet de onun suçlarını şimdilik sümenaltı  etmeye mecburdur.

Bununla birlikte unutmamak gerekir ki Erdoğan’ın akıbetinin böyle bir mecrada tayin edilmesinin sadece Türkiye içindeki dengeler ve meclis aritmetiğinin izin verdiği hamleler uyarınca olacağını zannetmek yanılgı olur. Zira Erdoğan’ın gerek uluslararası planda bir Adalet Divanına sevkedilmesi büyük ölçüde IŞİD bağlantılı girişimleri üzerinden kurulmak gerekir. Böyle bir sürecin anlamı ise basit bir Erdoğan yargılamasından ibaret değildir ve CHP’nin umduğu gibi sıradan olmasa bile bir yolsuzluk davasına indirgenebilecek türden bir dava değildir.

Nitekim Erdoğan da casusluk vb. suçlamalarla sorunun asıl mahiyetine işaret etmektedir. Bu itibarla Erdoğan’ın nasıl ve ne yönde bir kaderle yüzleşeceği Orta Doğu çapında, bilhassa Suriye’nin akıbetine dair güç dengelerinin durumuna göre şekillenebilecek bir süreçte netleşebilir. Ne var ki bu bağlamda henüz taşlar yerine oturmuş değildir. Bu itibarla da görünen o ki uluslararası koşullar olgunlaşmadığı takdirde ve müddetçe, yani yakın vadede rakipleri Erdoğan’ın nispeten Anayasa tarifindeki Cumhurbaşkanlığı sınırlarına doğru çekilmesine ve kimi ikinci üçüncü derecede faillerin dava konusu edilmesiyle yetinmeye razı olmak zorunda kalacaktır.

IV. 12 EYLÜL REJİMİ DAHA DA YIPRANDI ANAYASA TARTIŞMALARI BAŞKA MECRADA YÜRÜYECEK

Erdoğan’ın bu son referandum denemesinden başarısızlıkla çıkmış olması bir yana, aynı seçimde 12 Eylül rejimi bir başka cihetiyle de referanduma tabi tutulmuştur. HDP’nin parti olarak seçimlere girme kararı almasıyla, önceki seçimlerin hepsinden farklı olarak bu defaki seçimler aynı zamanda 12 Eylül rejiminin %10 barajının da oylandığı bir tür “referandum” olmuştur. Ve bu referandumdan HDP tüm tertiplere rağmen başarıyla çıkmıştır.

Doğrusu seçimlerde HDP’nin iyimser tahminlerin de ötesine geçerek %13’ü aşmasıyla 12 Eylül rejimi de onun son bekçisi AKP ile birlikte oylanmış ve reddedilmiştir. Zira % 10 barajının reddedilmesi aynı zamanda 12 Eylül rejimine de hayır denmesi anlamına gelmektedir.

Bununla birlikte 1982 Anayasası ile gelen seçim barajının aşılması barajın ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Baraj hala yerli yerindedir. Üstelik gündemdeki erken seçim tartışmalarından da görüldüğü gibi HDP’nin başının üzerinde bir kılıç gibi sallanmaktadır. Dahası 12 Eylül barajı bu seçimde işlevsiz de kalmamıştır, hatta Erdoğan’ın anayasayı değiştirmesinin engellenmesi de esas olarak seçim barajı sayesinde olmuştur. Zira seçim barajı küçük partileri parlamento dışında tuttuğu gibi barajı aşan partilerin büyük parti olmasına da yol açmaktadır. AKP’nin yeni mecliste başkanlık sistemini dayatmasını imkansız hale getirmiştir. Gelgelelim aynı seçim barajı rejimi korurken hükümetin kurulmasını imkansız hale getirmiştir. Üstelik AKP’nin yedek lastiği olarak hazırlanmakta olan CHP de biraz daha hava kaybetmiştir.

Böylelikle yeniden gündeme gelmesi kuvvetle  muhtemel olan anayasa tartışmaları artık hüküm süren 12 Eylül rejiminin anayasasının değiştirilmesi noktasından değil, barajı delinmiş 12 Eylül anayasasının çöpe atılması noktasından başlamak durumunda kalacaktır. Yahut bu delinmiş 12 Eylül anayasasını yamamak isteyenlerle gerçekten çöpe atmak isteyenler arasında bir kavgaya zemin hazırlanmış olacaktır. Meclise giren tüm partiler bir Anayasa değişikliğinin elzem ve ivedi olduğunu beyan etmektedir. Ama bunlar mevcut Anayasaya göre yapılmış seçimlerin sonucunda ve o Anayasanın belirlediği koşullarda şekillenmiş bir meclis bünyesinde sağlanabileceğini hayal ve iddia etmiş olurlar; konunun tabiatı gereği bu mümkün değildir. Bu çerçevedeki bir girişimin yeni bir Anayasa tesisi olmaktan ziyade 12 Eylül Anayasasının makyajlanmasının ötesine geçemeyeceği açık olmalıdır. Üstelik bu sefer öncekinden daha karmaşık bir parlamento aritmetiği üzerinde, güçlü bir hükümetin mümkün görünmediği ve HDP’nin iki kattan fazla vekille mecliste yer aldığı koşullarda büsbütün ham bir hayaldir.

