Bu yazı Ocak 2002 tarihli KöZ Gazetesi 20. sayısında yayımlanmıştır.
Arjantin’deki ayaklanma başlar başlamaz, gerek burjuva çevrelerinde gerekse de devrimci ve sosyalist basında «Türkiye Arjantin’e benzer mi?» sorusu etrafında gelişen değerlendirme ve yorumlar boy verdi. Zaten önceden de IMF referanslarına ekonomi bakanları arasındaki benzerliklere bakarak bu tür karşılaştırmalar yapanlar az değildi. Ancak bu seferki benzeştirme tartışmaları daha net bir kutuplaşmaya yol açıyor. «Türkiye Arjantin’e benzesin» diye düşünerek yaklaşanlarla «asla Arjantin gibi olmasın» diye yaklaşanlar.
Bu tür bir kutuplaşma en kaba haliyle bile devrimcilerle reformistlerin ve düzen taraftarlarının ayrıştığı bir test ortamı sunmaktadır. «Türkiye Arjantin’e benzemez benzememeli» fikrini şu ya da bu biçimde, şu ya da bu vurguyla söyleyenler ikinci kamptakilerdir. Bu karşılaştırmaya şu ya da bu biçimde «Türkiye Arjantin’e benzer ve benzemeli» diye yaklaşanlar ise birinci öbektekiler olacaktır.
Başka durumlarda olduğu gibi bu tür ayrımların üstünü örtüp bulandırmanın en sık başvurulan yolu teorik analizler ve nesnel veri bombardımanıyla görüntüyü bulandırmaktır. Bu bulanıklığı yayanlar nesnellik örtüsünün altına saklanarak niyetlerini saklarlar. Bu yüzden «Türkiye Arjantin’e Benzesin mi, benzemesin mi?» sorusundan kaçarak «benzer mi benzemez mi?» sorusuna sığınırlar. Demek ki bu bulanıklığı aşmak şarttır. Bunun için evvela yine de iki ülke arasındaki «nesnel» benzerlik ve farklılıklara bakmak gerekir.
Türkiye’nin Neresi Arjantin’e Benziyor?
Herşeyden önce, Arjantin de, Türkiye de emperyalizme bağımlı ülkelerdir. Her iki ülke de borç batağına sürüklenmiş. Her iki ülke de borçlarını ödeyemediği için kendisini IMF’nin ellerine teslim etmiştir. Ne Türkiye ne de Arjantin IMF’nin kendisine çizdiği sınırları ihlal etmeye cesaret edebiliyor. IMF ve Dünya Bankası Türkiye ve Arjantin’in siyasi ve iktisadi olarak boyunduruk altında tutulmasının önemli bir aracı. Her iki ülkede ekonomiden sorumlu bakanlar emperyalizme bağımlılığın simgesi: Arjantin de Don Cavallo Türkiye de ise Kemal Derviş; her ikisi de IMF’den tayin edilerek gönderilmiş süper bakanlar.
Arjantin ve Türkiye’nin Yakın Tarihi Birbirine Benzer
Emperyalizme bağımlı çoğu ülkede olduğu gibi Arjantin ve Türkiye’nin yakın tarihteki ekonomik evrimleri ve siyasal gelişmelerin bazı yönleri de birbirlerine benziyor.
İkinci emperyalist paylaşım savaşının ardından Türkiye de Arjantin de ithal ikamesine dayanan bir birikim rejimi uygulandı. 1970’lerin ortalarına kadar her iki ülkede de hükümetler popülist ve kalkınmacı politikalar izledi. Ancak bu dönemeçten itibaren, emperyalist hiyerarşi çerçevesindeki yeni işbölümü arayışlarına paralel olarak, pek çok başka ülkede olduğu gibi, her iki ülkede de metropollerden yapılan ithalatın yerini doldurmaya yönelik sözüm ona kalkınma politikalarının terk edilmesi yönünde adımlar atılmaya başlandı.
Emperyalist ülkelerdeki ürünlerin taklitlerini üretip, tüketmeye teşvik ederek işçi kitlelerinin ağzına bir parmak bal çalıp onları uyutan popülist rejimlerin miyadı 70’li yıllarda doldu. Emperyalistler ikinci paylaşım savaşının ardından gelişen süreçte, görece sanayileşmiş uydularını metropollerin ihtiyaçlarının ucuz iş gücüyle üretildiği ve kapitalist sanayinin bütün pisliklerinin süpürüldüğü birer moloz yığını haline getirmeye karar verdi. Bunun üzerine, bu ülkelerde işçi ücretlerinin mutlak olarak düşürülmesi önem kazandı; hem müşterileri hem de büyük ortakları emperyalist metropollerde olan, esas itibariyle ihracata yönelik bir üretimin yolu tutuldu. Arjantin ve Türkiye bu kervanın göze batan katarları arasındaydı.
