(Aşağıdaki yazı Köz gazetesinin 2000 Temmuz sayısında yayımlanmıştır. Pazarcık-Elbistan depremlerinin ardından yazıyı tekrar paylaşıyoruz.)
Burjuvazi, düzenin açmazlarını en çıplak biçimde ortaya koyacak nitelikteki gelişmeleri kendi lehine çevirmek için çaba harcayagelmiştir. 17 Ağustos depreminin ardından yaşananlar tam da bunu göstermektedir. Sermaye düzenini sorgulayanlar burjuva demokrasisi çerçevesinde aşılabilecek sorunlar oluşturdukları müddetçe, bu tip her sorunun aşılması, bu çürümüş düzen için sanki bir gençlik aşısı olmaktadır. Deprem vesilesiyle deprem öncesi gündemin baş köşesinde duran pek çok sorun sessiz sedasız “çözülmüş sorunlar” arşivine doğru yol aldı. Mezarda emeklilik yasası sanki emekli olamadan mezarı bulan, hatta pek çoğu bir mezar dahi bulamayan emekçilere inat, kaşla göz arasında çıkıverdi. Sosyal güvenlik sorunları SSK’deki yolsuzluklar vs. tartışılırken adeta buna inat depreme karşı etkili tedbirler arasına deprem sigortası giriverdi ve özel sigorta şirketlerine aniden gün doğdu.
Deprem öncesinde “uluslararası tahkim” ve MAİ anlaşmalarıyla birlikte anılarak tartışma konusu edilen yabancı sermaye ve bağımlılık tartışmaları da rafa kalktı. Yabancı sermaye deprem yardımları ve depremin yaralarını sarma, yeniden inşa vb. kılıflar altında gelince sorun olmaktan çıkıverdi.
“Asrın felaketi” başka mucizelere de vesile oldu. Asırlık “Türk-Yunan” düşmanlığı deprem yıkıntıları arasında kucaklaşan “sivil toplum gönüllüleri”nin başlattığı el sıkışma girişimleriyle tuzla buz oldu; İsrail’i düşman zannedenlerin birçoğu onlarla aslında Kanuni zamanından beri dost olduğumuzu bir kez daha bu felaket sayesinde hatırlayıverdiler.
Uluslararası bir yılan hikayesine dönmüş gibi gözüken “Kıbrıs Sorunu”nun meğer 1974 öncesindeki statüye dönmek suretiyle çözülebileceği depremin artçı sarsıntıları sırasında fark edildi. Hazar petrollerinin Türkiye üzerinden geçmesi konusundaki son kuşkular da bu sıralarda ortadan kalktı. 25 yıldır SSK’ya prim ödeyen isçilere emekli maaşı ödemekte güçlük çeken
TC devletinin bu nedenle dünyanın en güçlü sekiz devleti arasında yer alamayacağı ancak ilk yirmi arasında sayılabileceği ve dolayısıyla deprem yaralarını sarmak için fazla bir katkıya muhtaç olmadığı ABD başkanı tarafından ilan ve tebliğ edildi.
Yıllardır kendisini Avrupa’nın bir parçası zanneden Türkiye’nin AB’ye aday adayı olarak kabul edileceği nihayet belli oldu. Bunun “Asrın davası”nın yarattığı dinamikler yüzünden mi yoksa “asrın felaketi” ile ortaya çıkan barış ve dostluk dinamikleri ile mi olduğu konusunda fikir ayrılıkları oluştu; her ikisinin de olumlu bir katkısı olduğu fikri “bilimsel ortamlarda” en yaygın kabul gören fikirler arasına girdi. Merve Kavakçı kaybettiği Türk vatandaşlığını bir başka Amerikalı ile evlenerek kazandı; bu nedenle Türkiye’nin ABD ile bağımlılık ilişki içinde olduğu konusunda hiçbir kuşku kalmadı.
