Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ’ün Ağustos 2003 tarihli 10.sayısında yayımlanmıştır.
ABD’nin “Türkiye işlerine” bakan bürokratları Wolfowitz ve Grosmann’ın Mayıs ayındaki uyarı açıklamalarından beri, ABD’nin Türkiye üzerindeki basıncı artıyor. Amerika peş peşe Türk devletini sıkıştıran adımlar atıyor. Türk devletinin en pis işlerinin baş aktörlerinden olan Özel Harekatçıların Süleymaniye’de göz altına alındıktan sonra, başlarına çuval geçirilerek sorgulanması bunun çarpıcı ifadelerinden biri oldu. Sözümona «stratejik müttefikinin» yaygaralarına rağmen, ABD’nin geri adım atmamakta direnmesi de bu basıncın şiddetine işaret eden bir ölçü olarak kabul edilmeli.
Ama aynı zamanda Türkiye üzerinde farklı yönlerden uygulanan basınçlar olduğunu görmek gerekir. Bu bakımdan ABD’nin artan basıncının farklı yönlerden gelen basınçları dengelemeye dönük olduğunu da söylemek yanlış olmaz. Bunlar arasında Türkiye’deki iç paylaşım kavgasının yarattığı gerilimleri de saymak gerekiyor.
Türkiye Paylaşım Kavgasının En Gerilimli Kavşaklarından Birinin Kilit Ögesi
Doğrusu geç kapitalistleşmiş Türkiye Cumhuriyeti, yakın zamana kadar, hem kendi iç dinamiklerinin hem de dış etkenlerin etkisi altında emperyalist hiyerarşide bir üst basamağa sıçrama hülyalarıyla yol almaktaydı. Emperyalistlerarası paylaşım kavgasının asıl aktörleri arasındaki çatışmalar keskinleştikçe, giderek artan bir gerilimin etkisi altına girmektedir. Bu gerilim içerdeki çatışmanın artmasına paralel olarak artmakta; arttıkça Türkiye’nin egemen sınıfı içindeki çatışma keskinleşmektedir. Açıktır ki, bu etkileşim, Türkiye’nin emperyalist düzenin kilit ögelerinden biri olduğunu gösterir; devrimciler açısından da zincirin kırılmaya müsait halkasının nerede olduğuna işaret eder.
Yaşadığımız topraklardaki sosyalist akımların neredeyse tamamı öteden beri T.C.’nin temel sorununun bağımsızlık olduğunu söylemelerine rağmen, «çuval vakası»nı Türkiye’nin ABD’ye olan bağımlılığının hangi boyutlara vardığını gözler önüne seren bir örnek olarak değerlendirmek istedi. Sanki Türkiye bir «stratejik uşak» durumuna şimdi girmiş gibi, «stratejik ortaklıktan stratejik uşaklığa» başlığı sosyalistlerin yayın organlarında pek sık kullanılan bir manşet oldu. ABD’nin Türk askerlerine yönelik tutumu, «küstah ve aşağılayıcı» diye tarif edildi. «Onursuz» diye tarif edilmekte mahsur görülmeyen bu durumun ABD işbirlikçiliğinin bir sonucu ve göstergesi olduğu ileri sürüldü. Bütün bunlar sosyalistlerin kendi temel tezlerini bile unutacak kadar hakim burjuva söyleminin dümen suyuna girdiğinin ibret verici bir işaretidir.
Bununla birlikte, haksızlık etmemek gerekir. Elbette BBP’lilerle birlikte sokakta nöbet tutan İP’liler dışında sol adına konuşan hiçbir akım, Özel Harekatçılara sahip çıkmadı. «Ulusal onur» söylemini içeren propaganda ve ajitasyon, esas olarak patronların ve generallerin ulusal onur konusundaki iki yüzlülüklerini gösterme amacı üzerine oturtulmaya gayret edildi.
Bu vesile ile sosyalistler bir kere daha hem TÜSİAD’ın hem de Genelkurmay’ın bugüne kadar ABD ile olan sıkı fıkı ilişkilerini teşhir etme fırsatı elde etti. «Ulusal onurun zedelenmesinden» şikayetçi olan burjuva sözcülerine karşı ABD ile bu kadar yakın ilişki kuranların elbette ABD’yi karşılarına alamayacağı ve onursuz bir dış politikaya mahkum olduğu savunuldu. Ulusal onurun ABD’nin bir dediğini iki etmeyen işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından korunamayacağı sık sık tekrarlandı.