Her iki ülkede de bu geçiş, askeri darbelerin yardımıyla gerçekleşti. Her iki ülkede de bu geçiş sırasında kemer sıkma politikalarına direnişi kışkırtan işçi hareketi içerisindeki bütün devrimci ve radikal unsurlar silinip atıldı. İşkenceler, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar her iki devletin de bir zamanlar öne çıkan turistik değerlerinin yerini alan alameti farikaları oldu. Devrimciler üzerinde yoğunlaşan devlet şiddetinin artması, her iki ülkede de işçi ücretlerinin düşürülmesine yol açtı.
Arjantin’le Türkiye’nin Neresi Farklı?
Arjantin’le Türkiye arasındaki farklılıklara gelince; bunlardan ilki devlet yapısına ilişkin. Arjantin neredeyse üçyüzyıl bir sömürge olarak kaldı. Bağımsızlığına ancak 1816 yılında kavuştu; ama bu suretle yeni bir bağımlılık modeline terfi etmiş oldu. Arjantin’de hiçbir zaman yerleşik, güçlü ve köklü bir devlet geleneği olmadı. Arjantin devleti asıl olarak sömürgeciler tarafından inşa edildi ve Arjantin devletinin işleyişi de her zaman sömürgeci ve emperyalist devletler tarafından belirlendi. Arjantin devletinin gerek iç gerekse de dış politikadaki özerkliği son derece sınırlıydı.
Oysa bugün Türkiye’de hüküm süren burjuva diktatörlüğünün kökü altı yüz yıllık Osmanlı İmparatorluğuna kadar uzanır. Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye ekonomik olarak emperyalizme bağımlı olsalar da üzerinde yaşadığımız topraklar hiçbir zaman sömürgeleştirilmedi. Osmanlı ya da Türk devlet aygıtının yerini hiçbir zaman emperyalistler tarafından doğrudan doğruya yönetilen bir devlet aygıtı almadı. Aksine Osmanlı devleti Birinci Emperyalist Paylaşım savaşına sürüklenerek de olsa asli taraflardan biri olarak katıldı. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihi boyunca emperyalist devletler karşısında göreli bir özerkliğe sahip oldu.
Öte yandan, Arjantin ekonomisi oranın gerçek yerlileri neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldıktan sonra daima yabancı emperyalist devletlerin ve emperyalist sermayenin bizzat kurduğu bir sisteme dayanır. Türkiye’ye ise yabancı sermaye girişi her zaman son derece sınırlı kaldı. Bu nedenlerle Arjantin IMF’nin her zaman «gözbebeği» olup IMF politikalarını harfi harfine uygularken Türk devletine bu politikaları kabul ettirmek için emperyalistlerin siyasal manevra ve kuşatmalardan, dayatmalardan güç alan bir «ikna» sürecine ihtiyaç duyuldu. Arjantin’de yaşanan krizler ve durgunluklar her zaman Türkiye’dekinden daha sarsıcı ve daha uzun oldu.
Her iki ülkenin evrimini anlamak için bu benzerlik ve farklılıklar önemlidir. Ancak Arjantin’le Türkiye arasındaki asıl farkı buralarda aramak doğru değildir.
Türkiye Arjantin Gibi Olmaz mı?
Emperyalizme bağımlı ülkelerde görülen tüm genel benzerliklerin ötesine geçip, Arjantin’le Türkiye arasındaki farklılıklara göz atınca en azından bugün için Türkiye’nin bir Arjantin olamayacağı, Türkiye’de Arjantin gibi bir sosyal patlama yaşanmasının mümkün olmadığı sonucuna mı varmalı?
En iyimser yaklaşımlara sahip olanlar hatta bu iyimserlik nedeniyle adeta Türkiye’de bu tür gelişmelerin eli kulağındaymış gibi yaklaşanlara inat, Türkiye’nin ufkunda somut olarak Arjantin’deki gelişmelere benzer gelişmeler olduğuna inananlar fazla değildir. Bayram Meral’in ilan edeceği bir genel grev gündemde olsa bile, bu genel grevin ardından Türkiye’de 19 Aralık’ta Arjantin’de patlak veren ayaklanma gibi bir ayaklanmanın bugün gündemde olduğunu düşünen yoktur. Ama bunun nedeni nesnel ve öznel bakımdan Türkiye’nin Arjantin’den daha farklı şekillenmiş olması değildir.
