Bu yazı Komünist KöZ Ağustos 2013 sayısında yayımlanmıştır.
Gezi eylemlerinin Türkiye tarihinde gelmiş geçmiş en büyük hükümet karşıtı ayaklanmaya dönüşmesiyle, “sandıkla gelen sandıkla gider” söylemi AKP’lilerin sık sık başvurduğu bir terane oldu. Böylelikle, AKP’lilerin ve Erdoğan’ın gözünde, demokrasi sandıktan çıkan oylarla sınırlı olduğu için, sandıktan en çok oy alana karşı çıkanlar da “anti-demokratik” ve “darbeci” oldu. Mısır’da Mursi’nin bir darbeyle devrilmesiyle de demokrasinin bu dar tanımını tekrar tekrar AKP’lilerden ve AKP’nin medyasından duymaya başladık.
AKP’lilerin demokrasinin bu dar tanımına sık sık başvurmasının arkasında ise hükümetin otoriterliğini demokrasi kılıfına uydurmak yatıyordu. Böylelikle AKP için kendi seçmeni olmayan kesimlere “bana oy vermeyen %49 çenesini kapasın” mesajını yollaması mümkün oldu.
Elbette hâkim sınıfın baskı aygıtı olan devlet var olduğu müddetçe devletin en demokratik biçimi bile burjuva diktatörlüğünün sürmesine hizmet eder. “Çoğunluk-azınlık” meselesi, oy oranları, seçimler esas olarak burjuva demokrasinin yasamaya ilişkin kısmını kısmen de yürütme kısmını ilgilendirir. Seçimler ve sonuçları devletin kendisini, değiştirmeye etki yapmaz. Demokrasi ve demokratik haklara dair değişimlerin pek azı seçimler ve sonuçlarıyla belirlenir. Devlete dair ve demokrasi alanının gelişmesine dair değişimler daima devlet kurumlarının dışında sokakta cereyan eden sınıf mücadelesinin zoruyla bu mücadelenin birer yan ürünü olarak gerçekleşir. Bu itibarla seçimler ve sonuçları hakkındaki söylemler demokrasi hakkında söylenebileceklerinin çok azını oluşturur. Hükümetlerin parlamentodaki oy çokluğu ile belirlendiği doğrudur fakat en çok oyu alanın en demokrat olacağı doğru değildir. Dünya tarihindeki en baskıcı burjuva hükümetler de sandıklardan en fazla oyu alarak başa gelmiştir. Sık sık tekrarlanan Hitler rejimi örneği bunun tek örneği değildir, sadece en bilinenidir. İkinci emperyalist paylaşım savaşı döneminde Nazilerle işbirliği yapan Fransa’daki Mareşal Petain’in hükümeti de sandıktan çıkmıştır. Onu deviren ve demokrasi kahramanı olarak tanıtılan General De Gaule ise Nazilere karşı silahlı direniş, savaş koşulları ve müttefik ordularının Fransa’ya girmesi sayesinde devletin başına gelmiştir. Bu örnekten de bu biçimde pek az söz edilir.
“Demokratik hak ve özgürlükler” adıyla andığımız ilkeler, burjuvazinin aristokrasiye karşı mücadelesinden ortaya çıkmış, burjuvazinin mutlaki- yetçi rejime karşı haklarını ve güvencelerini talep etmesiyle şekillenmiştir. Bu anlamda demokrasinin çoğunluğun yönetim şekliyle bir alakası yoktur; bu prensipler, esas olarak bir kesimin, yeni ortaya çıkan burjuvazinin otoriter bir yönetime karşı kendini güvence altına alma ihtiyacından doğmuştur.
Proletaryanın burjuvaziye karşı elde ettiği örgütlenme özgürlüğü, basın-yayın özgürlüğü gibi demokratik hak ve özgürlükler, burjuva rejimin içinde yer bulsa da esas olarak sınıf mücadelesi, ezilen ve sömürülen yığınların baskısıyla gerçekleşmiştir. Demokrasi mücadelesinden anlamamız gereken de oy oranları, seçimler değil, tastamam budur.
Demokrasi kavramına dair yaygın olan başka bir yanılgı da demokrasinin cumhuriyet ile eşdeğer olduğudur. Hâlbuki demokrasinin yönetim şekliyle alakalı olması da gerekmez. Birleşik Krallık, burjuva demokrasinin önde sayılan yerlerinden biridir ancak, adı üstünde, bir cumhuriyet değildir. Hollanda, İsveç ve Danimarka da esas olarak monarşiyle yönetilen rejimlerdir ama yine de bu rejimlere de “demokratik rejimler” denir. Öte yandan kendini cumhuriyet olarak tanımlayan birçok rejime -İran akla en sık gelen örnektir- demokrasi denmemektedir.