Böyle davrananlar, burjuvazinin demagojik bir biçimde kullandığı ulusal onur silahını onun elinden alıp, ulusal onura asıl sosyalistlerle devrimcilerin sahip çıkacağını göstermek istiyorlardı.
«Çuvallama Olayı» Türkiye’nin ABD’ye Kölece Bağlı Olmasından İleri Gelmiyor
Ancak bu tutum kendi içinde bir çok yanlışı birden barındırıyor. Her şeyden önce, gözaltına alınan Özel Harekatçıların kafasına geçirilen çuval, Türkiye Amerika’ya kölece bağımlı olduğu için geçirilmedi. Aksine çuval vakası, Türkiye ABD’nin arzu ettiği kadar itaatkar bir köle gibi davranmadığı için gerçekleşti. ABD’nin amacı Türk devletini, özellikle de Silahlı Kuvvetleri hizaya getirmekti. Zaten, Türkiye ABD’ye, efendisinin istediği kadar itaat etseydi böyle bir operasyona gerek kalmazdı. İşte, sosyalistlere de egemen olan ve sanki bir bağımsız davranma durumu varmış da ortadan kalkmış gibi bir anlam veren söylemin nedenlerinden biri de bu durumdur. Ama bu durumun Türkiye’nin bağımsız hareket ettiğinden veya edebileceğinden ileri geldiğine hüküm vermek için acele etmemek gerekir.
Bugün TC ile ABD arasında giderek gerginleşen bir ilişki olduğu apaçıktır. ABD hem Orta Doğu’daki planlarını uygulamak için, Türkiye’den sonuna kadar yararlanmak istemektedir; hem de ABD’nin bölgedeki ihtiyaçları Türkiye’nin Güney Kürdistan’dan uzak tutulmasını gerektirmektedir. Bu hassas dengeler nedeniyle, ABD’nin Türkiye’nin bölgede başına buyruk hareket etmesine tahammülü yok. Bu yüzden de, Türkiye ABD’nin planlarından bağımsız olarak bölgede atacağı her adımda «stratejik müttefikini» karşısında bulacak.
Süleymaniye’deki operasyon da, bu operasyona vesile olan gerekçeler sahici ve ciddi olsalar da, olmasalar da, Türkiye’ye bunu hatırlatmak için sert bir tehdit anlamına gelmektedir.
Türkiye’nin Bağımsız Davranma Olasılığının Ardında Uluslararası Sermayenin Çatışan Rakip Çıkarları Vardır
Bununla birlikte, Türkiye’nin bölgede bağımsız bir rol oynama yeteneği yoktur; hareket alanı da bölge üzerinde cereyan eden paylaşım kavgasının asıl aktörleri arasındaki gerilim arttıkça daralmaktadır. ABD ile T.C.’nin anlaşmazlıklarının T.C.nin başına buyruk hareket etme istek ve yeteneğinden ziyade, ABD’nin rakiplerinin etkisi altında hareket etmesi olasılığından ileri geldiğini akılda tutmak gerekir. Türkiye’nin içindeki gerilim ve çatışmanın nedenlerini de ideolojik, tarihi, kültürel vb. nedenlerle değil, uluslararası paylaşım kavgasına paralel olarak ivmelenen ve buna tabi olan paylaşım kavgası ile izah etmek gerekir. Bunun anlamı şudur: Türkiye’de birbiri ile dalaşan güçlerin arkasında uluslararası finans kapitalin rakip çıkarlara sahip kesimlerini aramak gerekir.
Bu nedenle, görünürdeki gelişmelere bakıp, Orta Doğu’daki asıl gerilimin ABD ile T.C. arasında olduğunu zannederek hareket etmek büyük yanılgı olur. Türkiye yarı-sömürge Osmanlı imparatorluğunun kalıntılarının mirasçısı, geç kapitalistleşmiş bir burjuva devletidir. Dünyanın en büyük emperyalist güçleri arasındaki paylaşım kavgasının kritik bir kavşağında yer almaktadır. Böyle bir devletin önündeki seçenekler ABD’ye kölece bağımlı olmak ile, «onurlu bir ulusal politika izlemek» değildir. Seçenekler ya ABD’nin yahut rakiplerinin dümen suyunda hiçbir durumda onur sıfatıyla anılması mümkün olmayan bağımlılık seçenekleridir.