Arjantin’deki Tabloyu Kavramak İçin Gazi’yi Hatırlamak Gerekir
Zira Arjantin’deki gelişmelere yakından bakıldığında daha küçük ölçeklerde de olsa Türkiye’de yaşanmış kimi deneyimlerle benzerliği kurulabilecek gelişmeler olduğu görülebilir. Örneğin tamamen yerel ölçekle sınırlı olsa bile Gazi Ayaklanması, hem sosyal bileşenleri bakımından hem de yönelimleri ve hareket tarzı bakımından Arjantin’deki tabloyu kavramak için elverişli bir örnektir. Bu örnekte de ayaklanma somut bir örgütün planlı müdahaleleriyle değilse de devrimcilerin bilfiil varlıkları ve birbirinden kopuk biçimdeki müdahaleleriyle gelişmiştir. Her iki örnekte de eylemler işçi sınıfının aynı kesimlerine dayanarak gelişmiş ve bu kesimlerin ortak davranış özelliklerinin damgasını taşımıştır. 1996 1 Mayısı da bu özellikleri görmek için küçük ama elverişli bir örnektir. O zamanlar «Gazi ayaklanmasında işçi sınıfı yoktu» «1 Mayıs’ta işçi sınıfına yakışmayan tutumlar oldu» vs. vs. diye hayıflananların bugün Arjantin’e bakıp benzer serzenişlerde bulunması da tesadüf değildir. Bilakis bu durum bile benzerliğin bir işaretidir. Öte yandan, Arjantin’deki ayaklanmanın bir genel grev çağrısının ardından geliştiğine bakıp bu örneklerle alakasız olduğunu düşünerek Bayram Meral’in genel grevinin kendi başına benzer sonuçlar yaratabileceğine dair hülyalar kuranlar fena halde yanılmaktadır.
Ayaklanmanın Çıkışı 15-16 Haziran Eylemlerine Benzetilebilir
Arjantin’deki genel grevin içinden bir ayaklanmanın çıkışı bir bakıma 1516 Haziran eylemlerini andırmaktadır. O zaman da DİSK meclisteki yasayı önlemek için sözüm ona direniş komiteleri oluşturup yasal bir muhalefet hareketi yaratmak istiyordu. Ancak bu durumdan yararlanan devrimciler birbirleriyle çok koordine ilişkiler içinde olmasalar ve belirli bir merkezi plana göre hareket etmeseler de 1516 Haziran eylemlerinin seyrini belirleyen bir etki yaratmışlardı. Arjantin’deki gelişmelerin de buna benzer bir nitelik taşıdığından kuşku duyulmamalıdır.
Bu demektir ki, yaşadığımız topraklarda Arjantin’dekine benzer gelişmelere elverişli bir zemin mevcuttur ve bu yönde ders çıkarılabilecek deneyimler eksik değildir. Asıl önemli olan Türkiye’deki devrimci akımların 15-16 Haziran’ın ardından kırlara gitmek gerektiği gibi bir sonuç çıkarmış olmaları ve o gün bugündür gelişen devrimci akımların bu yanlış dersle açıktan açığa hesaplaşan bir muhasebe yapamamış olmalarıdır. Keza aynı geleneğin izini sürenler, Gazi Ayaklanmasının ardından bu ayaklanmaya hayat veren kesimlerin örgütlendirilmesi yönünde değil, işçi sınıfının bu eyleme itibar etmeyen kesimlerine yönelmek gibi sonuçlar çıkarmıştır. Bugün varoşlardaki devrimci dinamiklerin sürekliliğinin sağlanamaması da, bu dinamikler dibe vurmuş durumdayken gerçekleşecek bir genel grevin içinden devrimci bir gelişmenin ortaya çıkabileceğini sanmak da aynı yanılgıyla ilgilidir.
Türkiye’de bir «bir toplumsal patlama»nın krizin derinleşmesiyle orantılı bir biçimde yaklaşacağını düşünen ve Arjantin’deki durumu da bu biçimde açıklamaya çalışanlar fena halde yanılmaktadır. Türkiye’de emekçiler örgütsüzdür, devrimcilerin işçi sınıfıyla bağları zayıftır, sendikalı işçilerin hareketiyle sendikasız işçileri birbiriyle birleştirme perspektifine sahip bir parti mevcut değildir; bunun da nesnel durumla pek az ilgisi vardır.
Türkiye’de Arjantin’e kıyasla eksik olan «nesnel koşullar» değil, var olan duruma devrimcilerin örgütlü müdahalesidir. Hiçbir ekonomik krizin devrimci hareketin söz konusu krizine çare olması mümkün değildir. Arjantin ile Türkiye’yi bütün farklılıklarına rağmen asıl benzeştiren bu yönüdür. Bu benzerlik en çok önlerindeki ödevlerin ve muhataplarının benzerliği nedeniyle her iki ülkenin devrimcilerini birbirlerine benzetmekte ve birbirlerinden öğrenmeye zorlamaktadır.
İki Ülkenin Sosyal Yapıları da Birbirine Benzer
İki ülke arasındaki benzerliklerden biri de işçi hareketinin ve devrimcilerin konumuna ilişkindir. Hem Arjantin, hem Türkiye emperyalizme bağımlı ülkeler arasında görece sanayileşmiş ve işçi hareketiyle devrimci akımların görece gelişkin bir geçmişe sahip olduğu ülkeler arasında yer aldıkları gibi, her iki ülkede de yoğun baskı ve saldırılara rağmen devrimci akımların kökü kazınamamış, işçi hareketinin devinimi durdurulamamıştır.
