AKP’yi Emekçilerin ve Ezilenlerin Seferberliği ile Devirelim – Yerel Seçimlerle Kurucu Meclise Giden Yolu Açalım

0

[Aşağıdaki yazı Komünist KöZ gazetesinin Mart 2014 tarihli 35. sayısında yayımlanmıştır.]

KöZ’ün geçen sayısından bu yana, 17 Aralık operasyonlarıyla başlayan süreç; giderek ivme kazanarak sürmekte. Bununla birlikte bir ay önce söylediklerimizin esasında ve çatışmanın asıl mahiyetinde bir değişiklik olmadı. Erdoğan iktidarının mukadder akıbetine dair bir değişiklik de olmadı. Son günlerde gündemin merkezine oturan yeni gelişme ise şu oldu: 17 Aralık günü “asıl hedef çocuklarım üzerinden bana ulaşmak” diyen ve o andan itibaren buna yönelik tedbir almaya çalışan Erdoğan nihayet sıranın açıkça kendisine geldiğini de gördü. Bunun yanısıra iki aydır bunu önlemek için yaptığı yasal/idari düzenlemelerin ve yer değiştirme/sürgünlerin bir işe yaramadığını da görmüş oldu.

AKP’nin oylarını arttırırken aslında gerilemekte olduğu git gide daha açık seçik olarak ve giderek daha geniş bir çevre tarafından idrak edilmeye başlamıştı. 17 Aralık’tan itibaren KöZ bu sürecin hızlanacağına işaret etmişti. Güya “çözüm sürecine” katkı yapmak için, ama aslında AKP seçmenini Erdoğan etrafında toparlamak üzere seferber edilen “akil insanların” pek çoğu da ne için kullanıldıklarını idrak edip Erdoğan’a cephe almaya başladılar. Önceden bu gerici hükümete “yetmediği zaman bile evet” demeye koşturanların hepsi şimdi “yetti artık” dediklerini herkese göstermek için birbirleriyle yarışa giriştiler. Bu gelişmeler KöZ’ün işaret ettiği yönde geçtiğimiz süre boyunca artarak kendini gösterdi.

Bu “bilinçlenme” ivmelenerek sürüyor; AKP’nin içinden önemli isimler birer birer gemiyi terk etmeye hazırlanırken, AKP’nin bir zamanlar ağır toplarından olan kimileri Halk TV mikrofonlarına ve ekranlarına çıkıp kendi partilerini ve genel başkanlarını eleştirerek ve itham ederek kendilerini göstermeye başladılar; Abdüllatif Şener yalnızlığından kurtulmaya başladı. Kulislerde AKP’nin içinden yeni bir parti çıkacağı, Cemaatin yeni bir parti kurduracağı daha çok konuşulmaya başlandı. KöZ, Erdoğan sultasının miadının dolduğunu ilk fark edecek olanlar AKP içinden ve çevresinden çıkacaktır demişti, öyle de oluyor.

17 Aralık’ta patlak veren yolsuzluk ve polis operasyonlarının ardından Erdoğan dört bakanın istifasını istemiş ve bu bakanların oğullarıyla birlikte rüşvet verdiği, yolsuzluklara karıştığı iddia edilen kimseler tutuklanmışsa da son günlerde bu tutuklananlar salıverildi; ama bakanların bir daha koltuklarına kavuşacağına hatta siyasette kalabileceklerine dair bir emare ortaya çıkmadı. Nihayet son telefon kayıtlarına göre, söz konusu bakanların ve oğullarının evlerinde aramalar yapıldığı sırada Başbakanın oğullarıyla kızlarını evlerinin temizlenmesi için uyardığı ortaya çıktı. Anlaşılan diğer bakan çocuklarının evlerinde ortaya çıkan tablodan daha ciddi görüntülerin başbakanın oğlunun evinde çıkması muhtemeldi. Zaten Erdoğan da “asıl hedef çocuklarım üzerinden bana ulaşmaktı” diye beyanat vermişti. Hatta hasımlarıyla aynı yöntemleri kullanarak bu bildiklerini ortaya dökebileceğini, emrindeki basın/yayın kuruluşları üzerinden ilan edip tehditler savurmaktan geri durmadı.