12 Eylül sonrasında kurulan her hükümetin gündemine girip de başını ağrıtan “cezaevleri sorunu” bu hükümetin önüne depremin ardından geldi. Hükümet ortaklarından ANAP daha önce Oltan Sungurlu ile sırasını savmış olduğundan cezaevlerine el atmak diğer ortaklara düştü ve tam bir MHP-DSP koalisyonuna yakışır biçimde “çözüldü” önce şimdiye kadar görülmemiş bir katliam girişimiyle başlayıp, “demokratik uzlaşma” çerçevesinde şimdilik noktalandı. Cezaevi sorununun çözümünün “hücre tipi” cezaevlerine geçiş olduğu konusundaki genel mutabakat bir kez daha teyit edildi. Ama bu sisteme geçmek için cezaevlerini “biraz olsun boşaltmak gerektiği” tekrar doğrulandı ama bunun katliamla sağlanamayacağı konusunda da bir genel mutabakat oluştu. Siyasi tutsaklar dışlayan “af tasarıları” ile de bunun sağlanamayacağı anlaşılınca, bu kez umutlar “pişmanlık” seçeneğini zorlamaya bağlandı beri yanda da kaçak durumdaki yahut tutuklu olan faşist katillerin serbest kalmasını sağlayacak bir tasarı üzerinde çalışmaya başlandı.
Depremi izleyen süreçte, adeta gündemden düşmeye yüz tutan “barış ve demokratik cumhuriyet” girişimleri yeni ve daha sarsıcı ataklarla yol almaya koyuldu. Öcalan’ın İmralı’ya getirilmesi ve duruşmalar sırasındaki “asalım” histerisi sessiz sedasız geri düştü; hatta İtalya ile dostluk çabaları bile (Öcalan’ın sığınma talebi ile ilgili kimi “nahoş hadiselerin” sürmesine rağmen) yol almaya başladı Bu arada, şimdiki CHP yöneticisi Tarhan Erdem’in başını çektiği bir grup tarafından 1995’ten beri “demokratik cumhuriyet programı” adı altında ortaya konan ve TÜSİAD’ın 1997’deki “demokratikleşme” raporunda da büyük ölçüde tekrarlanmış bulunan siyasal ve hukuki rejimle ilgili kimi öneriler, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını “Anglosakson ve Fransız kültürleri” çerçevesinde ayırt ederek yaptığı konuşma ile yeniden hazırlandı. Böylece, çoktandır unutulmaya yüz tuttuğu sanılan “ikinci cumhuriyet” tartışmaları yeni bir ivme kazandı.
Bu arada, son dönemde gelişen pek çok olayın 7,4 şiddetindeki depremle alakasını kurmakta büyük bir beceri gösteren “yetkililer” deprem sonrası en büyük tehlikenin “bölücü ve yıkıcı terör örgütlerinin depremi bahane ederek devleti yıpratma çabaları” olduğunu belirtmeyi ihmal etmediler. Yine de devleti en çok yıpratan depremin merkez üssünün donanma komutanlığı civarına rastlaması oldu. Peş peşe gelişen bu olaylar bir yanda tel tel dökülen bir devlet olduğu izlenimini verirken, beri yanda devletin dayandığı iktisadi dayanakların depreme oldukça dayanıklı olduğu da görüldü. Belli baslı bankalarla holdinglerin deprem felaketine rağmen 1999 bilançoların büyük kârlarla bağlayacakları ve deprem sonrası gelişmelerin de yardımıyla ciddi hamleler yapmaya devam edecekleri belli oldu. Türkiye ekonomisinin “asrın felaketi”ne rağmen OECD ortalamasının üzerinde bir büyüme hızını arttırarak sürdüreceğine ilişkin veriler netleşti; Türkiye’nin kredi notlarının düşürülmesine gerek gören olmadı.
Sırf bu tablo bile, kapitalist üretim ilişkilerinin yıkılmasının nesnel gelişmelere, olağanüstü sürprizlere bağlı olmadığını; burjuva toplumunun kendi açmazları ve çelişkileriyle tıkanmasını beklemeye koyulanların bir hayalin pesinde koştuğunu gösteriyor. Burjuva toplumu kendi kendine iç çelişkileriyle çürüyüp kokuşsa da, nihai darbeyi almadığı sürece her türlü “muhalif” akımı massetme kapasitesine sahiptir. Burjuvazi, bu depremden çok daha küçük nedenlerle yıkılabileceği gibi, çok daha büyük felaketlere rağmen ayakta durmayı da başarabilir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yok edilmesinin koşulları uzun zamandan beri mevcuttur ancak süreç onu hedef alan komünist devrimci bir önderliğin yokluğunun belirleyiciliğinde şekillenmektedir. Bu boşluk doldurulduğu gün; burjuvazinin fikrin yüzü yalnızca teshir edilmeyecek, ortadan kaldırılacaktır.