[Bu yazı Proleter Devrimci KöZ Gazetesinin Aralık 2005 tarihli 29. sayısında yayımlanmıştır.]
1983 yılının Kasım Aralık aylarında ikinci kuşak göçmenlerden on binlercesi Marsilya’dan Paris’e şaşalı bir yürüyüş gerçekleştirmişlerdi. «İmdat Irkçılık=SOS racisme» adlı örgüt başta olmak üzere pek çok kurumun desteğiyle başlayan bu yürüyüş kolu, Paris’e vardığında 100 bin kişiye ulaşmıştı. Bu eylemin adı, «Irkçılığa Karşı Eşitlik İçin Yürüyüş» idi. Ama daha çok Beur’lerin yürüyüşü diye anılır.
Beur lakabı, Mağriplilere takılan alaycı ve aşağılayıcı bir tanımdır. Ama bu hafif alaycı yönüyle pek çok Mağriplinin de benimsemekten çekinmediği bir sıfattır. Bu yürüyüş, Lion kentinin banliyölerinde polisin Mağriplilere yönelik sertlik ve baskı uygulamalarına bir tepki olarak gerçekleşmişti. İlk protestolar daha çok gençlerden gelmişti. Taleplerin başında iş ve Fransız toplumunda kendilerine hakkaniyetli bir yer geliyordu.
Yürüyüş Paris’te Elise Sarayı (Cumhurbaşkanı makamı) önünde sona erdi. Eylemcilerin sözcüsü olarak öne çıkan Toumi Djaidjai adlı 20 yaşında bir gençti ve o zamanın başkanı Sosyalist Parti’li François Mitterand tarafından karşılandı. Djaijai polis baskınları sırasında kurşunla yaralanan gençlerden biriydi. O bir yana Elise Sarayı’nda Cezayir kökenli bir gencin Cumhurbaşkanı tarafından kabul etmesini resmeden bu tablo eşitlik yönünde büyük bir adım olarak ilan edildi. Sonradan başta İmdat Irkçılık örgütü olmak üzere, bu yürüyüşü destekleyen kurumların esas olarak Sosyalist Parti’ye Mağrip kökenli Fransızların desteğini yamamak için kurdukları bir tezgah olarak yorumlandı. Nitekim neredeyse 20 yıl önceki bu yürüyüş Sosyalist Parti’ye epey bir popülerlik sağladıysa da, Mağriplilerin de genel olarak yabancı kökenli Fransızların da eşitlik, kardeşlik yönünde bir kazanım elde edemedikleri sır değil. Aksine o zaman ayrımcılık hedefi neredeyse tamamen Mağripliler iken bugün Mağripliler ve Fransa’da «black» diye anılan siyah Afrikalılar ayrımcılık ve baskıların ortak hedefi olarak daha büyük bir kitle oluşturmaktadır.
Geçtiğimiz haftalarda patlak veren isyanın bileşimi de bunu göstermektedir. Bu isyanın ilk kıvılcımını veren trajik olayda ölen gençlerden biri black, öteki ise beurdür. Gençlerin sorunları, 1983’deki eylemin talepleri bugün daha geniş bir kitlenin talebi olarak aynen durmaktadır. Toumi Djaidjai’ın yerine bugün hükümette fırsat eşitliği bakanı olarak yer alan ve Sarkozy’nin «ayak takımı» küfrünü hazmedemediği için hükümet içinde çatlak görüntüsü yaratan Azouz Bega vardır. Bega, bugünkü isyanın patlak verdiği varoşlardan birinden yetişip, romancı, akademisyen, sporcu olarak ünlenerek nihayet bakan koltuğuna oturtulan bir kukladır. Onun konumu da Djaidjai’ın Elise Sarayı’na çıkması gibi eşitlik yönünde büyük bir adım gibi sunulmuş ve bu görüntüyle eşitsizlik ve ayrımcılıkların üstünün örtülebileceği zannedilmiştir.
Besbelli ki bu benzerlikler esasen önemli bir farkın da gözden kaçırılmasına yol açar. Fransız devleti aradan geçen uzun yıllar boyunca daha az ırkçı olmuş değildir. Ayrımcılık azalmış eşitlik artmış değildir. Fransız cumhuriyeti hala aynı emperyalist devlettir.
Ama o zaman sosyalist maskesiyle eşitlik bahşediyormuş rolü yapanların yerinde faşist Le Pen’e karşı solun hemen hemen tüm kesimleri tarafından desteklenen sağcı bir hükümet hüküm sürmektedir. Ve bu hükümetin içişleri bakanı eşitliği tazyikli suyla temizlik yaparak sağlama iddiasındadır. O zaman 10 binlerin yürüyüşü Fransız kamuoyunda genel bir hoşgörü uyandırırken, bugün Fransızların yüzde 75’i isyan eden binlerce gence aynı içişleri bakanı gibi serseri gözüyle bakmaktadır. O zaman Fransa’da göçmen çocuğu Fransızlar olarak ayrımcılığa maruz kalanlar, şimdi yabancı statüsüne itilmek istenen Fransız vatandaşları durumundadır. O zaman eksikliği duyulan enternasyonalist komünist bir hareketin eksikliği bugün daha fazla hissedilmektedir. Çünkü bugün isyan eden gençler, tepkilerini ve isyanlarını o zamankinden daha çıplak bir biçimde ortaya koydukları halde, siyasal bir örgütlenmeden yoksun ve amaçsız, hedefsiz bir isyanla kendilerini Fransız toplumuna kabul ettirmek için çırpındıkları halde, bu devrimci dinamiği örgütleyerek Fransız emperyalizmini döl yatağında gömecek bir devrimci önderlik yoktur. Bolşeviklerin mirasına sahip çıkan böyle bir devrimci önderliğin Parisli genç proleterlerin isyanını dehşete kapılarak veya küçümseyip aşağılayarak seyredenler tarafından yaratılamayacağı da kesindir. Aksine adına layık bir devrimci önderlik proletaryanın en isyankar kesimlerinden güç alıp sosyal şoven oportünistlerin üzerine basarak yükselecektir.