Sermayenin egemenliği altında kaldığı müddetçe, Türkiye’nin önündeki seçenekler birbiriyle dalaşan emperyalist kamplardan birine yahut ötekine tabi olmaktan öte değildir. Bunu akıldan çıkarmamak gerekir.
Türkiye’nin önünde ne birinci dünya savaşı sonrasındaki gibi, ne ikinci dünya savaşı sırasındaki gibi bir bağımsız hareket etme seçeneği yoktur. Kıbrıs’ın işgal edildiği 1974’teki, yahut 1991 Körfez Savaşı sırasındaki kadar bile bağımsız hareket alanı yoktur. Hem liberal hem de radikal muhalif akımların hayal ettikleri gibi, «toplumsal muhalefeti» yükselterek, hükümetler üzerinde baskı yaparak, yahut protesto gösterileri düzenleyerek de yaratılacak değildir.
Türkiye’nin emperyalist güçlerden bağımsız hale gelebilmesi için bir devrime gerek olduğu çoktan beri söylenmektedir; ama adeta unutulmuş gibidir. Adeta Türkiye’ye egemen olanların 70’li yılların sonundan beri dalmış oldukları emperyalist hiyerarşide bir basamak yukarı çıkma hülyaları alttan alta sosyalistleri de etkilemiş gibi gözükmektedir. Oldum olası ücretli kölelik düzenini yıkmadan da «tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye» olabileceğini hayal eden devrimcilerin, burjuvazinin bir kesiminin bağımsızlık hülyalarından yahut özlemlerinden etkilenmesine de şaşmamak gerekir. Ama bunun masum bir aldanma olduğu sanılmamalı. Aksine bu «çuval krizi»nden sonra bariz biçimde görülebileceği gibi, şovenizmle üst üste düşen bir tutuma hayat vermekte, yahut oradan kaynaklanmaktadır.
Bağımsızlığın ve Onurlu bir Siyasetin Yolu
Kuşkusuz her devlet gibi T.C.nin de, bir devlet olmasından ötürü kendine özgü bir dış politikası vardır. Ama bağımsız bir dış politika sahibi olmak, hele safların netleştiği bir paylaşım kavgasının ortasında bunu sürdürebilmek için sadece ayrı bir devlet aygıtına sahip olmak yetmez. Bu koşullarda T.C.nin kendine özgü çıkarları ve planlarının olması, bağımsız bir politika izleyebilmesinin teminatı değildir. Aksine T.C. devleti bağımsızlığın değil emperyalizme bağımlılığın bir aracıdır; gerçekten bağımsızlıktan ve onurdan söz edilebilmesi için evvela bu aracın ortadan kaldırılması şarttır.
Yaşadığımız topraklar üzerinde gerçekten bağımsız bir devletin hüküm sürmesi hayal değildir. Hayalperestlik, emperyalistlerin oyuncağı, pis işlerinin maşası olan ve halklara vatanlarını zindan eden burjuva diktatörlüklerine muhalefet ederek onların onurlu ve bağımsız bir davranışa çekileceğini sananlara mahsustur.
Orta Doğunun tüm ezilen uluslarının, ücretli köleliğe mahkum edilmiş halklarının, kendi kaderlerini özgürce tayin ederek kenetleneceği, emekçi sovyetlerinin özgür birliği bir hayal değil, somut bir mücadele hedefidir; yaratılacak bir siyasal mevzidir. Sadece böyle bir devlet uğruna ölmeye değen ve bayrağı altında onurlu bir biçimde yaşanan bir devlet olacaktır.
Bu devletin temelleri özel harekatçılarının başına efendileri tarafından geçirilen çuvalı onursuzluk diye görenler tarafından değil; hem onların, hem diğer uzantılarının, efendi ve işbirlikçilerinin yanı sıra yalakalarının da tümünün başına çuvalı geçirme cüreti gösterecek olanlar tarafından atılacaktır.
KöZ’ün arkasında duran komünistler bu hedefe giden yolu açacak partiyi yaratmak için mücadele ediyor; komünistleri bu amaç için birleşmeye çağırıyor.