V. SEÇİM, REJİM KRİZİNİ BİR HÜKÜMET KRİZİ DE ÜRETEREK DERİNLEŞTİRMİŞTİR

Her ne kadar HDP’nin 12 Eylül barajını aşması halinde bu durumun sadece AKP’nin görece geri düşmesine yol açacağı ve meclisin kilitlenmesine yol açacağı önceden tahmin edilebiliyor olsa da, ortaya çıkan tablo rejim açısından tahmin edilenden daha vahim ve karmaşıktır. Seçimlerin ardından bir koalisyon ihtimalinin gündeme gelebileceği ve AKP’nin arzu ettiği gibi bir güçlü hükümet kurmasının mümkün olmayacağı ihtimaller dahilindeydi. Ama AKP’nin tek başına hükümet kuramaz durumda seçimlerden çıkacağı o kadar beklenen bir sonuç değildi. Seçimlerde en az beklenenin gerçekleşmesi ve AKP’nin hükümet kuramaz hale gelmesi de rejim krizini derinleştirici bir etki yaratmıştır. Mamafih AKP’nin bu durumu sadece bir koalisyon ihtiyacını dayatmakla kalmıyor. Her biri diğerinden sorunlu muhtelif koalisyon olasılıklarına kapı açan bir tablo oluşturuyor; beklenenden karmaşık bir tablo sunuyor.

Üstelik IŞİD’in karşı devrimci Kobanê kuşatmasında bozguna uğrayıp geri atılmasının da hatırı sayılır bir biçimde etkilediği 7 haziran seçimlerinin sonuçları burjuva siyaset arenasında yeni yeni algılanmaya çalışırken bu kez kendisi için önemli bir sınır mevzisi olan Tal Abyad’dan (Giri Spi) IŞİD’in kovulmasıyla daha ağır bir darbe aldığı haberleri geldi. Böylelikle IŞİD Rakka’ya sıkıştırıldı, Türkiye ile bağlantı sağlamak için sadece Batıda bir tek geçiş kapısı kaldı. Rojava kantonları arasında çoktan beri sağlanmaya çalışan bağlantı kuruldu. Türkiye’deki iklimin ezilenler ve emekçiler lehine değişmesine önemli katkısı olan Rojava devriminin gölgesi derinleşen kriziyle cebelleşen ve 7 Haziran sonrasındaki hareket alanını iyice kısıtlanan Türkiye burjuva siyasetçilerinin üzerine düştü.

İçinden geçtiğimiz nazik durumun gerektirdiği güçlü bir hükümetin çıkmasına pek elvermeyen meclis aritmetiğinin yanı sıra bir de içinden tam olarak nelerin çıkacağı bile belli olmayan bir enkaz yeni hükümet tarafından devralınması söz konusudur. Bu da bu kritik aşamada bir hükümetin teşkil edilmesini güçleştiren başlı başına bir etkendir.

Görünen o ki, AKP’ye ve onun üzerinden Erdoğan’a kim yanaşırsa onunla birlikte geri düşmeyi göze almak zorundadır. Bunun farkında olanların başında gelen CHP için, sadece MHP ile yan yana gelmek yetersiz olacağından üç partinin ortaklık kurması seçeneğine bel bağlamakta. Bu umarsız arayış onu giderek yedek lastiği olmayı hesap ettiği AKP’nin koltuk değneği olmaya itecektir. MHP de onu bu role iterek ve AKP’nin kendisine iyice muhtaç olmasını sağlamak üzere hareket etmektedir.

MHP’nin HDP’nin bir ucunda olacağı herhangi bir hükümet formülüne kesin olarak karşı duruşu AKP’siz bir hükümetin kurulmasını imkansız hale getirmektedir. Bu durumda aritmetik olarak gerçekleşmesi mümkün iki hükümet formülü geri kalmaktadır. Bu durumda bir AKP-CHP koalisyonu ile bir AKP-MHP hükümeti seçeneklerinin dışında hükümet formülü görünmemektedir. Aritmetik olarak mümkün olsa bile, bir AKP-HDP koalisyonu, seçim öncesinde üzerinde sıkça durulan bir olasılık olsa da ufukta görünmemektedir. Seçimlerin öncesinde HDP’nin meclise güçlü bir biçimde girmesiyle AKP’ye koltuk değneği olacağı hakkında yapılan muhtelif tahminlerin, mevcut koşullarda hayat bulamayacağı da giderek anlaşılmaktadır.

Bu tablo her şeyden önce iki anahtarlı bir kilitlenmeyi ifade etmektedir. İki anahtar da adeta birbirlerini iten manyetizmalara sahiptir. MHP ile HDP’nin birlikte kullanıldığı ve birbiriyle uyumlu hareket ettiği takdirde açılacak bir kilit söz konusudur; ve bu iki anahtarı aynı zamanda kilide takmak oldukça çetin bir iştir. Bu durum mecliste basit bir kilitlenmeye delalet eden bir durum değildir. Bu meclis aritmetiğine göre soyut olarak bir koalisyon çözümü mümkün gözükse bile, esasen cebirsel bir denklem söz konusudur. Ve parametrelerin hangi şartlarda hangi değerleri alacağı belli değildir; dolayısıyla herhangi bir koalisyon denkleminin nasıl bir sonuç vereceği de peşinen belli değildir; mutlaka aynı sonucu vermeyeceği ise peşinen bellidir. Bu itibarla aritmetik olarak mümkün görünen ve kurulabilecek olan herhangi bir koalisyonun somutta istikrarlı biçimde yürüyebilecek bir koalisyon formülü bulunmasının neredeyse imkansız olduğuna işaret eden bir tablo vardır.

