Gazetemizin geçen sayısında Brexit sürecinin referandumdan itibaren gelişimi ile İngiltere’nin AB’den çıkış sürecinde ortaya çıkabilecek gündemleri incelemiştik. Geçtiğimiz sayıdan bu zamana, İngiltere Başbakanı Theresa May Avrupa’dan ayrılma sürecini başlatan 50. maddeyi yürürlüğe koydu. İskoçya beklendiği üzere 2. referandum kararını ve İngiltere’den ayrılarak AB’ye katılma yönelimini tekrarladı. İspanya’nın Cebelitarık ile ilgili tezleri ise Avrupa Komisyonu tarafından kabul edildi. Beri yandan, İngiliz ekonomisinin bu süreçte ekonomik kayıplarına ilişkin tahminler hala gazetelerin baş köşesinde yer tutsa da, ne İngiliz piyasalarının ne de sterlinin 50. Madde’nin işletilmesinin ardından en küçük bir sarsıntı yaşamadığına da şahit olduk. Bu yüzden geçen sayıda incelediğimiz referandumdaki çıkma kararı hakkındaki liberal tezlerin sesinin biraz daha kısıldığı söylenebilir. Ama bütün bu tabloya bakarak başka senaryolar da üretmek mümkündür.
İngiltere’de AB referandumu sürecinde yaşananları, İngiliz halkının öfkesi sonucu oluşan bir ‘kaza’ ya da İngiliz işçilerinin faşistlerin kuyruğuna takılması sonucu oluşan bir ‘karşı-devrim’ olarak yorumlamaktan imtina edenlerin bir bölümü AB referandumundan işçi sınıfı adına bir zafer çıkarmak için çabalamaktadır. Bu biçimiyle, liberallerin ortaya koyduğu Brexit tablosuna itiraz eden sol lafazanlar, işçi sınıfının mücadelesinin AB referandumunun sonuçlarını belirlediğini, işçilerle burjuvalar arasındaki sınıfsal kavganın AB referandumunda görünür olduğunu iddia etmektedirler.
Brexit ‘tokadı ’ ve Yükselen İşçi Sınıfı Mücadelesi Senaryosu :
Brexit ‘kazası’ senaryolarını ters düz ederek kimsenin göremediği yükselen İngiliz işçi sınıfı mücadelesini ancak kendilerinin görebildiğini iddia eden sosyalist lafazanlar ise 24 Haziran referandumunda alınan AB’den ayrılma kararının İngiliz politikası, parlamentosu ve siyasi partileri üzerinde yarattığı sarsıntıyı sözde sınıfsal bir çerçeve içinde oturtmuşlar ve kimi sosyolojik analizlerle de destekleyerek ortaya çıkan sonucu işçi sınıfının attığı bir ‘Brexit tokatı’ olarak değerlendirmişlerdir.
Lafazan sosyalistlerin çizdiği bu tabloya göre; Muhafazakar Parti ve diğer burjuva partilerinin yaşadığı iç karışıklık, parti liderlerinin ya istifa etmesi ya da tekrardan parti içi seçimlere girmek zorunda kalması, borsanın çakılması, gazetelere hakim olan belirsizlik havası, sterlinin değer kaybetmesi gibi gelişmeler Brexit kararının İngiliz burjuva sisteminde yarattığı sarsıntıyı gözler önüne sermektedir. AB referandumunda önemli işçi kentlerinde %70- 80’lere varan oranlarda Brexit yönünde oy kullanılması ise bu sarsıntıyı yaratanın işçi sınıfı olduğunu tescillemeye yeterli görülmelidir. İngiliz işçi sınıfı, burjuvaların ve onların etkisindeki oportünistlerin kendilerine dayattığı AB’de Kalma yanlısı politikaları reddetmişler ve Brexit yönünde oy kullanarak burjuvalara tokatı atmışlardır. Bu yüzden, AB referandumundan çıkan Brexit kararını yükselen bir işçi sınıfı mücadelesinin hanesine yazmak işten bile değildir. Referandum kararının ardında ‘sınıf güdüleri’ ile hareket eden bir işçi sınıfı gören değişik siyasi akımlardan gelen bu lafazan sosyalistlerin çizdiği tablo ise şaşırtıcı bir şekilde, liberallerin çizdiği senaryoya benzemektedir. Liberal senaryolarda ‘öfkeyle sandık başına gittiği ifade edilen kesimlerin’ işçi sınıfı olarak adının konulması ve AB için sarf edilen pozitif ifadelerin tersine çevrilerek bir emperyalist blok olarak işçi düşmanı yüzünün açığa vurulması yeterlidir.