Demokratik hak ve özgürlükler; bir sınıfın devletin temeline, esasına dokunmaksızın kendi haklarını güvence altına almak için olan bir yönetim demek ise burada hizaya getirilen bir krallık ya da monarşi ise buna da demokrasi denir. Yaygın ve eksik olan tanım budur. Oysa demokrasiyi bir takım hak ve özgürlüklerden ziyade rejim olarak, devletin örgütlenmesi, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkinin kurulması şeklinde kavramak gerekir. Bu anlamda “demokrasi”nin tanımını yaparken evrensel denilen hak ve özgürlüklerle sınırlı kalmamak gerekir. Bunların çoğu, genel olarak demokrasi diye anılan burjuva diktatörlüğünün demokratik makyajlı türüne sınıf mücadelesi tarafından dışarıdan zorla eklenmiş unsurlardır.
Türkiye’deki durum da, başka birçok yerde olduğu gibi, bu şekilde irdelenmez. İktidardaki siyasi yapı, rejimin sıfatıyla anılır; şu an Türkiye’de demokratik bir rejim olduğu, öyleyse bu hükümetin de demokratik olduğu söylenir. 12 Eylül’ün altyapısını kuran, 12 Eylül cuntasının mimarı ve mirasçısı Özal’ı örnek alan AKP de buradan yola çıkarak “biz de Özal gibi demokratız, aynı şeyleri yapıyoruz” demekte ve güya 12 Eylül rejimini yargılamakla böbürlenmektedir. Kendisi 28 Şubat müdahalesiyle eski burjuva siyasi kadrolarının tümü- nün siyaset dışına atılmasının ardından açılan yoldan iktidara geldiği halde 28 Şubatı sorgulama iddiasını diline dolayıp bir türlü bu yönde adım atamamaktadır.
Siyaset sahnesine 2002’ye çeyrek kala çıkan AKP’nin kurucu kadroları, daha önce Türkiye’de birkaç kez hükümet ve koalisyon ortağı olmuş bir siyasetin temsilcisi MSP-RP hareketinin içinden gelmiş ve Özal’ın bu hareketten devşirdiği kimi kadrolarla tekrar buluşarak bu partiyi kurmuştur. Bahis konusu olan Milliyetçi Cephe, Refah-Yol hükümetleri ne kadar “demokratik” ise onların içinden çıkan AKP de o kadar demokratik olabilir. Özal’ın partisinin artıkları da Milli Selamet Partisi’nin izinden giden unsurlar da AKP’nin kadrolarını ve destekçilerini oluşturmaktadır. Nasıl öncüllerinden “demokrasi” adına bir şey beklenmemesi gerekiyorsa AKP’den de demokrasi namına bir şey beklememek gerekir.
Bununla birlikte, AKP’nin “demokratikleşme” getireceği de yakın zamana kadar tutan, 2007 seçimlerinin öncesinde tavan yapan bir göz boyama idi. AKP’nin de son zamanlardaki sert tutum ve tedbirleri, polis şiddetini artırmasıyla, Erdoğan’ın “otoriter” söylemleri ile AKP’nin “değiştiği” iddia edilmeye başlandı. Hâlbuki AKP’nin şimdi söyledikleri başta söylediklerinden farklı değildir.
AKP, bir taraftan “teröristlere en çok operasyonu biz yaptık” diye övünerek, bir yandan da Kürt sorununa demokratik bir çözüm getirme iddiasında bulunmayı sürdürüyor. Böyle bir hükümetten nasıl bir “demokratik açılım” beklenir? Gerek evrensel haklar açısından gerek rejimin niteliği bakımından içinde bulunduğumuz siyasi sistemde hiçbir şekilde demokrasiye benzeyen bir durum söz konusu değildir. Park ve Bahçeler Müdürlüğü’ne bile iş bırakmayan, her konuda insanların hayatına müdahale eden, bunu da “çoğunluğu ben temsil ediyorum, en demokrat benim” diyerek yapan bir başbakan söz konusudur.