MESELE BİR YOLSUZLUK VE RÜŞVET SKANDALI DEĞİLDİR

Daha nelerin, hangi dolap ve pisliklerin bu it dalaşında ortaya saçılacağı bir yana, geçtiğimiz süreçte giderek açıklık kazanmaya başlayan başka şeyler de var. Her şeyden önce, 17 Aralık dönemecinden itibaren, meselenin bir yolsuzluk ve rüşvet skandalından ibaret olmadığı netleşmektedir. KöZ, Erdoğan’ın karşısında “Hoca Efendi” ile Cemaatinin veya neyi ifade ettiği belirsiz bir “faiz lobisinin” değil, onların arkasındaki ABD emperyalizminin şimdiki yöneticileri olduğunu vurguluyordu. Erdoğan’ın kendisi de ABD’nin hâlâ kendisini desteklemeye devam ettiğini göstermek için Hoca Efendiyi Obama’ya şikâyet etti ve böbürlenerek “mesajının alındığını” ilan etti. Obama’nın hangi mesajı almış olduğunu son günlerde öğrendik. Dışişleri sekreteri John Kerry tarafından açıklanan yıllık insan hakları raporunda Erdoğan hükümetine ayrılan 51 sayfada Gezi parkındaki isyanın ardından yapılan insan hakları ihlalleri sıralanıyor ve son “yolsuzluk skandallarına” dikkat çekiliyor. Erdoğan da mesajı aldı ve bir adım geri atarak başa dönmek zorunda kaldı. Dershaneleri kapatmanın bir işe yaramayacağını nihayet idrak edip, seçmenlerine “çocuklarınızı bunların dershanelerine göndermeyin” diye yakarmaya başladı.

En son burjuva medyanın gündemine oturan konu ilk hamlede kimi bakanlardan ve çocuklarından başlayan ifşa kampanyasının 17 Aralık’tan beri itiraf edip ürktüğü gibi Tayyip Erdoğan ve çocuklarını da kapsamaya başlaması oldu. Bu gelişme karşısında da Erdoğan önceki “tape” ve görüntü kayıtlarına gösterdiği tepkiden farklı bir cevap bulamadı. Artık ayakkabı kutularına sığmadığı ve ancak TIR paletleri ve konteynırlarla taşınabilecek miktarda oldukları anlaşılan rüşvet ve irtikap hasılatlarına yine hiç değinmedi. Ses kayıtlarındaki konuşmaların kendisine ve yakınlarına ait olup olmadığına yanıt vermeden, “montaj”, “sahte belge” gibi gerekçelerle bu ifşaatları geçiştirmeye gayret edip, yine kendisine karşı eski ortaklarının “komplo” yaptığını tekrarlamakla kaldı. Ortaya dökülen belgelerin sahte olduğunu göstermek için yaptırdığı acemice manevraların yalan beyanlardan oluştuğu daha mürekkepleri kurumadan ortaya çıktı.

Erdoğan’ın bu son hamleye yeni bulduğu tek cevap, şimdilerde medyaya muhtelif tapeleri ve ses kayıtlarını servis eden hasımlarıyla birlikte vaktiyle hazırladıkları kimi dosyaları, “daha kimleri kimleri dinlemişler!” mesajını vermek üzere basına servis etmeye başlaması oldu. Böylelikle adeta benzer dosya ve kayıtlar bende de var; üstüme fazla gelirseniz bugün aleyhime çalışanları rahatsız edecek kimi belgeleri ben de ortaya dökerim!” diyerek şantaj yapmaya kalkıştı.