Türkiye Arjantin’e benzemez diyenler daha çok iki toplumun sosyal ve kültürel yapılarının farklı olduğu noktasına işaret etmektedir. Bu da doğru değildir. Arjantin’le Türkiye’nin arasındaki fark, örneğin Türkiye’deki aile yapısının korunmuş olmasından ve dayanışma geleneklerinin ağır basmasından kaynaklanmıyor. Arjantin toplumu da en az Türkiye toplumu kadar «geleneklerine bağlı» ve dayanışmacı bir toplumdur. Arjantin’deki hakim din katolik hristiyanlıktır. Protestanlığın aksine katoliklik aile kavramına ve dayanışmaya daha fazla önem veren bir din. Üstelik diğer Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi Arjantin’de de kiliseler toplumsal meselelere karşı son derece duyarlı, emekçi kitleler arasında dayanışma örmek için aktif bir çaba gösteriyor. Hatta sık sık devrimci ya da sosyalist örgütlerle birlikte hareket edebiliyorlar. Dolayısıyla emekçiler arasındaki bağların daha kuvvetli olduğu, din adamlarının bile emekçileri devlete karşı örgütlemekle uğraştığı bir ülkede “toplumsal dayanışma”nın olmadığını söylemek saçmalıktan başka bir şey değildir.
Arjantin’in Tarihi Hakkında Kısa Kısa
Onbeşinci yüzyıldan beri İspanya’nın sömürgesi olan Arjantin; ondokuzuncu yüzyıl boyunca pekçok Güney Amerika’daki pekçok sömürge gibi, 1816 yılında İspanya karşısında bağımsızlığını kazandı. Ama bu bağımsızlıkla birlikte zengin Arjantin toprakları üzerinde egemenliğini ilan eden, bu toprakların en eski sakinleri değil; sömürgecilerin orayı yönetmek ve sömürmek için bu topraklara yerleştirdiği Avrupalılardı. Diğer Güney Amerika sömürgelerinin başına gelen de aynısıydı.
Arjantin, yirminci yüzyılın başında dünyanın en zengin ülkelerinden biriydi. Ama emperyalizme yeni bağlarla bağlı olan Arjantin, «bağımsız» hale geldikten sonra ferahlamadı; krizden krize sürüklendi.
İkinci Emperyalist Savaşın ardından, popülist bir söylemle geniş halk yığınları arkasına alan Juan Peron’un ünlü eşi Evita ile süslenmiş diktatörlüğü uzun bir dönem hüküm sürdü. Peronizmin etkisi ise, Peron’un ömründen çok daha uzun süre Arjantin devrimci hareketini ve işçi sınıfını etkisi altında tuttu. Bu etki hala kırılabilmiş değildir.
Peron 1974’de ölünce yerine geçen üçüncü eşi İsabel Peron, 1976’da bir askeri darbeyle devrildi. Videla cuntası Arjantin devrimci hareketine ve işçi sınıfına tarihinin en büyük darbelerini indirdi. Güney Amerika’nın olduğu kadar dünyanın en etkili silahlı örgütleri arasında sayılan Arjantinli devrimci örgütler, cuntanın saldırıları karşısında dağıldılar. Peronizm’den ve katolik sosyalizminden koparak marksizme yönelmekte olan devrimci akımların yediği bu darbe, Peronist gelenekten gelen sendikacıların, sendikal hareket üzerindeki etkilerinin azalmasına değil, artmasına yol açtı.
Videla cuntası, sendikaların, kayıp ailelerinin ve benzeri toplumsal muhalefet hareketlerinin zaman zaman güçlü çıkışlarına rağmen 1983’e kadar iktidarını sürdürdü. Cuntanın tarih sahnesinden çekilişi içerideki dinamiklerin bir dış etken vesilesiyle ivme kazanmasının ardından gerçekleşti.
Thatcher başkanlığındaki İngiliz hükümeti, Arjantin ve İngiltere arasında eski bir ihtilaf konusu oluşturan, İngilizlerin deyişiyle Falkland, Arjantinlilerin ise Malvinas dedikleri adaları işgal etti. Savaşta cunta yönetimindeki Arjantin, İngiltere karşısında kaçınılmaz bir yenilgi aldı. İngiltere’nin işgal hareketine karşı, «önce İngiltere sonra cunta» mantığıyla gelişen antiemperyalist harekete cuntanın da karşı çıkması mümkün değildi. Bu gelişmeler savaşı kaybeden cuntanın iktidarı da terk etmesine neden oldu.
Ecevit’in Kıbrıs işgalinin Yunan cuntasını alaşağı etmesinden on yıl sonra benzer bir gelişme Arjantin’de yaşanmış oldu. Cuntanın bu akıbeti güya tarihten silmeyi hesap ettiği Peronizmin milliyetçi ve popülist burjuva çizgisinin yeniden güçlenmesine yol açtı. O gün bugündür Arjantin’de Peronist partiler, Arjantin’in yönetiminden eksik olmadı; emekçilerin dalından inmediler.
Arjantinle Türkiye arasındaki asıl fark ise emekçilerin örgütlülük düzeyinde ve devrimci akımların hem gelenekleri hem de işçi hareketiyle ilişkileri bakımındandır.