Mısır’daki darbecilere “demokrasiyle geleni darbeyle indirdiniz” diyen AKP, 12 Eylül’ün tasfiye edemediği partileri bir kalemde silen 28 Şubat’ın açtığı siyasal boşlukta filizlenmiştir. Dolayısıyla, AKP’nin Mursi’nin yerine gelenlerden bir farkı yoktur. Zira, AKP’nin %50’i almasına yol açan da 12 Eylül’de tesis edilen, AKP’nin değiştirmeye yanaşmadığı seçim kanunu ile 28 Şubat’ın siyaset sahnesinin yeniden yapılandırmasıdır. AKP’ye demokratlık atfedilmesindeki bu tuhaflık AKP’nin kendisinde değil, solun da önemli bir kısmını oluşturduğu AKP’ye böyle bir marifet atfedenlerin cephesinde aranmalıdır.
Bu tablonun doğru yorumlanamamasının sebebi asıl olarak demokrasi kavramının, demokratik taleplerin içinin doğru düzgün doldurulmamış olmasından kaynaklanır. Kimileri Türkiye’nin demokratik devrim sorununu aştığını ve önünde sosyalist devrim hedefinin bulunduğunu bahane ederek demokratik haklar mücadelesine burun kıvırmaktadır. Kimileri de demokratik haklar mücadelesini bu hakları burjuvazinin tarif ettiği biçimde ele almakla yetinmekte ve bu bakımdan burjuva partilerinin demokrasiyi “burjuvazi için demokrasi” çerçevesinde tutma çabalarına destek olarak demokratik haklar mücadelesi vermeyi seçmektedirler. Bu da Rusya’daki Menşeviklerin bilinen çizgisinin kötü bir kopyasından başka bir şey değildir. Komünistler ise demokratik haklar mücadelesini küçümsemeden ama bu mücadelede öne çıkan taleplerin içini burjuva akımların yaptığı gibi doldurmakla yetinmeden hareket etmekle yükümlüdür.
Bu nedenle gündemdeki belli başlı taleplerin içinin nasıl doldurulacağı konusu üzerinde durmak yararlı ve gereklidir. Örneğin bu bakımdan “anadilde eğitim” talebinin nasıl somutlanması gerektiğiyle başlamakta yarar var.
ANADİLDE EĞİTİM, KÜLTÜREL DEĞİL SİYASİ BİR TALEPTİR
AKP’nin bir takım demokratik hak ve özgürlükleri güvence altına alacağını iddia ettiği bu süreçte anadile eğitim meselesi, seçim taahhütlerinden birisi olmuştu. AKP’nin tamamen faydacı kaygılarla “anadil sorununu çözersek ne kazanırız ” hesabının sonucunda ortaya konmuştu. Burada tuhaflık zaten olması gereken bir hakkın “demokratik açılım” olarak sunulmasıydı; öncelikle nüfusun önemli bir kısmını Kürtlerin meydana getirdiği bir ülkede zaten olması gereken, ancak yıllardır gaspedilmiş bir hakkı “demokratik açılım” adı altında sunmak ve buna dayanarak en demokratik olduğunu söylemek mantıklı değildi. Daha mantık dışı olan ise böyle bir söylemin kimi sol ve liberal kesimler tarafından rağbet görmesidir. Ancak bunun demokratik açılım olup olmadığına bu açılım yapılırkenki tavra bakmak yeterli değildir; buna anadilde eğitim talebinin muhteviyatına bakarak karar vermek gerekir.
Anadilde eğitim dendiği zaman son zamanlarda demokrat ve sol kesimlerde moda olduğu üzere bunun tanımını yapmadan, içini doldur- madan olumlamak ve yüceltmek doğru değildir.
Gerek anadil meselesinin bir kültür sorunu mu yoksa siyasi bir sorun mu olarak ele alındığı gerek neden anadilde eğitim istendiği, bunun nasıl bir demokratik ilerlemeye tekabül ettiği de net değildir. Böyle bir netliğe kavuşmanın önemi Apartheid rejiminde Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) dil ile ilgili taleplerini Kürtlerin talepleri ile karşılaştırdığımız zaman daha iyi anlaşılacaktır.