Bu itibarla her ne kadar hemen bir erken seçimin gündeme gelmesi mümkün görünmese de kalıcı bir hükümet formülü (sık sık imrenildiği gibi bir Merkel formülü) muhtemel değildir. Gerçekleştiği takdirde herhangi bir koalisyonun en uzun ömür ihtimali erken seçimlerle buluşan bir seçim hükümeti olabilir.

Üstelik bir AKP-CHP koalisyon formülünün imkan dahiline girmesinin bir başka koşulu daha vardır. AKP’nin kongreden önce yahut sırasında parçalanması ihtimal dışı değildir. Bu yönde hesapların malum ve konunun uzmanı odaklarca yapılmakta olduğundan şüphe etmek bönlük olur. Nitekim Abdullah Gül’ün seçim kampanyaları sırasında Erdoğan’ın bir aksesuarı olarak Fetih kutlamalarına katılmayı reddetmesi bir ilk işarettir. 8 Haziran’da önemli açıklamalar yapacağını ilan etmiş bulunan Arınç’ın da Erdoğan’ın en çok takdir ettiği kanalların başında gelmediği besbelli olan CNN Türk’te herhangi bir sınır koymadan sahne alması da daha kuvvetli bir ikinci işarettir. Bu tür hamlelerin arkasının geleceğinden de şüphe etmemek gerekir.

Bu bakımdan hükümet krizinin çözülmesinin asıl koşulu AKP’den kopacak bir parçanın koalisyon denklemine dahil olması olduğu anlaşılmaktadır. Erdoğan’ın yeni bir hükümet kurulmadan önce önce kongreye ardından da bir erken seçime gitmek istemesi de esasen böyle bir olasılığı ötelemek için olsa gerektir. Ama rakiplerinin de tam aksi yönde hesaplar yapacağı da kuşkusuzdur.

VI. ERDOĞAN BELİRLEYİCİ BİR AKTÖR OLMAKTAN ÇIKMADI
7 Haziran’daki seçim yenilgisinin Erdoğan’ı siyaset sahnesinde belirleyici bir siyasi aktör olmaktan çıkardığını düşünmek saflık olur. Her şeyden önce Erdoğan devlet içindeki bugünkü etkisine salt ve esas olarak seçim sonuçlarına bağlı olarak kavuşmamıştır. Bilakis 2002-2015 arasında AKP parlamentoda bugünkü beşbenzemez karşıtlarının sahip olduğundan fazla koltuğa sahip olsa da tüm düzenlemeleri sancılı ve ağır aksak ilerleyen tasfiye operasyonları ile sağlanmıştır. Hatta esas olarak tüm yasal uygulamaların dışına çıkılan Balyoz, Ergenekon ve Paralel operasyonlarına bağlı olduğu söylenmelidir. Uzun yıllar içinde seçimlere bağlı olmadan kurulan bu egemenliğin bir seçim yenilgisiyle darmadağın olacağını söylemek doğru olmayacağı gibi, burjuva siyasetindeki değişiklikleri seçim sonuçlarına bağlı açıklayan körlükten muzdariptir.

İkincisi TÜSİAD’dan Cemaat’e, darbe karşıtı operasyonların kılıç artığı generallerden ulusalcı bürokratlara uzanan, Erdoğan’dan intikam almak için yanıp tutuşan kesimlerin seçimlerde ortaya çıkan siyasi çapsızlığı Erdoğan’ınkinden daha az değildir. Erdoğan’ın seçimlerde sürekli bahsettiği “üst akıl” onun karşısına güçlü bir muhalefet partisi çıkaramamış, Erdoğan’ı geriletmek için bile MHP ve HDP’den destek almak zorunda kalmıştır. Dahası tüm bu güçlerden CHP seçim boyunca Erdoğan’la kavga etmemeyi tercih etmiş, MHP ile HDP birbirlerine cephe almasalar da AKP’yi eleştirirken aslında birbirlerini eleştirmişlerdir. Zira MHP’nin seçim kampanyasının temelinde AKP ile HDP’nin ortak olduğu yatarken, HDP ise AKP’yi MHP’ye dönüşmekle eleştirmiştir. Dolayısıyla tüm bu kesimlerin Erdoğan’a karşı ortak bir hücuma geçmeleri de mümkün değildir.

Bu bakımdan seçimler Erdoğan’ı siyasetin kıyısına köşesine çekmekten, rakipleri için bir hücum operasyonu düzenlemeye müsait bir zemin hazırlamaktan çok 12 Eylül rejiminin, Erdoğan’ın umduğunun aksine, sandıkla değişmeyeceğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur. Burjuva siyasetindeki gelişmeleri iyice işin içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.

Dolayısıyla Erdoğan’ın köşeye çekilmek zorunda kalacağını söyleyenler 7 Haziran gecesinden beri televizyonlarda boy göstermektedir. Bu kesimlerin Erdoğan’ın etkisizliğini bu denli abartmaları saflıklarından değil aslında Erdoğan’la bir uzlaşma girişimi içinde olduklarını, Erdoğan’ı etkisiz göstererek kamuoyuna yutturma kaygılarından kaynaklanmaktadır.