Bu senaryoya göre, İngiliz işçi sınıfı uzunca bir süreden beri AB’nin neo-liberal politikalarına ‘Hayır’ demek için fırsat kollamaktadır. Cameron’un kendi dar politik çıkarları için yaptığı referandum hamlesini ise politik bir kazanıma dönüştürerek İngiliz burjuva sistemini altüst etmiştir. İngiliz burjuva partileri karışmış, borsa çökmüş, sosyo-politik yapıdaki karışıklık ise daha büyük sorunların habercisi olmuştur. Burjuva sistemin yarattığı sorunlara karşı öfkeyle sandık başına giden işçiler, referandum sayesinde İngiliz burjuvalarına ders vermiş, iradelerini ortaya koyarak İngiltere’yi AB’den ayırmışlardır.
Dahası referandumdan hemen önce Kraliçe Elizabeth’in 90. yaşını kutlamak için olduğu söylense bile aslolarak olası bir Brexit’e karşı açık bir mesaj vermek için gelen ABD Başkanı Barack Obama’nın bütün çabalarına karşın İngiltere’nin AB’de kalmasına yönelik bir kararı çıkaramamış olmasına bakarak İngiliz işçi sınıfının sadece İngiliz egemenlerine değil, Amerikan emperyalizmine de tokat attığı iddia edilebilir. Bu ve benzeri gelişmeleri yorumlayarak yükselen sınıf mücadelesi senaryolarına hayat vermek mümkün olsa da, İngiliz işçi sınıfının bu yükselen mücadelesini ne politik hakları için miting alanlarında ne de sağlık personellerinin ve demiryolu çalışanlarının gerçekleştirdiği birkaç grev dışında hak arayışlarında görmenin mümkün olmaması bu yönlü senaryolara dair soru işaretleri oluşturmaktadır. Referandum öncesi süreçte ve referandum sırasında da hiçbir kitlesel hareketliliğe girişmeyen işçi sınıfının ardından bütün burjuva partilerinin iç çelişkiler yaşadığı bir dönemde de hareketlenmemesi, kendi haklarına dönük politik/ sendikal herhangi bir talebi hiçbir siyasal arenada dillendirmeye girişmemesi ise yükselen işçi sınıfı senaryolarına inanmayı daha da zorlaştırmaktadır. Ne politik ne sendikal hakları için en küçük bir mücadele içerisinde göremediğimiz İngiliz işçi sınıfının isteklerini birleşik ve kitlesel mücadele yürütmeden referandum yoluyla kabul ettirdiğini düşünmek ise değişik sınıfların çıkarlarının İngiliz parlamenter sistemi ve devlet yapısında kimi dönemlerde etkili olabileceğine inanmayı gerektirir. Böylesi bir bakış açı ise, en nihayetinde ABci liberallerin sınıf üstü yaklaşımlarından pek de farklı olmayan bir bakış açısına tekabül eder ve devletin farklı sınıfların çıkarlarını uzlaştırabilecek sınıf üstü bir yapısının olduğuna inanmaya varır. Böylesi bir durumda ise, devleti yıkmak yerine onu demokratikleşmek gerektiğine inanmak işten bile değildir. Neyse ki, böylesi bir lafazanlığın İngiltere’de pek alıcısı bulunmamaktadır ve bütün politik olgular da devrimci bir mücadelenin ve devrimci bir partinin olmadığı koşullarda, işçi sınıfı adına olumlulukların olabileceğine dair inanışları yerle bir etmektedir. Brexit yanlısı İngiliz sendikalarının referandum için yürüttüğü tek kampanyanın “göçmenler gelirse ücretler düşer” biçiminde özetlenebileceği, İngiltere genelinde ırkçı saldırıların ve nefret söylemlerinin hızla arttığı ve göçmen işçilerle İngiliz işçilerinin arasındaki sınırların daha da kalınlaştığı bir dönemde Britanyalı işçilerinin isyanından, yükselen bir işçi sınıfından bahsetmek ancak İngiltere’de yaşanan politik gelişmelere tümüyle gözlerini kapatmak ve hayalinde oluşan dünyayı gerçeklere yeğlemekle mümkündür.