Mandela’nın önderliğini yaptığı hareket ana- dilde eğitim değil, İngilizce eğitim hakkını savunmuştu. Zira Apartheid rejiminin devamlılığı için kabilelerin İngilizce bilmemesi önemli görülüyordu ve rejim İngilizce eğitimi yasaklayarak kabilelere zorla kendi dillerini öğretiyordu. BDP/ PKK ise bugün tam tersini istiyor, “anadilde eğitim” istediğini ifade ediyor. Ancak bu, Kürtçe’nin kaybolan bir dil olmasıyla ya da dil eğitiminin yapılamamasıyla alakalı bir talep değildir. Zira Kürtçe bütün baskılara, yasaklamalara rağmen 80 yıl sonra hala konuşulmakta, hatta eskisinden daha fazla konuşulmaktadır. Aileler çocuklarına Kürtçe öğretmekte, Kürtçe edebiyat, müzik ve sinema gelişmekte, özcesi Kürtçe yaşamakta, kullanılmakta ve yayılmaktadır. Demek ki anadil talebinin ortaya konmasında etkili olan sorun, anadilin kaybolması ya da yasaklanması değildir.
Anadilde eğitim talebini ortaya çıkaran asıl mesele, bunun siyasi bir hak olmasıdır. Dolayısıyla anadilde eğitim talebini diğer demokratik taleplerden ayırmak mümkün değildir. İfade özgürlüğünün, Kürtçe siyaset yapma özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması talebi ile anadilde eğitim talebi doğrudan ilişkilidir. Bu, aynı zamanda devlet için vatandaşa hizmet sorunudur. TC vatandaşlarının en az 1/3’ünün anadili Kürtçe’dir, bu yüzden vatandaşlara anladıkları dilde hizmet götürmek, yani kamu hizmeti verecek memurlara, doktorlara, öğretmenlere Kürtçe bilmeyi şart koşmak gereklidir. Benzer şekilde anadilde eğitim talebiyle ortaya çıkan gruplar da bu talebi esas almalıdır. Örneğin KESK anadilde eğitim eylemi yaparken “çocuklara anadilde eğitim verin” demeden önce “bizim Kürtçe eğitimden geçmemiz lazım” demelidir. Böyle bir tutum hem herkesten eşit vergi alan devletin eşit hizmet götürebilmesine zemin hazırladığı hem de vatandaşlarının önemli bir kısmının anadilinin Kürtçe olduğunu kabul etmesi anlamına geldiği için önemlidir. Zaten BDP’nin de “Kürtlerin statüsü belli olsun” derken talep ettiği de tam olarak bu şekilde devletin Kürt vatandaşların varlığını tanımasıdır.
Özetle anadil meselesi bir dil korunması meselesi ya da kültürel bir mesele değil, ifade özgürlükleriyle doğrudan bağlantılı bir siyasi bir sorundur ve bu siyasi sorun, devletin vatandaşlarına eşit hizmet götürmesi sorunudur. Anadilde eğitim hakkı kültürel bir hak olarak tanımlanmak yerine bu şekilde tanımlandığı zaman demokratik bir hak ve talep olur. Ancak bu şekilde tanımlanan bir anadilde eğitim için mücadele etmek demokratik haklar mücadelesinin bir parçası olabilir. Devletin bir yandan Kürtçe TV açmakla böbürlenerek bir yandan bu talebi bu biçimiyle, yani Kürtlerin statüsünü tanımlamaya ilişkin yönüyle ötelemek istemesi de bundandır.
LAİKLİK, DEVLETİN HER TÜRLÜ DİN İŞİ VE HİZMETİNDEN KENDİNİ ÇEKMESİDİR
Anadilde eğitim hakkının nasıl savunulacağına, içinin nasıl doldurulacağına dair kafa karışıklığının ve muğlaklığın benzerini laiklik talebinde de görmek mümkündür.
Tarihte bilinen ilk laik rejim Paris Komünü’dür. Sovyetler dışında laik olduğu söylenen başka rejimlerde ise, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” daha çok kilisenin siyasi bir aktör olarak varlığını sınırlamak/ortadan kaldırmak kaygısını taşımıştır. Burada ulaşılmaya çalışılan şey laiklik değil Anglosaksonların “sekülerizm” dedikleridir – bu ikisini ayırt etmek gerekir. Tıpkı anadil talebinde olduğu gibi laiklik talebinin demokrasi mücadelesinin bir parçası olabilmesi bu talebin içinin nasıl doldurulduğuna bağlıdır.