Erdoğan şimdi iktidarın bir ucunda kalabilmek için erken seçim tehdidi altında en uygun hükümet formülünün çıkmasını sağlamak üzere manevra arayışı içindedir. Bu manevra artık çoğunluğa sahip olmadığı meclisin çalışmasını engellemeyi amaçlayan bir çabayı ifade etmektedir.

Olası bir baskın seçimden Erdoğan’ın asıl muradı 7 Haziran seçimlerinde sağlayamadığını yapmaktır. Bu seçimlerde AKP’nin temel yönelimi önceki kampanyadaki gibi başkanlık sistemi olması beklenmemelidir. Muhtemelen yeniden güçlü bir AKP hükümetinin neden gerekli olduğunun ortaya konmasına elverişli bir iklimde seçimlere gitmeyi hesaplamaktadır Erdoğan. Kuşkusuz AKP’nin bu erken seçimden daha iyi sonuçlarla çıkabilmesi için ne tür tertipler yapılacağı da bu plan dahilinde düşünülen hususlardan olsa gerektir. Yani böyle bir seçim süreci öncekinde işe yaramayan saldırı ve provokasyonların (Rojava’daki gelişmelerden de yararlanarak) arttırılacağı bir süreç olur. Bunun amacının da HDP’yi meclis dışına atmak olduğu sır olmasa gerektir. Bu itibarla böyle bir seçim seçeneği AKP dışında hiçbir partinin işine gelmeyecektir. Bu da seçimlerin yenilenmesi tehdidinin, rakiplerini AKP’li bir koalisyona razı etmek için bir manevra olduğunu ortaya koyar.

Meclisten güçlü bir hükümet çıkamayışı bu nedenle güçlü bir hükümet ihtiyacının boşlukta kalacağı anlamına gelmez. Aksine meclisten güçlü bir hükümet çıkmadığı takdirde bu güçlü hükümet ihtiyacı doğrudan doğruya devlet aygıtları tarafından yerine getirilir. Bu da devletin başındaki Erdoğan’ın meclis denetiminden ve yasama faaliyetlerinden azade olarak hareket etmesinin önünü açar. Açıktır ki tabiatı gereği bir baskı aygıtı olan devletin bu koşullarda daha yoğun bir baskı uygulamasının önü büsbütün açılır. Öte yandan bir ucunda AKP’nin olacağı herhangi bir hükümet kurulduğu takdirde de AKP üzerinde Erdoğan vesayeti sürdüğü müddetçe aynı sonucu vermesi kaçınılmazdır. Bu durum da seçimlerden Erdoğan ve AKP’nin yenilgi alarak çıkmasıyla onların işinin bittiğine hükmetmek büyük yanılgı olur. Aksine AKP’nin işinin bitirilmesi için meclis dışında, bu seçim sonuçlarını sıçrama tahtası olarak kullanan bir muhalefet hareketinin büyük kitle seferberlikleriyle yaratılmasına ihtiyaç vardır. Kuşkusuz Rojava’da karşı devrim girişimlerinin önünün kesilmesi de bu iklimi daha elverişli hale getirecek önemli bir etken olmaya devam edecektir.

Nitekim Erdoğan ve AKP’nin de bu dinamiği önlemek için içeride olduğu gibi sınır ötesinde de her türlü tedbir ve tertibi tasarlayacağından kuşku duyulmamalıdır. Bir başka deyişle seçim yenilgisiyle yaralanmış Erdoğan ve partisinin ülke içinde olduğu gibi sınır ötesinde de giderek baskıcı ve saldırgan tutumunu arttıracağından kuşku duymamak gerekir.

Erdoğan 2004 seçimlerine hazırlanırken “Patagonya’da bile olsa bir Kürt oluşumuna izin vermeyiz” diyordu. Yeni bir seçime gidiş hazırlıklarını yaparken de Erdoğan “Güneyimizde bir Kürt oluşumuna izin vermeyiz” diyerek yola çıkmaktadır. Önceki tehdidin ardından bugün Irak’ın kuzeyinde bir Kürt federe devletinin var oluşuna bakarak bugün de iyi kötü benzeri bir durumun hasıl olabileceğini zannedenler fena halde yanılır. IŞİD gibi bir karşı devrim ordusunun kol gezdiği koşullarda bu tehdidin boşa çıkmasını sağlayacak yegane gelişme Rojava devriminin duraksamadan ilerlemesinin sağlanmasıdır.

Bu saptama da açıkça göstermektedir ki, Rojava’da karşı devrim güçlerine karşı savaşırken o güçlerin arkasında durmaya devam eden hükümetle müzakere etmenin koşulları yoktur.