Arjantin’deki Emekçiler Türkiye’dekilerden Daha Örgütlüdür
Arjantin’deki emekçiler Türkiye’dekilerden daha fazla örgütlüdür. Sendikalı işçi oranı çok daha fazladır. Sendikaların düzenle mesafeleri de daha fazladır. Elbette Arjantin’deki sendikalar da komünist sendikacılar tarafından değil, burjuva diktatörlüğünün şu ya da bu biçimde güdümü altında olan sendikacılar tarafından yönetilmektedir. Ama Arjantin devletinin sendikalar üzerindeki denetimi Türkiye’deki gibi değildir. Sendikalar hem tarihsel evrimlerinin farklılığı nedeniyle hem de daha çok üyeye sahip oldukları için güçlüdürler; güçlü oldukları için devletle pazarlık etme olanakları daha fazladır.
Bu nedenlerden ötürü Arjantinli emekçilerin IMF’nin dayattığı yıkım programına direnme güçleri çok daha fazladır.
Bununla birlikte sendikaların güçlü olmaları tek başına bir şey ifade etmez. Örneğin Almanya’da da işçilerin önemli bir bölümü sendikalıdır; sendikaların gerek mali kaynak gerekse de örgütsel kapasite olarak genel grevler genel direnişler örgütleme olanağı vardır. Ancak ikinci dünya savaşı sonrasındaki Almanya’nın sınıf mücadelesi tarihi incelendiğinde kayda değer işçi eylemlerinin son derece sınırlı sayıda gerçekleştiğini görürüz. Bu yüzden sendikaların tutumları arasındaki bu fark ancak devrimci hareketin işçi hareketiyle olan ilişkisine bakılarak anlaşılabilir.
Arjantin’deki devrimcilerin işçi hareketiyle olan bağları Türkiye’dekinden çok daha sıkıdır. Arjantin’de işçi sınıfını burjuvaziye karşı silahlandırıp, proleter devrimci bir ayaklanmayı örgütleme kapasitesine ve perspektifine sahip bir komünist parti bulunmamasına karşın, varolan devrimci örgütlerin sınıfla olan bağları ve ufuk genişliği herhangi bir toplumsal sorun üzerine gelişen hareketlerin içinde bir işçi ağırlığı oluşturmaya elverişlidir. Esas olarak peronistlerin hakimiyeti altında olsalar bile sendikaları zaman zaman radikal eylemler yapmaya iten «militan sendikacılık» geleneği devrimci örgütlerin sınıfla ve sendikalarla olan sıkı bağlarında aranmalıdır. Öte yandan Arjantin’de sendikaların ve sendikal yasaların Türkiye’deki gibi KİT’leri daha düzenli işletmek için tasarlanmış yasal düzenlemelerden hareketle değil bizzat işçilerin mücadeleleriyle kazanılmış mevziler olması da küçük bir ayrıntı değildir. Bu nedenle Arjantin’de grev ve genel grev kavramları Türkiye’deki yasal sınır ve engellerden nispeten kurtulmuştur. Bu yüzden orada greve genel greve çıkmak nispeten daha kolay ve yaygın bir gelenek halindedir.
Arjantin’deki Ayaklanmada İşçi Sınıfının Bütün Kesimleri Vardır
Öte yandan Arjantin’deki son «toplumsal patlama»nın bir diğer nedeni ise, sendikaların hareketiyle örgütsüz ve işsiz emekçilerinin hareketinin birbiriyle çakışmasıdır. Arjantin’le Türkiye bu anlamda da birbirinden farklıdır. Arjantin’deki devrimci örgütler ve diğer kitle örgütleri sendikalı işçilerin hareketini işçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturan sendikasız işçilerin hareketiyle birleştirmeyi başarabilmiştir.
Yağmadan önce işsizlerin süper marketlerin önünde toplanarak kendilerine yiyecek dağıtılmasını istedikleri biliniyor. Dolayısıyla bu yağmaları bilinçsiz bir öfke patlaması olarak değil; IMF programına uyum bahanesiyle hiçbir temel gereksinmesini karşılamasına izin verilmeyen Arjantinli işsizlerin temel ihtiyaçlarını karşılamak için buldukları kolektif ve akılcı bir çözüm olarak görmek daha doğrudur.
İşsizlerin otobanları kapamasının genel grevle ve kitlesel mitinglerle eşzamanlı gerçekleşmesi bir tesadüf değildir. O yığınların birbirlerinden habersiz ve tesadüfen «haydi bugün bir ayaklanmaya katılalım» diyerek harekete geçtiğini zannedenler ise ya sınıf mücadelesi ve kitle hareketinden bihaberdir; yahut bilerek, bilmeyerek örgütsüzlüğün ve tasfiyeciliğin sözcülüğünü yapmaktadırlar.