TC kurulduğundan beri laik bir devlet olduğunu iddia etmektedir. Sadece bir mezhebin din adamlarının devlet memuru yapılması, okullarında sadece bu mezhebin öğretilmesi bu anlayış tarafından laiklik olarak ele alınmaktadır. En başta, burjuva “demokrasisi” çerçevesinde devletin eğer bir hizmet verecekse bu hizmeti eşit vergi aldığı vatandaşlarına eşit olarak vermesi gerekir. “Din hizmeti”nin sadece bir mezhebe uygun olarak verildiği koşullarda ise böyle bir eşitlikten bahsedilemez. Kaldı ki söz konusu “din ve devlet işlerinin ayrılması” ise, devletin din hizmeti vermeye kalkışması devletin dine karışması anlamına gelir ve burada da laiklikten bahsedemeyiz.
Somut bir örnekle ilerlemek gerekirse, Cemevleri’nin ibadethane olarak devlet tarafından tanınması talebinin aslında laiklik talebine ters düştüğünü söylemek gerekir. Demokrasi mücadelesini yükseltmeyi hedefleyenlerin konuyu hâkim anlayış doğrultusunda ele almalarının yanlış olduğu da bu örnekle ortaya çıkar. Savunulması gereken şey, bütün cemaatlerin özgürce inandıkları gibi yaşayabilmesi ve bu hayat tarzından devletle arasında bir alışveriş ilişkisi doğmaması gerektiğidir. Son örnekte bahsi geçen Aleviler, buna benzer bir şekilde örgütlenmişlerdir ve devletin dine karışmadığı bir rejimde de aslında olması gereken budur. Devletin bir dini, bir cemaati resmi olarak tanıdığında laikliğe bir adım daha yaklaşılacağını savunmak abesle iştigaldir. Benzer şekilde düşünüldüğünde din dersi tartışmasının da abesliği ortaya çıkar, dileyenin dilediği dinin eğitimini o dinin uygun gördüğü şekilde alması laik bir düzende olması gerekendir. Ama şu ya da bu cemaatin devlet kaynaklarından desteklenmesi sadece cemaatler arasında bir eşitsizlik sorunu değil bu cemaatlerden hiçbirine bağlı olmayan vatandaşlar bakımından da bir haksızlık sorunu olur. Bu itibariyle gerçek anlamda din ve devlet işlerinin ayrılması her cemaatin kendi ibadetlerini yapma koşullarını, ibadethanelerinin yapımı ve bakımını, din adamlarının masraflarını vb. kendi aralarında karşılaması ve devletin bu alana hiçbir biçimde müdahil olmamasını gerektirir. Bu bakımdan diğer vatandaşların şu ya da bu cemaatin özel dini etkinliklerinin maliyetlerine ortak olmaması ve dolayısıyla bunlara karışılması hakkını kendilerinde görmemesi esastır. Bu aynı zamanda herhangi bir dini cemaate mensup olmayan vatandaşlar bakımından da hakkaniyetli bir çözüm demektir. Bu biçimiyle laikliği savunan bir siyasi akım da burjuva partileri yahut onlardan esinlenenler arasında mevcut değildir.
Elbette, sebebi ne olursa olsun, din ve inanç farklılıklarından ileri gelen her türlü baskı ve ayrımcılığa karşı çıkılmalıdır. Zira bu aynı zamanda komünistlerin kendileri için ifade örgütlenme özgürlüğünü talep edip sağlamaları için de başlıca güvencelerden biri olur. Ancak, bir şeyleri talep etmek noktasına geldiğimiz zaman talebin altının özenli bir şekilde doldurulması gerekmektedir. Karşı çıkılan düzeni sürdürme tuzağına düşmemenin tek koşulu budur.
Kaldı ki, devlet din kurumlarından desteğini çektiğinde cemaatin sürdürülmesinin mali yükü cemaat üyelerinin omuzlarına yüklenecek ve bu durum kaçınılmaz olarak cemaatlerin zayıflamasına ve dolayısıyla dinin toplum üzerindeki etkisinin azalmasına yol açacaktır. Devlet tam da bu senaryonun gerçekleşmesinden korktuğu için sözüm ona din hizmetini vatandaşlarının böyle bir talebi olup olmadığını düşünmeden ve hatta zorla sağlamaktadır. Bu da devletin, dini bir baskı ve kontrol aygıtı olarak kullandığını kanıtlamaya tek başına yeter. Bolşevikler, dinin böyle işlevleri olan bir araç olduğunun farkındaydılar; ancak, hiçbir zaman din karşıtı bir propaganda yürütmediler, bunun yerine laikliği tam anlamıyla uygulamayı seçtiler. Böylece dinin her türlü yükü Sovyetlere değil, cemaatlere yüklenmiş oluyordu. Tarihsel olarak, din bazı toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere ortaya çıkmıştır, bu ihtiyaçlar üzerinden ve devletlerin desteğiyle varlığını sürdürmüştür. Dinden devlet desteği çekildikten sonra, bu destek dinin karşıladığı toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek başka alanlara, kültür ve sanat etkinlikleri gibi alanlara aktarıldığında dinin etkisinin büsbütün azalması beklenebilir bir durumdur. Sovyetlerde de yaşanan durum da böyle gerçekleşmiştir.