VII. EMEKÇİ VE EZİLENLERİN ÖNÜNDEKİ FIRSATLAR

Karşımızdaki tablo burjuva partilerinin birbiriyle ilkesiz, günü kurtarmaya yönelik ve kısa ömürlü olmaya mahkum koalisyonlar kurmaya mecbur bırakmaktadır. Bu partilerinden hiçbiri seçim boyunca yineledikleri ve bu sayede kitleleri politikleştirdikleri vaadleri yerine getirecek bir durumda değildir. Hatta seçim öncesindeki süreçte savundukları çizgiye tam ters bir çizgiye izlemeye mecbur durumdadırlar. Burjuva partilerinin bu konumu 80 vekili ile meclise üçüncü büyük parti olarak girmiş HDP önünde büyük fırsatlar yaratmaktadır.

Her şeyden önce burjuva partileri koalisyon pazarlıkları nedeniyle tükürdüklerini nasıl yalayacaklarını düşünmekle meşgulken HDP’nin seçimlere damgasını vurmuş temel konuları mecliste gündeme getirmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Meclis ve hükümet aynı şeyler değildir, hükümet kurulmamışken bile meclisin “çözüm süreci”nin şeffaflaştırılması, seçim barajının düşürülmesi, yolsuzlukların, katliamların ve provokasyonların hesabının sorulması, iç güvenlik yasasının iptali, Erdoğan’ın yargı önüne çıkarılması yönünde düzenlemeler yapması mümkündür.

Üstelik yine Erdoğan’ın “milli irade” demagojisi belleklerdeki taze yerini korumaktadır. Milli iradenin asıl cisimleştiği yer ise meclis olsa gerekir. Burjuva partileri ilkesiz pazarlıklara tutuşmuşken HDP’nin meclisi bu yönde kullanmaya başlaması. Tüm bu adımları kitleleri harekete geçirmek ve örgütlendirme girişimleri ile birlikte yürütmesi sadece burjuva partilerinin değil aynı zamanda burjuva parlamenter sistemin ipliğini pazara çıkaracak. Emekçilerin ihtiyaç duyduğu sahici demokratik düzenlemelerin ancak burjuva parlamenter sisteminden farklı şekilde oluşan bir kurucu meclis tarafından yapılabileceği de ancak bu şekilde anlatılabilir.

Barajı geçmesi halinde AKPnin önünü keseceği herkesin malumu olan HDP barajı delmekle kalmadı; beklenenin ötesine geçerek, aldığı toplam oy miktarı itibariyle değilse de milletvekili sayısıyla meclisin üçüncü partisi olma durumunu elde etti. Milletvekillerinin geride kalan dönemdeki meclis performansı açısından bakıldığı takdirde ise sonuçta HDP ile MHP eşit sayıda vekille TBMM’de yer alsa bile, HDP’nin 80 milletvekilinin MHP’nin aynı sayıdaki milletvekilinin en az iki katı bir etkinlik göstereceğini tahmin etmek için meclisin çalışmaya başlamasına bile gerek yoktur. Hatta hiç tereddüt etmeden söylenebilir ki bu 80 vekillik grup neredeyse iki katı büyüklükteki CHP grubundan bile daha etkili olmaya adaydır ve rahatlıkla üç katından fazla vekili olan AKP grubuna da kök söktürür.

Seçimlerden gücünü arttırarak çıkan iki partiden biri olan MHP 8 Hazirandan itibaren HDP’nin içinde olacağı herhangi bir hükümette olmayacakları gibi HDP’nin destekleyeceği herhangi bir hükümetin de karşısında kalmaya kararlı olduklarını ilan etti. Bunun anlamı sadece bir hükümet sorumluluğu almak istemediklerinden ibaret değil. Asıl anlamı ana muhalefet rolüne talip olduklarını ilan etmeleri anlamına geliyor. Oysa bu küçük ana muhalefet olasılığının en müşkül yanı aksi kanattan bir ana muhalefet rolü oynamaya talip HDP ile aritmetik olarak eşit durumda olması. Bu durumda açıktır ki MHP’nin ana muhalefet rolünü üstlenebilmesi için HDP’yi devletin ve hükümetin desteği ile markaja alması şart. Bir başka deyişle muvazalı bir muhalefet rolüne taliptir MHP.

Ancak tam da bu noktada söz konusu markajdan kastın ne olduğunu açıklamak gerekir. Söz konusu markajın esası HDP’lilerin zorbalıklarla sindirilmesi değildir. Zira geride bıraktığımız yirmi beş yıl aslında bu türden politikaların sonuç alamadığının açık kanıtıdır. Markajdan kasıt, HDP’nin başının üzerinde sallanan provokasyon kılıcından faydalanarak bu partinin hükümete yapıcı muhalefet yapmaya mecbur kılınmasıdır. Ancak HDP yıpratıcı olmayan makul bir muhalefet çizgisini benimsediğinde, başka bir deyişle bir danışıklı dövüşün parçası haline geldiğinde, MHP’nin hükümeti daha baskıcı tedbirlere zorlayan bir muhalefet partisi olarak önü açık olur.

O halde önümüzdeki dönemin tüm ezilenler açısından yarattığı fırsatlar gözler önündedir. Bu fırsatların değerlendirilmesi yolunda HDP’nin bu güne kadar kitlelerin seferber edilmesi ve parlamenter sistemin içyüzünün sergilenmesinden ziyade parlamenter siyasetin kurum ve mekanizmalarını esas alan tutumundan başka köstek yoktur.