Kendiliğinden gerçekleşen amaçsız, öfke dolu yağma hareketleri olarak yansıtılmak istenen süper marketlere yönelik saldırılar tek bir partinin yönetimi altında gerçekleşmiş olmasa bile, göründüğünden fazla örgütlü çabaların ve kısmi ölçekte de olsa planlı faaliyetlerin ürünüdür. Benzer niteliklere sahip kesimler içinde çalışan ve devrimci kitlelere önderlik eden devrimci bir partinin bu tür birikim ve deneyimlerden uzak bunlarla bağlantısız bir biçimde yaratılamayacağını bilen devrimciler açısından da bu gözden kaçacak bir husus değildir.
Bu anlamıyla hükümet binalarına saldıran, otobanları işgal eden, süper marketlere dalan Arjantin’deki ayaklanmanın seyrini ve dinamiklerini anlamak için 1995’de ayaklanan Gazi emekçilerini akla getirmek ve o eylemin gelişme seyrini hatırlamak; 1996 1 Mayıs’ını göz önüne getirmek yararlıdır. Her ne kadar ölçekleri bambaşka olsa da bu örneklere damga vuran kesimlerin, onların davranış biçimlerinin ve devimcilerin bu eylemlerin içindeki rolünün birbirlerine çok benzer nitelikte oluşudur.
Ancak Arjantin’deki eylemleri Gazi ayaklanmasından ayıran şey hem sendikasız sigortasız işçilerin ve işsizlerin Gazi’deki emekçilerden daha iyi örgütlenmiş olması hem de Arjantin’deki devrimcilerden hiçbirinin aklına bunların işçi sınıfı dışında olduğu gibi bir düşüncenin asla gelmemesidir. Bu farkın sonucu bu kesimlerin işçi sınıfının örgütlü kesimiyle Türkiye’de görülmeyecek bir oranda birleşmiş olmasıdır.
Türkiye’de bırakalım örgütlü işçilerle örgütsüz işçilerin mücadelesinin birleşmesini, memur statüsündeki emekçilerle işçi statüsündeki sendikalı işçilerin hareketi bile birleşememiştir. Dahası KİT işçileriyle özel sektördeki işçilerin ortak hareket ettiğine bile son derece ender rastlanır. Bunu kabahatini ise elbette işçilerde aramamak gerekir.
Arjantin’de Türkiye’deki Gibi Bir Ulusal Sorun Yoktur
Öte yandan Türkiye’de hem devrimci hareketin evrimini ve işçi hareketin şekillenmesini hem de devletin şekillenmesini belirleyici olarak biçimlendiren ciddi bir ulusal sorun vardır. Arjantin’de ise böyle bir etken yoktur. Daha doğrusu Arjantin’de sahici bir ulusal sorun oluşturabilecek olan Arjantin’in yerlileri çoktan beri mevcut değildir. Daha doğrusu, Afrika’dan getirilen kölelerin torunlarıyla birlikte bu yerliler, artık neredeyse tümüyle işçi sınıfının bir parçası (bu sınıfın görece daha fazla ezilen ve sömürülen bir parçası) haline gelmiş durumdadırlar. Bu bakımdan Arjantin’in yerlileri açısından bir ulusal sorundan söz edilememektedir. Bu sorun doğrudan doğruya işçi sınıfının bir iç sorunu olarak kalmaktadır. Bu fark ise önemsiz bir ayrıntı değildir. Aksine Arjantin işçi hareketinin şekillenmesini ve devrimci akımlarla işçi sınıfı arasındaki ilişkilerin özgünlüğünü belirleyen etkenlerden biri olarak görülmelidir.
Arjantin’deki Militan Sendikacılık Geleneği Ne?
Arjantin’de yıllardan beri süregelen militan bir sınıf sendikacılığı geleneği vardır. Ancak «militan sınıf sendikacılık geleneği» bütün kapıları açan sihirli bir anahtar değildir. Türkiye’de bugün militan sınıf sendikacılığından söz edilemiyorsa, Arjantin’de ise bu tutum bir gelenek haline gelmişse bu durumun «Arjantinli işçilerin sınıf mücadelesi vermeye daha yatkın olduğundan» ya da «Arjantin’in peronist politikalardan bir türlü vaz geçememesinden» başka bir açıklaması olmalıdır. Vardır da. Bu gelenek sendikaların ilk şekillendiği günlerden itibaren biçimlenmiştir. Bu evrim bir bakıma DİSK’in ortaya çıktığı dönemi andırır ama DİSK işçi sınıfının belli başlı kesimleri sendikalarda örgütlendikten neredeyse 20 yıl sonra ortaya çıkmıştır. Bu durum hem Arjantin’deki sendikaların durumunu, hem de devimcilerle sendikalar ve işçi hareketi arasındaki ilişkilerin farklılığını açıklayan başlıca etkendir.