YEREL YÖNETİMLERDE ÖZERKLİK, MERKEZİ DEVLET AYGITINI GÜÇSÜZLEŞTİRİR
Yerel yönetimlere özerklik talebinin içini de laiklik ve anadilde eğitim gibi doldurmak gerekir. Gezi Ayaklanması sürecinde herkes Başbakan’ın işi gücü bırakıp Gezi Parkı’na ne yapılacağına karar vermesine şaşırmaktaydı. Bugünkü uygulamada yerele dair bütçe ve düzenleme kararları da merkezi olarak verilmektedir. Bu karar ise basit bir oy rantına dönüşmüştür. Başka bir deyişle, şu anki sistem bütün kaynakların bir merkezde toplanması ve bu kaynakların hükümet çıkarlarına göre dağıtılmasına dayanır. Üretilen artı değerin önemli bir kısmı da bu merkezde toplanan kaynakların oluşturulmasına gider; bu da artık değerin hâkim sınıfın güç ilişkilerine göre paylaştırılmasına işaret eder.
Oysa park ve benzeri meseleler aslında yerel bölgelerin, mahallenin meselesidir; aynı şekilde bunun bütçe ayarlamalarını da bu bölgelerin, mahallelerin düzenlemesi gerekir. Yerelde nasıl yaşanacağına, çevrenin nasıl düzenleneceğine belli bir mahallenin insanları karar vermeli ve gerektiğinde kararı geri alabilmelidir. Bu yüzden yerinden yönetimlerin özerkliği gerekir.
Bu noktada Gezi Ayaklanması sürecinde ortaya atılan parkla ilgili referandum teklifi ile yerel yönetimde özerklik ve demokrasiyi titizlikle birbirinden ayırmak gerekir. Gezi Parkı’na yönelik bir referandum ile demokrasinin alakası yoktur. Zira ne referandumlar “park yapalım mı, yapmayalım mı” kaygısıyla ortaya çıkmıştır ne de polis her gün gaz bombaları atmaya, TOMA’lar su sıkmaya devam ederken referandum yapılabilir. Referandum tercihi, Bonapartist rejimlerde başvurulacak bir tercihtir. Bu nedenle referandumlar baskıların arttığı kitlelerin susturulup siyaset dışına itildiği Bonapartist rejimlerin başlıca araçları arasında yer alır; demokratik öz yönetim organlarını ikame edip, her türlü denetimin dışında devlet aygıtlarının ve kaynaklarının hâkim sınıfın hizmetine sunulmasını demokratik bir görünüm altında yutturulmasının en bilinen araçlarındandır.
Park gibi bir meseleyi referandum konusu yapıp halka sormak ancak “belediye başkanı, emniyet müdürü kim olacak? kim görevden alınacak?” gibi yerele dair önemli konuları halkın belirlediği bir yerel yönetim tasavvur edildiği noktada mümkün olabilir. Hükümet merkezde toplanan artı değerin dağılımını yine merkezden yönetirken, sadece park gibi bir meseleyi halka sorarak demokratik olunabileceği aldatmacası içine girmeye çalışsa da, bu tavrın adı demokrasi değil, “dediğim dedik”liktir. Nitekim hükümete karşı başkaldıran kitleler emniyet müdürlerinin ve valilerin görevden alınmasını talep ederken demokratik haklarını kullandıklarını ilan etmektedirler. Hükümet de kitlelerin üzerine saldıkları baskı kuvvetleri eliyle “cici parklar” açarak bu demokratik talebi öteleyebileceğini sanarak yanılmaktadır.
Bu artı değer kaynaklarının merkeziyetini bozduğunuz, merkezi devlet yapısını zayıflatmayı hedeflediğiniz zaman ise bölücülük vaveylası kopar. Yerel yönetimlerin merkezi kaynakların dağıtımıyla yönetilmesi karşısında BDP’nin yerel yönetimlerde özerklik talebi bir anlamda “bölücülük”tür. Çünkü bu, aynı zamanda kaynakların bir merkezde toplanması ve o merkezde duranların bu kaynakları kendi çıkarlarına göre kullanmasına engel oluşturmaktır. Aynı zamanda merkezi devlet aygıtının zayıflatılması ve artı değerin finans kapitalin tepesindeki bir avuç insan tarafından el konulup dağıtılmasını engellemekle eşdeğerdir.