VIII. HDPNİN SEÇİM ÖNCESİNDEKİ YAPISAL ZAAFLARI SEÇİM SONRASINDAKİ POLİTİKALARINI DA BELİRLEYECEK

HDP’nin kendi siyaset yapış tarzının emekçilerin ve ezilenlerin önünü açacak bir mücadeleye nasıl köstek olduğunu ve olacağını anlamak içinse, HDP’nin seçim sürecindeki ve sonrasındaki tutumunu ele almaya gerek vardır.

Reformistler ve tasfiyeciler HDP’nin başarısının sırrının bu ılımlı çizgiden ileri geldiğini ileri sürmektedirler ve söylemeye devam edecektirler. HDP’nin çizgisinin karşılaştırıldığı seçenekler esasen sol oportünizmin örnekleridir. Bolşevizmin izini takip eden bir çizginin seçimlerde nasıl bir sonuç alacağını sınamak için bu çizgiyi temsil eden bir partinin seçim sınavında yer almasına gerek vardır. HDP’ye nasihat ederek onu bu seçeneği ikame etmeye yöneltmeye çalışmak merkezci oportünistlere mahsus bir ham hayaldir. Eğer böyle bir olasılık varid olsaydı o takdirde HDP’nin içinde onun “sol muhalefeti” olarak yer almak gerekirdi. Bu kuruntuyla hareket edenlerin akıbetlerinin ne olacağı ise en azından seçim kampanyaları sırasında açık seçik görülmüştür.

Bizim öne çıkardığımız “12 Eylül barajının delinmesi ve 12 Eylül rejiminin son bekçisi AKP’nin iktidardan alaşağı edilmesi için HDP’ye rağmen HDP’nin seçimlerde desteklenmesi” çizgisi bu seçim sürecinde doğrulanmıştır. Her ne kadar “HDP’ye rağmen” vurgusu zaman zaman ve önceki seçim deneyimlerinin bıraktığı izlenim nedeniyle sanki HDP seçimlere asılmayacakmış da biz ona rağmen ve onu aşarak seçim çalışması yürütecekmişiz gibi algılansa da kampanyaların başlamasından itibaren HDP’nin hem Kürdistan’da hem de geri kalan illerde aktif bir biçimde seçimlere asılacağı belli olmuştur ve öyle gerçekleşmiştir.

Ne var ki bu “asılma” kampanya sürecinde defalarca  görüldüğü gibi kitlelerin aktif olarak sokağa çıkarılması doğrultusunda olmamıştır. Seferberlik seçim mitingleri çerçevesinde ve medyatik alanla sınırlı kalmıştır. Pek çok vesile seçim gündemi dışında bir protesto veya dayanışma eylemi için kitlelerin sokağa çıkmasını gerektirdiği ve olası kıldığı halde, HDP seçim kampanyaları çerçevesi dışında bir seferberliğin önünü bizzat kesmiştir. Bu bağlamda da “provokasyona gelmeyelim” refleksi başlıca formül olmuştur. Ne var ki HDP’yi bu konuda ileri iten bir iç dinamik çıkmamıştır; dışarıdan AKP’nin kışkırtıcı hamleleri işe yaramadığı gibi, soldan gelebilecek herhangi bir müdahalenin de işe yaramayacağı baştan belli idi. Zira öteden beri “aman iç savaş geliyor” diye geri adım atan solcular bu kez HDP’nin “aman provokasyona gelmeyelim” tutumuna uyum sağlamakta zorlanmamıştır.

“Asılma”nın bir diğer boyutu olan Erdoğan’a karşı sert muhalefet çizgisi de önceden itibaren taşıdığı bir yönelimin ürünü olmaktan çok Erdoğan’ın çözüm sürecindeki  pozisyonunu değiştirmesinin sonucu olmuştur. Demirtaş’ın “AKP-CHP” koalisyonuna dışarıdan destek verebiliriz açıklamasından da anlaşıldığı üzere kalıcı olmayan bir  pozisyondur. HDP’nin Erdoğan çözüm masasına tekmeyi atmadan önce takındığı pozisyon, burjuva siyasetindeki gelişmelere ve emekçi ayaklanmalarına müdahil olmaktan kaçınan bir çizgiydi. Son açıklamalar da –seçim kampanyasında HDP’nin kendisine bağlı olmayan etmenlerden ötürü üstü örtülmüş olsa da- aynı çizginin sürdüğünü göstermektedir. Belli ki HDP, Kürt sorunun çözümündeki en önemli engellerden birini Türkiye’de güçlü bir hükümet olmayışı olarak görmektedir. Bugünkü mecliste de kendisine biçtiği rol güçlü bir hükümetin oluşmasını engellemeden, bu hükümete muhalefet yapmak olacaktır.

Bu durum belki de en fazla çözüm sürecinin bundan sonraki akıbetinde açığa çıkacaktır. Kuşkusuz hem seçim kampanyalarının gidişatını hem de seçim sonuçlarını büyük ölçüde belirleyen konulardan biri de çözüm sürecine ilişkin tutumlar ve bu sürecin akıbeti olmuştur. Seçim sonuçlarının çözüm sürecini istismar etme planlarının suya düşmesi ve yeniden kurgulanamayacak hale gelmesi gibi bir sonucu da vardır. Bunun yegane nedeni Erdoğan’ın kampanyalar sürecinde çözüm masasını tekmelemesi değildir. Çözüm sürecinin ilerlemesinin AKP’yi güçlendirmeyeceği aksine zayıflatacağı seçim sonuçlarıyla açık seçik belli olmuştur. Bu itibarla eğer bir çözüm süreci bizim sık sık altını çizdiğimiz gibi Erdoğan’ın yeni bir “açılımı” değil Kürt kitlelerinin basıncıyla AKP’yi mecbur ettiği bir mecra olduğu hatırlanmalıdır.