Aslında bu karşı hamle ilk salvoda Ergenekon ve Balyoz davalarının da benzer biçimde bir komployla yapıldığına dair görece pısırık açıklamaların daha sert bir tonla yeniden ele alınmasına benzemektedir. O vakit belki kimileri Erdoğan’ın Ergenekoncuları yanına çekerek CHP’yi ve kendisini koltuğundan etmek isteyenlerin bir kısmını etkisizleştirmek maksadıyla yaptığına inanmış olabilirler. Bu pek safdilce bir kanaat olur. Zira bu hamlenin asıl anlamı malum “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının “neden beraber ıslanmıyoruz yağan yağmurda” vurgusuyla tekrarından başka bir şey değildir. İşin gerçeği de budur doğrusu. O nedenle bu çare Erdoğan’ın mukadder akıbetine engel olamayacaktır. Zira aslında bugünkü it dalaşının tarafları uzun yıllar ortaklık etmiştir ve bu ortaklık sırasında birlikte işledikleri asıl suçları ortaya dökmeme konusunda aralarında adı konmamış bir sözleşme olduğu da açıkça görülmektedir. Bu nedenle ortaya dökülecek belge ve bilgilerin kimi yolsuzluk ve usulsüzlüklerle sınırlı ve dar bir çerçevenin ötesine geçemeyeceği görülmektedir. Bu çerçevede CHP de Erdoğan’a karşı cephe almış bulunan eski ortaklarının yedeğindedir ve AKP’nin alternatifi değil yedeği konumundadır.

Bu dalaş çerçevesinde AKP’nin ortaya dökebilecekleri görece sınırlı ve ehemmiyetsizdir. Zira Erdoğan ve yakınları bir şeyi unutuyorlar. O yollarda beraber yürüdükleri sırada, kurnazlık edip ayakkabı kutularına ve hatta kamyonlara görülmemiş miktarlarda rüşvet ve döviz yığınlarını istif ederlerken, bugün kendisiyle dalaş halindeki hasımlarının öncelikleri başka idi. Erdoğan ve hempaları kendilerine servet yaratmak üzere pervasız bir aç gözlülükle hareket ediyorlardı. Bu meyanda da bilhassa müteahhitlik ve medya alanlarında kimi yeni sermaye gruplarını palazlandırıp kendilerine bu cenahtan destek noktaları yaratmaya çalıştıkları da anlaşıldı. O zamanki ortakları ve patronları ise, ABD emperyalizminin daha büyük çaplı ve kapsamlı planlarının temellerini atmak ve yürürlüğünü güvence altına almak kaygısı içindeydiler. Bugün de aynı neden ve kaygıyla kendisinin pabucunu dama atmakta tereddüt etmemektedirler.

Bu it dalaşında Erdoğan’ın kaybedeceği çok şey vardır; Cumhurbaşkanlığı hayalini şimdiden unutmuştur bile. Ama hasımlarının durumu öyle değildir. Erdoğan sandıktan çıkmıştır; hasımları öyle değildir. O nedenle hasımlarını “sandığa gömmesi” söz konusu değildir. Bir kez daha bir sandık zaferiyle onların karşısına dikilmesi ihtimali de giderek ortadan kalkmaktadır. Bu gerçek giderek en kötümser tahminciler tarafından bile idrak edilmeye başlamıştır.

BU KAVGA “KARAKOLDA BİTMEZ” GALİBİ SEÇİM SANDIĞINDA BELİRLENMEZ.

Erdoğan çaresiz kalıp, sıkıştıkça “sandığa gideriz kimin haklı olduğu meydana çıkar” türünden çıkışlar yaparak yerine geçmeye hazırlananları ürkütmeye çalışıyor. Yahut şimdiki hasımlarıyla birlikte daha önce hazırladıkları kimi dosyaları aynı yöntemlerle ortaya dökerek onları geriletebileceğine hala inanmak istiyor. Bürokrasiye hakim olamadığını ve yıllarca sözüm ona “askeri vesayete son verme” adı altında şimdiki hasımlarıyla birlikte biriktirip kullandığı kirli silahların şimdi kendisine karşı kullanıldığını gördükçe öfkelenip şantaj yapmaktan başka çare bulamıyor. Bu bile Erdoğan’ın çaresiz kaldığının bir ifadesi olsa gerektir.