Hâkim sınıfın yerinden yönetim ve özerklik kavramından bu kadar ürkmelerinin sebebi de bu artı değer meselesinde yatar. İtiraz edilen aslında kaynakların bir merkezde toplanmasına ve iktidarı elinde bulunduranların o gücü kendilerince dağıtmasına engel olunmasıdır. Asıl sorun bölücülüğe karşı ilkesel bir tutum ya da toprak bütünlüğüne oluşturulan bir tehdit değildir. Örneğin Paris Komünü sırasında kitleler kendi kendilerini yönetme talebini somut olarak kullandıkları bir hak hali- ne getirirken burjuvazinin hükümeti ordusunu ve imparatoru kurtarmak için Prusyalılarla en değerli topraklarını pazarlık etmekten çekinmemiş ve Paris’i kendi başlarına savunmak için silahlanan ve örgütlenen ve kendi kendilerini yönetmek isteyen Parislileri katletmek için tereddüt etmemişti.
Hükümetin yerel yönetimlerin özerkliğini ve demokratik biçimde kendi kendilerini kendi topraklarında yönetmeyi talep eden Kürtlere ilişkin tutumu da bu konudaki ikiyüzlülüğünü açıkça gösterir. Hükümet komşusu ve bir zamanlar müttefiki olan Esad’ı devirmek için herkesi iş birliğine davet ederken, böyle bir özerkliği fiilen ilan eden Rojava’daki Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesine tahammül edememektedir. Hatta bu uğurda, amacı Suriye ve Irak’taki Sünni Arapları kopartıp ayrı bir devlet kurmak olan El Nusra’yı desteklemektedir. Kimse El Nusra’ya “etnik milliyetçi” ya da “bölücü” demezken söz konusu Rojava olduğunda “bölücülük yapmayın” çağrısında bulunmaktadır. PYD’nin liderini de onu resmen tanıdığını cümle âleme ilan etmeksizin, bu özerkliği baltalamak maksadıyla dolaylı olarak muhatap almaktan çekinmemektedir. Tıpkı Irak Kürdistan Federe Devlet yönetimiyle adını telaffuz etmekten çekinerek ilişki kurduğu gibi hareket etmek istemektedir.
Bir tarafta da devletin esası ve özüne karışmamakla beraber gündelik hayatın organizasyonunu düzenlemekte görece daha işleyişli bir model olan ABD modeli vardır. “Katılımcı demokrasi” diye de adlandırılan bu model ve benzerleri, devletin temeline ve üretim tarzına dokunmaz. Gündelik hayatı demokratikleştirmek suretiyle kapitalizmi daha yenilip yutulabilir, sindirilebilir bir hale getirirken, sonuçların kaderini tayin etmek üzere büyük sermayenin tam anlamıyla seferber olduğu seçimlerin sonucunda asıl devlet yönetimini adeta kadiri mutlak bir başkanın eline teslim eder. Böylece park bahçe kütüphane gibi düzenlemelerde karar sahibi olduklarına inandırılan kitlelerin siyaset alanının asıl sorunlarında hiçbir dahli olmadığı dünyanın dört köşesinde savaşlara girip girmeme kararında hiçbir etkilerinin olmadığı bir rejime razı edildiği tümüyle merkezileştirilmiş bir sermaye iktidarına varılır.
Tam da bu noktada Gezi Parkı’ndan çıkan forumlardaki “doğrudan demokrasi”ye düzülen kimi methiyeleri hatırlamak gerekir. Televizyonlarda, gazetelerde yapılan tepeden inme tartışmalarda parklardaki bu “yeni demokrasi deneyimi”ne, “doğrudan demokrasi”ye sık sık vurgu yapılmaktadır. Kuşkusuz, “doğrudan demokrasi”ye yönelik bu tespitler yanlış tespitlerdir. Oysa devlet aygıtı aynı kaldığı ve asıl siyasi kararların bu kitlelerin dâhil olmadığı mecralarda alındığı sürece parklarda neleri konuşursak konuşalım, günlük hayat ne kadar basitleşirse basitleşsin yeni bir demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. O nedenledir ki parkları ve ağaçları sevdikleri için sokağa döküldüklerine inanılması istenen kitleler “hükümet istifa!”, “valiler ve emniyet müdürleri değişsin!” diyerek siyaset alanına girdikleri anda en sert müdahalelere maruz kalmaktadır.