Brexit’e giden yolda İngiliz Burjuvazisi’nin Bölünüşü
Hem liberallerin hem de sol lafazanların çizdiği senaryoların İngiliz siyasal gerçekliği ile örtüşmemesinin diğer bir önemli nedeni ise, bu senaryolarda İngiliz burjuvazisinin ve İngiliz bürokrasisinin homojen olarak AB yanlısı olduklarının ve bu kesimler içinde görüş farklılıklarının ve kutuplaşmanın olmadığının varsayılmasıdır. Hatta siyasi partilerin liderlerinin tutumlarına bakarak İngiliz Parlamentosu’nda da ABci bir tutumun egemen olduğu varsayılmaktadır. Oysa ki, bırakalım milletvekillerini, Cameron’un kendi elleriyle seçtiği Bakanlar Kurulu içerisindeki Muhafazakar Parti bakanlarının 6’sının da dahil olduğu 90 kişilik iktidar partili parlamento grubu referandum öncesinde Brexit çizgisinde olduklarını açıklamış ve AB’den ayrılma kampanyasının en etkili unsurları olmuşlardı. İktidar Partisi içindeki bu bölünmüşlük İngiliz bürokrasisi içinde de Brexitçilerin önemli oranda olduğunu varsaymayı gerektirir. Beri yandan, İngiliz sermayedarlarının önemli bir bölümü tutumlarını açıklamakta beis görmemişler ve sanılanın aksine bu açıklamalardan çıkan tablo İngiliz büyük sermayedarlarının azımsanmayacak bir kesiminin Brexitçi olduğunu ortaya koymuştur. AB yanlısı Financial Times bu gerçeğe referandum öncesinde yayınlandığı bir makalede şu şekilde değinmişti: “AB regülasyonlarının kaldırması olasılığı Brexit’e iş adamlarınca verilen desteği arttırıyor.” Benzer bir şekilde, referandum öncesi politik atmosferinin belirlenmesinde etkili olan İngiliz ana akım medyada, Brexitçiler en az AB’de Kalma yanlıları kadar yer bulabiliyorlardı. Brexit yanlısı olduğunu vurgulayan gazetelerin günlük tirajı toplam 4,8 milyonu bulurken, AB’de kalma yanlısı olduğunu açıklayan gazetelerinki sadece 3 milyon civarında seyrediyordu. Loughborough Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre ise, Brexit yanlısı gazetelerin kullandığı propaganda yazıları ve konuyu işleme sıklıkları onların çok daha etkili bir Brexit propagandası yürütmelerini sağlamıştı. Üniversite, baskınlık oranı dediği skalasına göre Brexit kampanyasını toplam propagandanın %82’si, AB’de Kalma yanlısı propagandayı ise sadece %18’i olarak ölçeklendirmişti. Gerçekten de, Brexit yanlısı gazetelerin AB referandumuna ilişkin net tutumları hem attıkları manşetlerde hem de konu ile ilgili makalelerde hissedilmekteydi.
23 Haziran öncesi, kalma yanlısı The Times, Financial Times yada Guardian gibi gazetelerce bir felaket senaryosu ve İngiltere’nin ekonomik çöküşü olarak tasvir edilen ‘Brexit’, çıkma taraftarları açısından ise adeta ezilen bir ulusun ezen bir devletten kurtulması gibi İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden bağımsızlaştığı bir kurtuluş günü olarak betimlenmekteydi. Örneğin, İngiltere’nin en yüksek tirajlı gazetesi The Sun ‘Çıkalım’ tavrını açıkladığı baskısında “Kendimizi diktatöryal Brüksel’den özgürleştirmeliyiz” şiarını manşetine taşımayı tercih ediyordu. İktidardaki Muhafazakar Parti içerisindeki ‘Çıkma’ yanlısı muhalefetin sözcüsü olarak kabul edilen Boris Johnson’un da yazarı olduğu Daily Telegraph ise, anasayfasından “Tam bağımsız bir İngiltere’yi bir dünya dolusu fırsat bekliyor” mesajını iletiyordu. Buna karşın, sol bir yayın olarak kabul edilen Daily Mirror ise, “AB ile sorunları olan bir gazeteyiz, ama siz yine de yarın Kalma yönünde oy kullanın” diyerek kendi tutumunu ancak bir gün önce belirterek hemen hemen bütün kampanya sürecinde ortacı bir tutum almayı tercih etmişti. Benzer bir şekilde 280 bin civarında günlük satış yapan ‘i’ gazetesi ise tavrını açıklamasa da, referandum boyunca müzmin bir Kalma yanlısı tutum sergilemişti.