Herhalde Erdoğan sahiden karşısında “hocaefendi” olduğuna inanmış olsa gerek ki, kah onu tıpkı ABD büyükelçisini şikayet ettiği gibi Obama’ya şikayet etmeye yelteniyor; kah kendisini ülkeye dönmeye davet edip karşısına seçim meydanlarında çıkmaya davet ediyor. Oysa asıl sorununun, ABD emperyalizmiyle olduğunu unutuyor. Sözümona yegane hakimi olduğunu sandığı topraklarda, füze kalkanlarının ABD üslerinin hâlâ hazır ve nazır olduğunu ve bilhassa iplerinin gerçekte kimin elinde olduğunu unutuyor.

Bu minvalde ilerleyen süreçte Erdoğan hükümetinin sallantıda olduğuna ilişkin yorum ve haberler emperyalist metropollerin basınında da yer almaya başlamaktadır. Uluslararası sermaye çevreleri kadar büyük sermayenin Türkiye’deki belli başlı kuruluşları da açıktan açığa Tayyip Erdoğan’a karşı tutumlarını giderek artan bir ses tonuyla dile getirmeye başladılar. Böylece, (Gezi Parkı’ndan başlayan ayaklanma sırasında hükümeti destekleyen çevrelerin göstermeye çalıştığı gibi) büyük sermayenin, bir hükümeti devirmek için yapacağı işlerin başında direnişçilere revir açıp iaşe ve yağmurluk dağıtmanın gelmediği de daha berrak görülmeye başladı.

Hiç kuşkusuz Gezi parkından başlayan ayaklanma sırasında Koç Holding’in kimi kuruluşlarının yanısıra, bilhassa Türkcell’in ve birçok irili ufaklı sermaye grubunun da hükümete karşı bu ayaklanmaya az çok sempatiyle yaklaştığı, hatta zaman zaman açık ya da örtük destek sunduğu sır değildir. Ama bu olgu ne bu hareketin arkasında sermaye çevrelerinin olduğuna delalet eder ne de hareketin mahiyeti ve önemi böyle bir görüntüden dolayı değişmiş olur.

Kaldı ki Gezi Parkı’nın boşaltılmasından beri buradan başlayan hareket başka mecralarda başka tempolarla ve başka bir çapta sürerken AKP hükümetine karşı tutum alan sermaye çevrelerinin Erdoğan ve ekibini göndermek için başka Gezi ayaklanmaları tezgahlamak veya bunları beklemekle meşgul olmadığı da aşikardır. Aksine seçim sürecinin yaklaşmasıyla beraber görülmektedir ki, büyük sermaye çevreleri kitlelerin seferber olup sokağa dökülmesinden özenle kaçınarak, AKP hükümetinin yerine yedeklerinin geçmesi maksadıyla kendine özgü yol ve yöntemleri harekete geçirmektedir.

Açıkçası basit bir polisiye operasyon değilse de, medya destekli, planlı ve kapsamlı bir adli/polisiye operasyon olan malum “17 Aralık Operasyonu” bunların en çok bilinenlerinden bir örneği temsil etmektedir. Bu örneğe bakıldığında hükümet ve destekçilerinin yaptığı gibi, Gezi ayaklanmasıyla 17 Aralık operasyonunu bir kefeye koymanın abesliği açıkça görülmektedir. Aksine bu iki örnek birbiriyle buluşan iki farklı yola işaret etmemektedir. Bunlar AKP’yi göndermenin birbirine alternatif iki farklı yolunu ifade etmektedir.