Kuşkusuz Türkiye’de DİSK’in oldum olası SBKP yanlısı reformistlerin denetiminde olması ve devrimci akımların «maocu», «maceracı», «troçkist» gibi yaftalarla bu hareketin dışına itilmesine karşılık, Arjantin’de SBKP yanlısı akımların görece güçsüz, troçkistlerin belirleyici bir ağırlıkta olması ve maocu, AEP çizgisindeki veyahut özgün gerillacı akımların işçi hareketiyle daha içli dışlı olması da önemsiz bir ayrıntı değildir. Ama Arjantin’deki sendikal geleneğin farklı oluşunda bu farkın önemi fazla değildir. Kaldı ki her iki ülkede ağır basan gelenekler arasındaki bu fark her iki ülkedeki işçi hareketinin akıbetin farklı olmasına yol açan bir fark da değildir. Sadece her iki ülkedeki yenilgi ve başarısızlıkların sorumlularının farklı mezheplerden oluşuna işaret eder. Aynı şekilde bu fark komünistlerin önlerinde birikip büyüyen ödevleri değiştiren bir fark da değildir.
Juan Domingo Peron ve Peronizm
Arjantin’de olanı biteni anlamak için bu ülkenin siyasetinde son elli yılı şekillendiren peronizm ve onun fikir babası Juan Domingo Peron hakkında bilgi sahibi olmak gerekli.
1895 yılında Buenos Aires eyaleti Pampalarındaki kasabalardan birinde doğan Juan Peron 16 yaşındayken askeri okula kaydoldu. 1930’ların sonunda ise İtalya’da askeri ateşe olarak görev yaptı. Peron bu yıllarda İtalya’daki faşist partinin ve Almanya’daki Nazi partisinin yükselişini ilgiyle izledi. Nitekim bu partilerin pratiği ileride peronizmin ilham kaynağı olacaktı. Peron, 1943’te Arjantin’de parlamenter yönetime son veren darbeci kliğe katıldı. Askeri hükümet içinde göreve çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığı gibi bir görevle başlamasına karşın üç yıl içinde gücünü ve etkisini arttırdı. 1945’te başkan yardımcısı ve savaş bakanı oldu. Ekim 1945’te parlamenter düzene geçmeyi savunanların düzenlediği darbeyle görevinden uzaklaştırıldı ve tutuklandı. Ama Peron’un sendika bürokratlarıyla ilişkisi son derece kuvvetliydi. Ama daha önemlisi Peron’un o zamana kadar hep siyasetin dışında sayılan ama işçi sınıfı içinde önemli bir yeri olan «kara kafacıklı»lara yaklaşımıydı. Peron varoşların bu sakinlerine yaklaşan ve onları arkasına almayı planlayan ilk siyasetçi oldu. Bu suretle de Peron ülke içinde «fakir babası» olarak tanınmaya başladı.
Tutuklandığında ise bu konumu sayesinde büyük bir genel grev dalgası başladı. Bu grevin öne çıkan unsurlarından biri olan Eva Duarte ile evlenerek de bu itibarlı konumunu korudu. Peron 17 Ekim 1945’te serbest bırakıldı. Serbest kalır kalmaz kendisi için düzenlenen bir mitingde başkanlığa adaylığını koyacağını açıkladı. Şubat 1946’da oyların yüzde 56’sını alarak devlet başkanı seçildi. Peron’un başkanlığı sırasında uyguladığı popülist politikalar peronizm adını aldı. Peron politikalarını Justicialismo (adaletçilik) gibi demagojik bir adla özetledi. Peronist partinin adı da Ulusal Adaletçi Parti’ydi.
Peron iktidarını 1955 yılına kadar sürdürdü ancak yükselen enflasyon ve diğer huzursuzluklar halkın varolan düzenden huzursuzluğunun artmasına neden oldu. 1955’te kara ve deniz kuvvetlerinin ayaklanması sonucunda Peron görevinden uzaklaştırıldı. Peron önce Paraguay’a oradan da İspanya’ya kaçarak bir sürgün hayatı sürdürdü. Peron görevden uzaklaştırılsa da Arjantin’e geri dönmeye kararlıydı. Sürgündeki Peron Arjantin’deki sendikaların en militan sol kanatlarıyla sürekli ilişki içinde kaldı; bu sendikaların taleplerini destekledi; burjuva muhalefet partilerine özgü demagojik bir söylem tutturmayı sürdürdü. Peronistlerin ülke içindeki örgütlenmeleri de dağıtılamamıştı. Askeri ayaklanmayı gerçekleştirenler peronistlere siyasal görev verilmesini engelleseler de peronistler özellikle sendikalar aracılığıyla emekçilerle olan bağlarını korudular. Peron’u devirenler içine girilen borç batağından çıkamadı, Arjantinli emekçiler bir türlü yoksulluktan kurtulamadı. Arjantin’de 1971 yılında bir askeri darbe daha gerçekleşti.
Mart 1973’te gerçekleşen seçimler sonunda ise peronistler seçimlerde bir kez daha çoğunluğu ele geçirdiler. Haziran ayında Peron ülkesine geri döndü ve ikinci kez başkan seçildi. Peron iktidara gelir gelmez kendisini iktidara taşıyan militan sendikacılardan yüz çevirdi daha önce kendisini devirmiş olan güçlerle ilişkisini arttırdı. Peron bir sene sonra öldü. Ölümünden sonra, partinin başına geçen Peron’un son eşi İsabel Peron zamanında iç karışıklar geçiren peronist parti 1976’da gerçekleşen bir askeri darbe sonrasında tekrar devrildi.