Buna karşılık CHP ve MHP gibi bu çözüm sürecine Kürtlerden oy devşirmek için değil, bir istikrar tesis etmek için ihtiyaç duyabilecek olan aktörlerin devreye girmesiyle bir başka mecrada yeni bir çözüm masasının kurulması ihtimal dışı değildir. Lakin bunun için evvela görece güçlü bir hükümete ihtiyaç vardır. Mevcut tabloda böyle bir hükümet ufukta görünmemektedir. Bunu andırabilecek yegane seçenek HDP’nin desteklediği bir AKP azınlık hükümeti olabilir ki o da çözüm sürecini önceki dönemden daha büyük bir açmaza sürüklemekten öte bir sonuç veremez.

Bu itibarla çözüm sürecinin ilerlemesi daha doğrusu hiçbir adım atılmayan bu sürecin yol almaya başlaması parlamento çerçevesindeki kombinezonlar ve pazarlıklarla değil sokaktan yükselen bir kitlesel muhalefet hareketinin yaratacağı basıncın topyekün tüm düzen partileri üzerinde bir baskı yaratması sayesinde olabilir.

Bu durumdan yola çıkarak inisiyatifin nihayet asıl aktörün eline geçeceği fikrine kapılanlar çıkacaktır. Ama hatırlanması gereken nokta söz konusu basıncın şu ya da bu partinin savunduğu çizgi ya da ettiği önderlik sonucun da ortaya çıkmamış olmasıdır. HDP ’ nin tüm bu süreç boyuncaki pasif tutumu da esas olarak bu durumla ilgilidir. Bu nedenle HDP’nin bir kez daha “pas” demesi de şaşırtıcı olmaz. HDP’nin 1 Mayıslarda ve benzeri durumlardaki kaçak dövüşme tutumu hatırlandığında bu konuda da sorumluluktan kaçması da yadırganmaz.

HDP her ne kadar yeni bir sol çizginin savunucusu olma iddiasıyla yola çıkmış olsa da, siyasi  tutumlarında belirleyici olan iktidar korkusu ve siyasi sorumluluktan kaçma tutumu hiç de yeni özellikler değildir. Bilakis 1848 devriminin ardından Louis Blanc’ın, 1905’in ardından menşeviklerin tutumlarına şaşırtıcı derecede benzerdir.

O halde HDP’nin nihayet ana muhalefet rolünü oynamaya hazırlanıyor olması bizim öteden beri tekrarladığımız şeyi idrak ettikleri anlamına gelmez. Aksine onların ana muhalefet rolünden anladıkları tutum parlamentarist reformist bir çizgiyi aşmayan tutumdan millerandcılık (burjuva hükümetlerinde yer alma tutumu) ve menşevizm (burjuva hükümetlerine soldan muhalefet etme) çizgisine evrilmiştir.

Söz konusu muhalefetin tanımlayıcı özelliği ise işçi hakları, yıkımlar, Kürtlere yönelik saldırılar, cinsiyetçi uygulamalara dair sesini yükseltip rejimin karakterindeki değişikliği gerektiren, yahut yaratacağı hükümet krizleri nedeniyle zülf-i yare dokunacak siyasal sorunları ikinci plana atmak olacaktır. Ancak gelinen noktada sosyal konuların hiçbirinde temel siyasal sorunlara, kısacası Anayasa’ya, dokunmadan adım atılamıyor olması böylesi bir muhalefetin de imkansız bir muhalefet olacağını göstermektedir.

Ama biz HDP’nin böyle bir çizgide ilerleyeceğini bile bile, kimi solcuların yaptığı gibi bunu bahane ederek HDP’yi desteklemekten uzak durmayı reddettik. HDP’ye rağmen HDPyi desteklemekten anlaşılması gereken de esasen bu olmalıydı. HDP’nin bu seçimlerde yürüttüğü ve önceki seçimlerdeki çalışmasını aşan bir çalışma da nihayet kendisini parlamenter siyaset çerçevesiyle sınırlayan ve kitleyi de orada tutmaya özen gösteren bir çalışma olmuştur. Esasen kendini parlamenter oyunun kurallarına uydurarak siyaset yapma anlayışıyla, legaliteyi istismar anlayışıyla yürütülen bir çalışma arasındaki fark da budur. Örneğin seçim dönemine rastlayan otomotiv grevleri etrafında seçim dönemini fırsat bilerek bir çalışma yürütmek ve seçim çalışmalarını grevcileri desteklemek üzere değerlendirmek başka bir anlayışı gerektirir. Bu tarz çalışma da HDP’nin önüne koyduğu çalışma tarzı değildir.