AKP’Yİ DEVİRMENİN İKİ FARKLI YOLU VAR

Gezi Parkı’ndan başlayıp 80 vilayete yayılan ayaklanma AKP hükümetine karşı mücadelenin yolunu göstermektedir; 17 Aralık’ta başlayıp hâlen artan bir tempoyla sürmekte olan kampanyalar aynı maksatla yürütülen bir başka dalaşa işaret etmektedir. Bu iki yolun failleri de, takipçi ve destekçileri de, yordam ve yöntemleri de bambaşkadır. Doğrusu hükümetin aynı maksatla yürütülen bu iki saldırıya karşı tutumu ve aldığı tedbirler de birbirine hiçbir biçimde benzememektedir.

Bu farklılık aynı zamanda halen yürümekte olan it dalaşının yarattığı etkilere bakınca da kendini göstermektedir. Gezi Ayaklanması sırasında istifası talep edilenlerin başında gelen ama 7 eylemcinin katledilmesinden, binlerce yaralının ve tutuklunun birinci derecede sorumlularından olan İçişleri Bakanı, o zaman yerinden kımıldatılamamışken bu yolsuzluk ve rüşvet ifşaatlarının ardından apar topar makamını terk etti. İstanbul Emniyet müdürü de ilk yer değiştirilenlerden oldu.

Bu tablonun anlamı 17 Aralık operasyonunun Gezi ayaklanmasından daha etkili ve daha önemli olduğu değildir. Bu tablodan okunması gereken şudur: şu anda sürmekte olan it dalaşı hakim sınıf içinde yönetenler katında cereyan etmektedir. Bu bakımdan hüküm süren burjuva diktatörlüğünün kimler tarafından ve nasıl yönetileceğini hakim sınıf içindeki çatışmanın taraflarının ve taraflar arasındaki güçler dengesinin belirlemesi gayet tabiidir. Aynı nedenle de Gezi ayaklanmasında olduğu gibi düzen güçleriyle karşı karşıya gelen güçlerin (ne derece geniş kapsamlı ve sert bir tarzla da olsa) burjuva devletinin yönetiminde kimi düzenleme ve değişikliklere yol açmaması da tabiidir. Üstelik sınıf hareketinin henüz geri çekilme döneminden çıkmadığı ve emekçilerle ezilenlerin en dinamik kesimlerinin tüm güçleriyle içinde yer almadığı bir hareketin bu tür sonuçlar almaması şaşırtıcı olmasa gerektir. Bunun aksine inanlar ve öyle olmasını bekleyenler daha çok reformizmin ve düzen partilerine kuyrukçuluğun göz bağlarından kurtulamamış olanlardır.

Bu nedenle KöZ sayfalarında AKP hükümetinin güç kaybetmekte ve gerilemekte olduğuna dikkat çekerken bu hükümetin yedekleri tarafından devrilmesinin başka anlama geleceğine emekçilerin ve ezilenlerin seferberliği sonucunda devrilmesinin başka bir anlam ifade edeceğine vurgu yapılmıştır. Bilhassa AKP ile yerini almaya hazırlanan yedekleri arasındaki gerilim ve çatışma keskinleştikçe, iki tarafın da üzerinde durdukları, bir vakit üzerinde birlikte hüküm sürdükleri ve birlikte güç aldıkları zemin de sarsılmakta ve zayıflamaktadır. Bu durum derisini değiştirmekte olan bir yılanın durumuna benzetilebilir. Aynı yılan AKP derisini çıkartıp yenisine bürünmeye hazırlanırken en zayıf halinde olacaktır. İşte bu kritik evre o yılanın başını ezmek için en elverişli fırsattır.