Darbeyi yapan Videla Cuntası 1982’ye kadar egemenliğini sürdürdü. Askeri darbe aynı zamanda popülist politikalardan hızla uzaklaşılmasının, işçi ücretlerinin düşürülmesinin önünü açtı. Ama Peronist politikalar tasfiye edilse de peronistler bir siyasi parti olarak varlıklarını sürdürmeye devam ettiler.
1990’da iktidara gelen Carlos Menem peronistlerin adayıydı. Menem bir yandan ülke içinde kapitalistlerin istediği düzenlemeleri yaparken olası bir toplumsal huzursuzluğu emperyalist metropollerdeki finans merkezlerinden aldığı borçlardan dağıttığı kırıntılarla önlemeye çalışıyordu. Arjantin’deki bu borç sarmalı Arjantin ekonomisi aldığı borçların faizlerini ödeyebildiği sürece devam etti. Arjantin borç faizlerini ödeyemeyecek duruma gelince duruma IMF tekrar el koydu ve bütün popülist politikaların en kısa zamanda tasfiyesini istedi. Menem ve peronistler iktidardan uzaklaştırıldı; tasfiye dönemlerinde adet olduğu üzere «büyük yolsuzluk soruşturmaları» açıldı. Ancak Arjantin’li emekçiler IMF politikalarına başkaldırısıyla birlikte peronistlerin önü tekrar açılmakta.
Peronizm ve Kemalizm
Arjantin ile Türkiye arasında sık sık benzerlikler kuruduğu gibi, Peronizm ile kemalizmi benzetenler de eksik olmamıştır. Ancak bu iki olgu arasında esaslı farklılıklar vardır.
En basiti kemalizm cumhuriyetin kurucusu akımdır ve Türkiye’deki resmi ideolojinin adıdır. Peronizm ise ideolojik ve görünüşte benzerlikleri olsa bile baştan farklıdır. Peronizm bir toplumsal muhalefetin içinden çıkmış ve onun sayesinde gelişmiştir. Türkiye’de askeri darbeler kemalizm adına yapılırken, Arjantin’de peronizme karşı yapılmaktadır. Türkiye’de Peronizmle benzerliği kurulabilecek tek gelişme, 70’li yıllarda yaratılan «karaoğlan» efsanesi ile yaratılmak istenen hareket olabilir. Ancak bu hareket yaratılamadığı gibi, karaoğlan asla kemalizmin gölgesinden kurtulabilmiş değildir. Zaten iki akım arasındaki benzerlik te Rahşan harım ile Evita’nın benzerliklerinden fazla olamaz. Bu bakımdan peronizmin Arjantin devrimci akımları ve işçi hareketi üzerindeki etkisine benzer bir etkinin Türkiye’de olmadığı saptanmalıdır. Bu Arjantin’de işçi hareketinin ve devrimci akımların düzenin meşru kanallarından yararlanarak gelişme imkanlarının daha fazla olduğunu anlattığı gibi, aynı zamanda işçi hareketinin ve devrimci akımların aynı kanal sayesinde bağımsız bir varlık kazanmasını önlemektedir.
Arjantinli Devrimcilerin Sınıfla İlişkileri
Arjantin’de devrimci örgütlerin sınıfla olan bağları da elbette gökten zembille inmemiştir. Arjantin’deki devrimciler de tıpkı bu topraklardaki devrimciler gibi işkence tezgahlarından geçirilmiş, zindanlarda katledilmiş, devletin kolluk güçleri tarafından kırılmışlardır. Arjantin’de cunta iktidarı yedi yıldan fazla sürmüştür. Ama Arjantin’deki devrimcilerin ısrarlı bir biçimde mücadeleyi ilmek ilmek örmeleri Arjantinli işçilerle devrimciler arasındaki bağların yeniden sıkılaşmasını sağlamışlardır. Arjantinli devrimciler bu mücadeleyi sendikacıların peşinden koşarak onları devrimcileştirmeye çalışarak gerçekleştirmedi. Arjantinli devrimciler yüzünü doğrudan doğruya emekçilere döndü, işçilerin sendikal mücadelesini cuntadan hesap sorma mücadelesiyle birleştirebildi.
Türkiye’deki Cumartesi Anneleri’nin isminin Arjantin’de gözaltındaki kayıpların hesabını sormak için toplanan annelerden alması Arjantin’deki uzun soluklu mücadelenin nasıl sürdürüldüğüne güzel bir örnektir. Daha önemlisi ise bu esin kaynağının hiçbir zaman Türkiye’deki gibi sembolik eylemler ölçeğinde kalmayıp geniş yığınları harekete geçiren eylemler olmasıdır. Bunun nedeni ise Arjantin’deki kayıpların daha fazla oluşu değil, işçi hareketi ile devrimci akımlar arasındaki ilişkilerin daha sıkı oluşuyla ilgilidir.