Bu yazı Nisan 2014 Tarihli KöZ gazetesinin 36. sayısında yayımlanmıştır.
KöZ “AKP’ye Aldanma CHP’ye Yol verme” şiarını yükseltirken AKP’nin uluslararası finans kapitalin belirleyici kesimleri ve büyük sermayenin artık işine gelmeyen bu partiye olan desteğini çekmekte oluşundan hareket ediyordu. Bu yüzden zaten emekçilerin ve ezilenlerin düşmanı olan bu partinin gerilemekte olduğu tespiti ile yola çıktı. Bu gerileme tespiti esasen AKP’nin kendisini iktidara taşıyan güçler tarafından alaşağı edilmek istenmesi ve dünya siyasetinde belirleyici bir rol oynayan bu güçlerle karşı karşıya bulunması nedeniyle kazanma şansının olmadığı bir direnme içinde oluşuyla da ilişkiliydi. Lakin her ne kadar ABD emperyalizmini halen yönetmekte olanlar karşısına geçtiyse de AKP de bu süreçte boş durmamıştı. Tek başına iktidar olduğu ve bilhassa ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin büyük desteğinden yararlandığı süreçte elindeki siyasi iktidar sayesinde dağıttığı imkanlarla kendine bağlı yeni bir kesimi yaratmayı da başarmıştı ve umarsız direnmesinde bu kesimin desteğine de mazhar oluyordu.
Emperyalist paylaşım kavgasının kızıştırdığı bir iklimde kaynayan bir kazan halinde olan “büyük Orta Doğu”da AKP yönetimindeki Türkiye uzun zaman göreli bir istikrar adası gibi görünmekteydi. Sözümona demokratik açılımlar yapma ve Kürt sorununu çözme demagojisiyle de vurgulanan bu göreli istikrar görüntüsü bilhassa kırılgan temeller üzerinde ve AKP iktidarına bağımlı bir biçimde şekillenip hızla büyüyen yeni sektörleri hükümete bağlamaktaydı. Aynı zamanda da bu istikrara bağlı olarak ufku nispeten açık gözüken burjuvazinin kimi kesimleri, bilhassa uzun yıllar ekonomik aktiviteye adeta kapalı olan Kuzey Kürdistan’la ilişkili olan kesimler geleceklerini büyük ölçüde AKP ile birlikte görmekteydi.
Dolayısıyla çıkarları AKP’ye destek olmayı gerektiren bu kesimlerin varlığı ve gelişmesi de istikrar görüntüsünü pekiştiren bir etken haline gelmişti. Bu bakımdan ABD emperyalizminin ve büyük sermaye’nin AKP’den yüz çevirmesine rağmen bu kesimlerin AKP’yi desteklemeye devam etmesinin koşulları vardı.
Gezi Ayaklanması’yla birlikte burjuvazinin en alt tabakalarında yer alan ve gelir düzeyleri ve yaşam koşullarıyla işçi aristokrasisinin üst kesimiyle birbirlerine çok yakın, adeta birbirleriyle karışmış kesimlerinin AKP’ye başkaldırması ve büyük sermayenin desteğini de almasıyla dahi, varlığı AKP iktidarına daha bağlı bu kesimlerin tutumu değişmedi. Bu durumun 30 Mart seçimlerine de yansıdığı söylenebilir.
Ama hepsinden önemlisi AKP’nin “çözüm sürecini sabote etmek için tezgahlandığını” ileri sürdüğü Gezi Ayaklanması’na rağmen, bu sefer 17 Aralıkta başlayan kampanyaları da aynı çuvala koyarak, istikrar vadetmeye devam etmesiydi. Bu noktada ise belirleyici etken AKP’nin “çözüm süreci” diyerek ve hiçbir zaman somut olarak içini doldurmadan öne çıkardığı demagojisi oldu. AKP’nin ağzında bu formül istikrar vaadinden ibaretti en azından destekçileri böyle anlamaya eğilimliydi. Buna karşılık bu içi boş demagojinin iş görebilmesinin belirleyici koşulu Kürt yığınlarının bu demagojiyi kendi özledikleri barış ve “Kürt sorununun çözümü” biçiminde işitmesiydi. KöZ “AKP’ye aldanma” derken asıl bu cenaha hitap etmekte ve AKP’nin çözüm demagojisinin burjuvazinin bir kesimi için istikrardan başka bir anlam ifade etmediğine ve Kürt düşmanı olduğu açıkça belli olan AKP’nin bu soruna bir çözüm aramadığına işaret etmekteydi. Zira bilhassa kuzeydeki Kürtlerin motive olduğu bir çözümün bırakalım Türkiye’yi, Orta Doğu’nun tümünde istikrarı imkansız kılan bir etken haline gelmesi kuvvetle muhtemeldi.
Nitekim AKP’nin rakipleri ve yedekleri de “çözüm sürecinin” Kürdistan sorununu boyutlandırarak istikrarı bozacağı konusunda bir propaganda ile AKP’nin yaslandığı kesimleri paniğe uğratmaya gayret etmekteydi. AKP bu propagandayı tersine çevirmek üzere, asıl istikrarı bozmak isteyenlerin gerek Gezi Ayaklanması gibi eylemleri kışkırtıp destekleyen ve kimi başka tertiplerle istikrarı bozmak isteyen “uluslararası sermaye ve onun yerli işbirlikçileri” olduğu fikrini öne çıkardı ve 30 Mart seçimlerine giderken kampanyalarının merkezine bu fikri oturttu.