Bu tablo, İngiliz ana akım medyasının içinde etkili bir Brexitçi kesim olduğunu ortaya koymaktadır. İngiliz burjuvazisinin medyanın %50’sini işçi sınıfına teslim ettiği iddia edilmeyecekse, bu bölünmüş tablonun aynı zamanda İngiliz burjuvazisinin bölünmüşlüğü ve kutuplaşmasını da yansıttığı kabul edilmelidir. Beri yandan, ne tek tek gazetelerin tutumları ne de burjuva grupların açıklamaları incelenerek ya da tirajların-sermayelerin oranlarının ayrıntılı analizleri yapılarak Brexit yanlısı bir siyasi atmosferin nasıl oluştuğuna akıl sır erdirmek mümkün değildir. Ama İngiliz medyasındaki yansımadan da görebildiğimiz İngiliz burjuvazisi içindeki bu iki yönelim en azından Brexit senaryolarındaki homojen İngiliz burjuvazisi ön kabulünü yıkar ve ‘önderliksiz işçi sınıfının tokatları’ ve ‘faşist yükselişleri’ hesaba katmadan da referandum sonuçlarını açıklamamızı mümkün kılar. Brexit yanlısı siyasal hattın son referandumda nasıl baskın geldiğini açıklamak için ise hem İngiltere’nin tarihsel olarak AB’ye mecbur kalışının ve zoraki evliliğinin ayrıntılarını ortaya koymak hem de son dönemde Avrupa Birliği’nde yaşanan gelişmelere İngiliz burjuvazisinin verdiği tepkileri değerlendirmek gerekmektedir.
İngiltere ’nin AB ile Zoraki Evliliği :
Temelleri 2. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile atılan Avrupa Birliği, ekonomik ve siyasal olarak kendi ayakları üzerinde duramayacağı gittikçe daha çok ortaya çıkan Batı Avrupa devletlerinin Sovyet egemenliği altına girmesinin engellenmesi için hem ekonomik bir kurtuluş reçetesi hem de Almanya’nın tekrardan silahlandırılması için bir siyasal çözüm olarak ortaya çıkmıştı. ABD Başkanı George Marshall’ın ortaya koyduğu plana uygun bir tasarımla Avrupa devletlerinin ekonomik işbirliğine bir cevap olarak yine ABD ile oldukça sıkı ilişkileri olduğu bilinen Fransız Jean Monnet tarafından çerçevesi çizilmiş olan Avrupa devletlerinin ortak bir pazar kurmalarını hedefleyen bu birlik, sanılanın aksine o dönem ekonomik işbirliğine ve Sovyet tehlikesine karşı yürürlüğe konmuş olan tek proje değildi ve önerildiği dönemde de çok az sayıda Avrupalı devletin ilgisini çekebilmişti. Avrupa Birliği’ne alternatif diğer bir proje ise Avrupa çapında tasarlanmış olan bir Serbest Ticaret Anlaşması (STA) idi ve bu projenin mimarının İngiltere olması da onu Avrupa birliğini hedefleyen ortak Pazar projesinden bir adım öne çıkarıyordu. Mamafih, ortak pazar kurmaya doğru atılan AKÇT adımı İngiltere’nin Avrupa genelinde tasarladığı projesini baltalamış ve onun birlik projelerinde ön almasını engellemişti. Dünya ölçeğinde bir imparatorluk olagelmiş ve iki dünya savaşının galibi olan İngiltere’nin, Avrupa Ekonomik Topluluğu içindeki savaşın mağlupları ile ve de kimi Avrupalı devletçiklerle eşit üye kavramı doğrultusunda bir araya gelmesi mümkün değildi. Dahası, bu birlik projesinin hedeflediği Avrupa Ortak Pazarı İngiliz Milletler Topluluğu olarak adlandırdığı (eski) sömürgeleri ile yürüttüğü avantajlı ticari ilişkilerin bitmesine işaret ediyordu. Aynı zamanda, reddedilmiş bile olsalar, Avrupa Savunma Topluluğu (1950) ve Avrupa Politik Topluluğu (1952) gibi öneriler Avrupa birliğinin yönünün siyasi bir birliğe gitmesinin mümkün olduğunu göstermekteydi. Bu nedenle, ilk tasarısı kabul edilmese bile İngiltere, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Avrupa geneline yayılmasını önlemek üzere önceki önerileri ile paralellik içeren EFTA’yı (Avrupa Serbest Ticaret Birliği) kurdu ve o dönemde sadece 6 üyesi bulunan Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan daha çok sayıda ülkeyi etkilemeyi başardı. EFTA ile ciddi bir alternatif yaratan İngiltere, (ki bu birlik hala devam etmektedir), Avrupa’nın bir ortak pazarla siyasi ve ekonomik entegrasyonuna karşı olduğunu alternatif bir blok yaratarak da somutlamıştı.