30 MART SON DEĞİL BAŞLANGIÇ OLMALI

Bu bakımdan seçimlere kadar giden kritik Mart ayının mücadeleleri önemlidir ve seçim sonuçlarının belirlenmesinde bu süreçteki kitlesel eylemli seferberlik ne kadar etkili olursa 30 mart gününün sonuçları o kadar önemli olacaktır. Bu sonuçlar 31 Marttan itibaren gelişecek süreçteki eylemliliklerin çapını ve anlamını da o ölçüde belirleyecektir. Bir başka deyişle, AKP’nin hâlen sürmekte olan yolsuzluk skandallarının sonucunda kendi içinden eriyerek gerilemesi ve yedeğine yer hazırlaması halinde yeni hükümet daha güçlü bir biçimde emekçilerin ve ezilenlerin hareketinin önünü kesmeye yönelecektir. Böylelikle bugün birbiriyle dalaşan iki burjuva seçeneğinin ortak temellerini ifade eden ve artık miyadının dolduğu git gide daha açıkça görülmekte olan ve Erdoğan’ın kendini savunmak amacıyla sonuna kadar istismar ederken iyice yıpratmakta olduğu “12 Eylül rejimi”ni asıl rejime zarar vermeden değiştirmenin imkanı yaratılmaya çalışılacaktır.

Buna karşılık eğer AKP hükümeti gerek Gezi parkından başlayan ayaklanmada gerekse de yıllardır Kürt illerinde olduğu kadar metropollerde de görüldüğü gibi emekçilerin ve ezilenlerin ortak seferberliği ile gönderilirse, bilhassa bu iki dinamiğin buluşması sonucunda iktidarını kaybederse, o zaman “12 Eylül rejimi”ne nasıl son verileceği konusu bambaşka bir biçimde gündeme gelecektir.

Ne var ki Erdoğan ve yedekleri, itinayla yerel seçimleri bir referanduma dönüştürme gayretiyle kendilerini sınırlamaktadır. Hesaplaşmayı önce yerel seçimlere ve onu takip edecek olan muhtemel bir erken seçime havale etmek istemektedirler. Böylece yeni anayasayı tekrar parlamentodan çıkarmayı arzulamaktadırlar. Oysa bu formül besbelli ki aslında toplumun en politize olan ve yeni bir anayasaya gerçekten ihtiyacı olan emekçilerin ve ezilenlerin dışlanması arzusunu ifade etmektedir.

Dolayısıyla tersinden emekçilerin ve ezilenlerin Erdoğan ve AKP ile birlikte 12 Eylül rejiminin süpürülmesini öne çıkartmaya ihtiyaçları vardır. Yeni bir anayasa fikrini ve yeni anayasanın emekçilerin ezilenlerin tüm kesimlerinin temsil edildiği ve eski anayasanın koyduğu kısıtlamalara bağlı kalmadan seçilecek bir kurucu meclis fikrini gündeme getirme gereği vardır. Üstelik bunun koşulları her zamankinden daha elverişlidir.

Başlamadan rafa kalkan “Çözüm sürecinin”, Öcalan’ın en son AKP’ye verdiği ültimatomda tarif edildiği gibi bir çerçeveye oturtulması talebi de böylelikle somut bir karşılık bulmuş olacaktır. Ama bunun yolunun açılması iki önemli koşula bağlıdır. Birincisi sallanan AKP’nin, cemaat-CHP tarafından değil, HDP/BDP etrafında kümelenen emekçiler ve ezilenler tarafından gönderilmesidir. İkincisi ise yeni anayasanın yeniden yeni bir parlamentoya havale edilmesinin önünü kesmek üzere AKP’nin devrilişinin ardından emekçilerin ve ezilenlerin birleşik kitlesel seferberliği ile bir kurucu meclisin seçilmesinin sağlanması gerekir. Zira parlamentodan ayırt edilebilen bir kurucu meclis talebine bağlanabilecek yegane hareket böyle oluşturulabilir.

Bu itibarla AKP’nin devrilmesi için 30 Mart seçimlerini beklemek AKP’nin yedeği olan güçlerin beklentisidir. Emekçilerin ve ezilenlerin çıkarlarını temsil etme iddiasında olanların hedefi ise AKP’yi 8 Mart’tan başlayıp Newroz’dan geçerek ve 30 Mart’ta durmayıp 1 Mayıs’ta yükselerek gelişen bir kitle seferberliği ile devirmek olmalıdır.

Paylaş