İşte tam bu süreçte KöZ’ün “AKP’ye Aldanma” ajitasyonu belirleyici bir önem arzetmektedir. Bu ajitasyon esas olarak AKP’nin “Kürt sorununa çözüm bulmak üzere en elverişli muhatap olduğu” hakkındaki yanılsamayı kırmaya yönelikti. Geride bıraktığımız süreçte ve bilhassa 30 Mart günü Kürt yığınlarının ve onların belirleyici kesimi olan BDP’nin kitlesinin “AKP’ye aldanmaya devam etmekte” olduğu görülmüştür. Böyle olduğu için de ABD ve büyük sermayenin AKP’nin yerine geçmek üzere desteklediği CHP/ cemaat ittifakının önü kesilebilmiş değildir. Yani seçimlerden bu kesim umduğu başarıyla çıkmadığı için havlu atıp AKP’nin artacağı belli olan dayatmalarına teslim olacak değildir. Bu itibarla seçimler sona erdi diye bu kavga sona ermiş ve taşlar yerine oturmuş değildir ve KöZ’ün öteden beri işaret ettiği perspektifi geçerliliğinden bir şey kaybetmemiştir.
Bununla birlikte bazan öyle anlaşılabilse de, KöZ’ün “AKP’ye aldanma CHP’ye yol verme” derken kastettiği hem AKP’ye hem CHP’ye karşı bir söylem benimsemekten ibaret değildi. Hele CHP’ye yol vermeme adına öncelikle ve sadece CHP’yi hedef alan bir propaganda çizgisi tutturmak hiç kastedilmiş değildi. Zira böyle bir tutumun CHP ve cemaate karşı AKP’ye razı olmaya ve ister istemez ona yedeklenmeye varması kaçınılmazdı. Mühim olan AKP’yi eylemli bir şekilde hedef tahtasına oturtan bir çizgi izlemekti. CHP’nin AKP’nin alternatifi olmadığını göstermek ancak net ve eylemli bir AKP karşıtlığı yürüterek mümkündür. CHP’nin böyle bir çizgide yürüyemeyeceğini teşhir etmek için AKP karşıtlığını CHP’nin tekelinden almak gerekir. Bu doğrultuda yapılması gereken ise hem AKP’ye hem CHP’ye eşit mesafede durulduğunu vurgulayıp bir anlamda tarafsızlığını ilan etmek değil AKP’ye tutarlı tek muhalefetin emekçiler ve ezilenler cephesinden yükseltilebileceğini eylemli bir şekilde göstermektir.
Çoğu zaman bu konuda bir yanlış anlamanın doğduğuna da işaret etmeden geçmek doğru olmaz. Zira bu saptama BDP’nin ve genel olarak Kürt hareketinin bütün eylem ve söylemlerinin AKP’yi desteklemek doğrultusunda olduğu anlamına gelmez. Hatta bunun aksi doğrudur. Örneğin AKP yolsuzluk ve irtikap skandallarıyla sarsıldığı sırada, “Uluslarası komployu protesto” eylemlerinin, “hasta tutsaklarla dayanışma” eylemlerinin, “Öcalan’a özgürlük” kampanyalarının, Roboskililerin sınırdaki eylemlerinin vb. “AKP’yi destekleme eylemleri” olmadığı besbellidir. AKP’nin bu tür eylemlere karşı tutumu da bu “destek”ten ne kadar memnun olduğunun ifadesidir.
O bakımdan KöZ’ün kastettiği yanlış tutum körü körüne ve mutlak bir AKP destekçiliği değildir. Asıl eksiklik BDP’nin bir yandan AKP’nin gerici ve Kürt düşmanı politikalarına karşı sert ve kitlesel tepkiler vermekten geri durmadığı ve böyle bir kapasitesi olduğu meydandayken bu eylemlerle AKP’ye karşı başka kanallardan ve başka vesilelerle gelişen eylemler arasında bağ kurma sorumluluğundan kaçınması sokaklarda ve alanlarda kitlesel eylemlerle AKP’ye karşı mücadelenin başını çekme iddiasını ortaya koymaktan kaçınmasıdır. Seçimlerde ortaya çıkan tablo da farklı değildir ve aynı zaafı ortaya koymaktadır.
Oysa BDP bu sorumluluğu üstlenmiş olsaydı AKP’nin yedekleri ve eski destekçileri tarafından alaşağı edilmesine fırsat vermeyip, o gerici hükümeti emekçilerin ve ezilenlerin zoruyla alaşağı etmenin yolu açılmış olacaktı. Hem de özellikle kitlelerin eylemlerinden ürken ve AKP’yi kasetler vb. tertiplerle istifaya zorlama çizgisinde durmaya niyetli olan CHP/Cemaat ittifakının önünü kesmenin en etkili yolu da buydu.
Seçimler gelip geçmişken ve Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle giderek keskinleşme eğilimindeki rejim kriziyle yüz yüze olmaya devam ederken emekçilerin ve ezilenlerin çıkarlarını temsil etme iddiasında olanların tutmak zorunda oldukları yol hala aynı yoldur.