Ama kısa bir süre içerisinde siyasi faktörler İngiltere’yi ABD dolayımıyla yeniden AET’ye yöneltti. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, İngiliz Dışişleri Bakanlığı ABD’nin askerlerini Avrupa’dan çekmemesi yönünde ikna edilmesi için bir diplomatik atak başlatmıştı. Savaş kahramanı olarak pazarlanan eski İngiliz Başbakan Winston Churcill’in de katıldığı bu diplomatik çaba neticesinde İngiltere-ABD arasındaki ilişkiler savaş sonrasında hiç olmadığı kadar yakınlaşmıştı. Beri yandan, Ortadoğu’da önemli ölçüde nüfuz kaybeden İngiltere eski sömürgelerinin kimisini Sovyetler Birliği’ne kaptırıyor, kimisini ise kendi eliyle ABD’ye teslim ediyordu ve bu haliyle de ABD ile ilişkiler, sömürgeler politikası nedeniyle de önem kazanıyordu.
Beri yandan, ABD Avrupa’nın bütün savunma yükünü üzerine almasına rağmen Avrupa Ekonomik Topluluğu içerisinde gittikçe etkisizleşiyordu. De Gaulle’ün Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun işleyişini büyük oranda Almanya ile ilişkilere indirgemiş olması ve AKÇT Yüksek Otoritesi olan Jean Monnet’nin istifası ABD’nin birlik ile olan ilişkisini yeniden değerlendirmesini gerektiriyordu. ABD başkanı Kennedy, Avrupa ile kurulacak yeni dengenin İngiltere üzerinden inşa edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Kısa süre içerisinde İngiltere ile Nassau anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile tescillenen ‘özel ilişki’, ABD ile İngiltere arasında sadece askeri değil, aynı zamanda politik bir işbirliğini de gerektiriyordu. İngiliz ekonomik çıkarları ile bütünüyle uyuşmasa da İngiltere bu anlaşmanın hemen ardından Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmak için başvuracak, ama ABD’nin Birlik’teki etkisini arttıracağından korkan De Gaulle İngiltere’nin katılımını veto edecekti. İngiltere’nin ikinci başvurusu da 1967 yılında benzer nedenlerle De Gaulle tarafından reddedilecek, İngiltere ancak 1969 yılında De Gaulle’ün istifa etmesinin ardından AET’nin bir üyesi olabilecekti.
AET’nin AT’ye ve ardından AB’ye dönmesi ile birlikte Avrupa devletleri tek bir Pazar haline gelmişler, aralarındaki gümrük duvarları kaldırılmıştı. Euro’nun piyasaya sürülmesi ile birlikte Avrupa Devletleri arasında ekonomik ve parasal birlik oluşmuştu. AB aynı zamanda siyasal bir birlik olma yönündeki eğiliminden, çoğunlukla kağıt üzerinde kalsa bile hiçbir zaman vazgeçmedi. Ama bütün entegrasyon süreçlerine, üye olduğu ilk andan itibaren direnen İngiltere, Avrupa Birliği’nin daha fazla entegre olma eğilimini engelleyemese de kendisini Schengen ve Euro gibi temel politikaların dışında tutmayı başardı. Böylelikle en başta önerdiği Serbest Ticaret Anlaşmasına (STA) en yakın pozisyonda kalmaya gayret etti. Pek tabi ki, Ortak Pazar’ın içerisinde kalmak AB dışındaki ülkelerle olan ticari ilişkisini büyük oranda belirlediğinden, STA’nın kendisine sağlayacağı esnekliğe hiçbir zaman sahip olmadı. Katıldığı ilk andan itibaren, siyasi entegrasyona direnerek Topluluk’un bürokrasisi ya da kurumlarındansa üye devletlerin etkin olduğu bir AB’yi yaratmaya çalışan İngiltere, Avrupa Birliği ile ABD arasındaki ‘transatlantik’ olarak adlandırılan kurumsal ilişkilerin güçlendirilmesi için özel bir çaba sarf etti. Özellikle Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikası’nın ve AB ordusunun NATO ile bağlantılı olarak yapılandırılmasında büyük rol oynadı. 