Bu gerçek, elbette böyle deneyimlere büsbütün karşı çıkılmasını gerektirmez. Bu deneyimler sadece, asıl ihtiyacı unutturmamalıdır: bu ihtiyaç da gerçekten burjuva diktatörlüğünü perdeleyen demokrasi maskelerinin düşürülmesidir. Gerçekten demokratik bir işleyişin olması için en başta devletin baskı aygıtları olmak üzere burjuva diktatörlüğünün en demokratik kurumları da dâhil olmak üzere tüm devlet aygıtının parçalanması ve yıkılması şarttır. Bu nedenledir ki en mütevazı sorunları özgürce tartışabilmek için bile kitlelerin kendi kendilerini devletin baskı aygıtlarına ve onların tamamlayıcı bir parçası olan medya aygıtlarına karşı koruması şarttır. Bu nedenle Gezi deneyimi içindeki kitleler kendilerini savunma ihtiyacını hem de kendi medya olanaklarını yaratma ihtiyacını ilk adımlardan itibaren farkederek öğrenmişlerdir. Böylece KöZ’ün sık sık hatırlattığı “ancak kendi mücadelemizle kazandığımız ve kendi örgütlenmemizle koruduğumuz haklar ve özgürlükler bizim olacak” şiarı bu somut deneyim içinde bilinçlere çıkabilmiştir. Bunu hatırladığımız ve buna göre hareket ettiğimiz sürece forumlardan da, siyasete alan açabilecek başka yöntemlerden de kaçmaya ya da onlara karşı durmaya gerek yoktur; bilakis tüm bu deneyimler bu temel kuralın bilince çıkması için en değerli imkân ve fırsatları sunacaktır.
İçinden geçtiğimiz yerel seçim sürecinde de forumları “yeni bir demokrasi zihniyetinin tezahürü” olarak görmekten ziyade, yerel seçimlerde demokratik haklar mücadelesine hizmet edecek adayların belirlenmesi için kullanılabileceğini göstermek gerekir. Yerel seçimler öncesinde forumlara parti ayrımı yapmaksızın bütün adaylar davet edilmeli, yerele ilişkin politikalarını anlatmaları istenmelidir. Böylelikle forumları ön seçim ortamlarına dönüştürerek burjuva siyasetinin alternatifi geliştirilebilir. Hem varoşlarda hem de Kürdistan’da dillendirilen siyasi talepleri, forumlarda dillendirmek mümkündür.
Gezi Ayaklanması deneyimi, herhangi bir hareket siyasi bir anlam kazandığında ortaya çıkan ideolojik ayrımlardan ziyade ortak talepler etrafında bir siyaset yürütmenin mümkün olduğunu göstermiş oldu. Parklardan yayılan hareketin forumlarda devam ettiği bu süreçte yerel seçimlerde hangi taleplerin nasıl tarif edileceği ve savunulacağı önemlidir; AKP’ye kanmayan, CHP’ye geçit vermeyen bir siyasetin yaratılmasının koşulu da budur. Kendi siyasi taleplerini dile getiremeyen, içini dolduramayan bir politika ise burjuvazinin kendi içi çatışmasında siyasi aktörlerin birinin ya da öbürünün kuyruğuna takılmış olacaktır.
Bolşevikleri örnek alan, Komünist Enternasyonal’in temel perspektiflerini kılavuz edinen bir partinin önderliği olmadan bu kaderden kurtulmak mümkün değildir. Ama bu mücadelede bizzat yer alarak bu ihtiyaca işaret etmekten uzak durmak için bu kaçınılmaz sonuç bahane edilemez. Aksine öncelikli ödevleri hatırlatmak için bu tür deneyimler en değerli fırsatları sunar. Aynı amaç ve ilkeleri benimseyen komünistlerin, eksikliği bu deneyim içinde yakıcı bir biçimde görülen partiyi inşa etmek üzere birleşmesinin imkânlarını bir hayli arttırmak mümkündür. Komünistlerin ödevi kitleleri şu ya da bu yönde hareket etmesini sağlamaktan ziyade, bu öncelikli ödevi benimseyen komünistlerin birliğini sağlamak için bu deneyimlerden yararlanmaktır.