Keza kitleleri yalnızca seçim mitinglerine taşımak için çalışmak, yahut yerellerde aktiviteleri seçim çalışması çerçevesinde arttırmak bir tür aktivitedir; seçim dönemini fırsat bilip kimi sorunların çözülmesi için bir seferberlik yaratmak başka bir şeydir. Seçim meydanlarında işçilerin sorunlarından söz etmek ve işçi eylemleriyle dayanışmadan söz etmek bir tür siyaset anlayışıdır; seçim kampanyalarını fırsat bilerek kimi işyerlerinde işçileri kendi somut sorunları için harekete geçirmek başka bir anlayışı ifade eder. Nitekim örneğin otomotiv işçilerinin kendiliklerinden işvereni sıkıştırmak için seçim döneminin iyi bir fırsat olduğunu fark edip eyleme geçmeleri aslında bu iklimi istismar etmeye iyi bir örnektir.

IX. KÖZ’ÜN TUTUMU
HDP’nin soruna böyle bakmadığı besbellidir. Ama HDP ile arasına mesafe koyanların da seçim dönemi çalışmalarından bu biçimde yararlanmak üzere plan yapmadıkları besbellidir.

Herhalükarda seçim sonuçları beklediğimiz   doğrultuda ve beklentilerin ötesinde emekçiler ve ezilenler cephesinde olumlu bir iklim yaratmıştır. Bu olumlu iklimin baş aktörü tasfiyecilerdir ve bu başarı tasfiyeciliğin kabarmasına hizmet eder. Ama bu böyledir diye bizim kendi stratejik hedeflerimiz doğrultusunda bu olumlu iklimden yararlanamayacağımız sonucu çıkmaz. Tersi doğrudur. Tasfiyeciliğin kabarması aynı zamanda daha görünür hale gelmesi olacaktır ve bu şartlarda tasfiyecilikten kopma eğilimleri de tetiklenir ve bu takdirde bizim asıl müdahale alanımız daha fazla açılacaktır.

Bu koşulları göz önünde tutarak hazırlanıp yeni muhatapların yaratılması ve öne çıkması için plan ve hazırlıklar yapmak ödevi önümüzdedir. Bu doğrultuda seçim döneminde “solcu reflekslere “ kapılmayıp “HDP’ye rağmen HDP’yi destekleme” tutumunu benimsemiş olmamız ve 12 Eylül barajının delinmesinin aynı zamanda rejimin krizini derinleştirip meclisi kilitleyeceğini öngörmemiz önümüzdeki dönemde HDP çevresinde ve seçim kampanyalarında aktif olarak çalışan militanlara mesajımızı iletmenin ve stratejik hedeflerimizi duyurmanın zeminini hazırlamıştır. Hem seçimlerde aktif biçimde çalışmış olmamız ve fakat HDP içinde yer almıyor oluşumuz da zaten başlı başına bir tartışmaya davettir ve “neden bu partide değilsiniz?” sorusunu davet eder. Zaten bizim kendi gündemimizi açıklamak için en elverişli başlangıç noktalarından biri de bu soruyu sordurmak olsa gerektir.

KöZ’ün takip ettiği partileşme stratejisi esas olarak bu soruyu soran grupların ayrışıp öne çıkmasını sağlamayı gerektirir ve bunlara somut bir platform sunma iddiasını ifade eder. Bununla birlikte, bu partileşme stratejisinin gündelik siyasal faaliyetten kopmadan takip edilmesi de gerekir. Bunun anlamı açıktır. Söz konusu ayrışmanın aynı zamanda bu siyasi faaliyet içinde yan yana durulan yahut yan yana gelme yönünde müdahalelerin konusu olan akımlar içerisinde etrafında olan akımlar cephesinde olması beklenir.

Bu bakımdan KöZ’ün seçimlerde izlediği taktik tutum ve seçim sonrasında takipçisi olacağı çizgi önem taşır. Seçim sürecinde HDP’nin dışında kalmakla birlikte, dışarıdan aktif bir biçimde desteklenmesi önemli bir eksendi. Seçimlerden itibaren ise beklenenin ötesinde bir başarıyla 12 Eylül barajını delip, mecliste güçlü bir grup olarak yer alan HDP’nin cazibesine kapılıp kuyrukçu bir pozisyona düşmeden HDP grubunun takipçiliğini üstlenmek gerekir. Bu çizgiye yakın duran, ilgi duyan çevreler elbette KöZ’ün ilgi alanındadır.

Bu takipçilik ödevinin bir boyutu HDP grubundan mecliste hükümeti denetleyen ve yasama alanında yapması gerekenleri öne çıkaran bir çizgiyi gerektirir. Kuşkusuz bu yöndeki girişimler sadece meclisteki HDP grubuna öneri ve nasihatler tevcih etmekten ibaret olamaz. Böyle bir tutum esasen HDP’nin içinde bulunduğu konuma teslim olmak anlamına gelir. Bu itibarla asıl önemli olan meclis dışında kitlelerin birleşik eylemliliğini sağlamak üzere girişimlerin örgütlenmesinin sağlanmasıdır. Elbette bu konuda HDP’yi dışarıdan destekleyenlerin sorumluluk ve inisiyatif üstlenmesine gerek vardır.

KöZ’ün arkasında duran komünistlerin önümüzdeki dönemdeki ödevlerinin başında da bu yöndeki inisiyatifleri takip etmek, ortak olmak ve gerektiğinde ön almak üzere hareket etmek yer alacaktır.

Paylaş