2007 yılında hayata geçen Lisbon Anlaşması’nın ardından Avrupa Birliği kurumlarının daha etkin bir yapıya kavuşmaları ve sadece ekonomik değil, pek çok siyasi konunun da üye ülkelerin tasarrufundan çıkarılması, İngiltere içinde önemli bir kesimin tepkisi ile karşılaştı. Muhafazakar Parti’nin en büyük ekonomik destekçisi olan Stuart Wheeler’in Lisbon’da atılan imzaya tepki olarak UKIP’e 100.000 bağışlaması ile UKIP’in ciddiye alınabilir bir güç olarak büyümesi de ancak bu süreçten sonra gerçekleşebildi. 2008-2009 ekonomik krizinin ardından ise gittikçe daha ağır bir yük haline gelen AB’den kurtulma ihtiyacı daha yakıcı olarak hissedilmeye başlandı. 2011 yılında İngiliz finans merkezini vergilendiren ve ekonomik krizin etkilerini finansal alanda gerçekleştirilecek kısıtlamalarla çözmeye çalışan AB’nin tutumu bardağı taşıran son damla olmuş ve AB’nin en büyük destekçisi olarak bilinen İngiliz finans merkezi City’nin de AB konusunda ikiye bölünmesine yol açmıştı.
ABD ile yakın ilişkiler kurmanın bir bedeli olarak Avrupa içi ilişkilerde sorumluluk almaya zorlanan İngiltere hiçbir zaman onaylamadığı bir birlik olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun bir üyesi olmayı başardığı 1973 yılından itibaren sorunlarla karşılaşmaya başlamıştı. Daha üyeliğinin ilk yılında büyük bir ekonomik krizle sarsılan İngiltere, iki yıl sonra büyük bir referandum yaparak ilk ayrılma denemesini gerçekleştirmişti. O günden bu güne de İngiliz hükümetlerinin gündeminde sürekli olarak AB’ye kaptırılan paranın nasıl geri alınacağı sorusu olmuş, İngiltere burjuvazisinin önemli bir kesimi bu birliğin ekonomik faydalarına dair soru işaretlerini dile getirmiştir. Bu sorgulamanın başlıca nedeni, Avrupa Birliği dışındaki ülkelere uygulanacak olan gümrük miktarlarının Ortak Pazar nedeniyle Brüksel tarafından belirlenmesi ve İngiliz şirketlerinin bu ülkelerle yapılan ticaretinin etkilenmesidir. Beri yandan, ‘sıfır’ gümrük uygulamasıyla İngiltere pazarına rahatlıkla giriş yapan Avrupalı şirketler de İngiliz burjuvazisinin önemli bir kesimi açısından ‘gereksiz rekabet’ yarattıkları için sorun olarak görülmektedir. Buna mukabil, İngiltere AB bütçesine yaptığı katkının ancak küçük bir kısmını geri alabilmekte ve bu yüzden kendi bütçesinde sürekli bir AB yükü taşımaktadır. İngiltere başta Margaret Thatcher zamanında olmak üzere defalarca AB ile bu ‘yükü’ azaltmak için masaya oturmuş ve her seferinde çok da kazançlı çıkmadığı anlaşmalara imza atarak AB üyeliğini devam ettirme kararı almıştır. Benzer bir pazarlık ise, David Cameron tarafından referandumun hemen öncesinde Şubat ayında gerçekleştirilmiş ve 30 saat süren görüşmelerin sonucunda İngiltere açısından pek de avantajlı olmayan bir “Yeni Avrupa Anlaşması” imzalanmış, ama daha ilk günden büyük tartışma yaratan bu anlaşma AB referandumunun önünü kesememişti. İngiltere’nin AB ile başlattığı zoraki evliliğin sürmesinin koşullarının gittikçe ortadan kalktığı bir dönemde David Cameron’un aldığı referandum kararı, İngiliz burjuvazisi içindeki önemli bir kesimi harekete geçirmiş ve AB’den kurtulmak için bir fırsat olarak görülmüştü. Referandum sonucunun ardından ise, Brexit kararı burjuvaların şu ya da bu kesiminin değil, bir bütün olarak İngiliz burjuvazisinin yönelimi haline gelmiştir.