[Aşağıdaki yazı KöZ gazetesinin Haziran 2015 sayısından alınmıştır.]
7 Haziran seçimleri yaklaşırken sözümona “çözüm süreci”nin yerinde yeller esiyor olması en önemli gelişmelerden biri.
Oysa Erdoğan sarayına göçerken ve yeni AKP hükümeti kurulurken “çözüm süreci” için bir bakanın tahsis etmişti. Bu bile seçimlere giderken AKP’nin bu süreci istismar ederek seçim
badiresini atlatmak isteyeceğini düşündürtüyordu. Dolmabahçe açıklaması da bunun ilan edilmesi gibi algılandı. Ama aslında oradaki sahneden tüm ayrıntılarına kadar haberdar ve müdahil olduğu halde, Erdoğan bu açıklamayı tanımadığını açıklayarak ilk karşı hamleyi yaptı. Sonra AKP ‘nin içinde ve hükümetle saray arasında bir çelişki yaratacak tarzda izleme heyetine müdahale etti. Nihayet “Kürt sorunu yoktur” vb. açıklamaların ardından “Masa da yoktur; zaten hiç olmadı. ” diyerek noktayı koydu.
Aslında KöZ Erdoğan’ın zoraki oturduğu bu masadan kalkmak için fırsat kolladığını ve bunun için Kürt tarafının masayı tekmelemesi için her vesileyi istismar ettiğini hatta vesile yaratmakla meşgul olduğunu sistematik biçimde tekrar tekrar vurgulamıştı. Lakin AKP’nin muradı olmadı; ve sonuçta gelinen noktaya varıldı, masayı tekmeleyen zaten masanın Kürtler tarafından tekmelenmesi için baştan beri her türlü tertibi tezgahlayan Erdoğan oldu. Bu sürecin nasıl bu noktaya geldiğini ve neden tam da şimdi böyle noktalandığını anlamak için sürecin en başına yeniden dönmek ve o günden bugüne olup bitenlere kuş bakışı bir göz atmaya ihtiyaç var. Bu aynı zamanda 7 Haziran seçimlerini ve sonrasında olacak olanları kavramak için de gerekli.
“ÇÖZÜM SÜRECİ” BİR AKP “AÇILIMI” DEĞİL
Adı bile tam olarak konamayan ve ortak bir isimle anılamayan bu süreç, çerçevesi çok daha önce Amerikan emperyalizmi tarafından çizilmiş olsa da, hükümetin iddia ettiği ve çoğu kesimin de doğru kabul edip savunduğu gibi AKP’nin meşhur “açılımlarından” biri olarak başlamadı. Kürt tarafı hükümetin lütfen açtığı bir masaya oturmak zorunda kalmadı. Çerçevesi çok daha önce Amerikan emperyalizmi tarafından çizilmiş olsa da, tersi doğruydu.
Ölüm oruçları Erdoğan’ın tahmin ettiği ve arzuladığı gibi, ve daha önceki benzerlerinde olduğu gibi, eylemcilerin dışarıda bir eylem dalgasını tetikleyemeden ölmesiyle sona ermedi. Tersine dışarıya taşma eğilimi kazandı. Kitlesel ve hükümete karşı büyük bir eylemliliği tetiklemeye aday bir gelişme kedini gösterince, hükümet bunun önünü kesmek için yıllardır tecrit altında tuttuğu Öcalan’a başvurmak zorunda kaldı. Bu hükümet açısından bir geri adım ve ölüm orucu eylemlerinin başarısı idi. Zira ölüm oruçlarının tek hedefi de zaten bu tecritin kalkmasından ibaretti.
Öcalan üzerindeki tecridi kaldırmak zorunda kalan hükümet ikinci hamlede elinin altında bulunan Öcalan’ı bir başka tecrit altında tutma kurnazlığına soyundu. MİT vasıtasıyla gizli kapaklı biçimde yürüttüğü görüşmeleri kullanarak, Öcalan üzerinden dışarıdaki hareketi denetim altında tutmayı hesapladı. Bunun için bir yanda kapalı devre yürütülen görüşmeler etrafında konspiratif dedikoduların yayılmasından medet umarken, bir yandan da hükümetin doğrudan doğruya bir görüşme içinde olmadığı görüntüsünü yaymaya gayret etti. Bu tablo aynı zamanda hükümetin herhangi bir taahhüt altına girmeden karşı tarafı devamlı adım atmaya zorlamak için gerekli idi. Ayrıca ilk adımda olduğu gibi, bu görüşmeleri Kürt yığınlarının hükümet karşıtı eylemlere girişmesini engellemek üzere sonuna kadar istismar etmekten geri durmadı. Bunun en çarpıcı ifadesi de Gezi Ayaklanması sürecinde görüldü. “Çözüm süreci”ni bozma şantajı altındaki BDP/HDP bu ayaklanmada oynayabileceği belirleyici rolü oynamaktan imtina etti. Oysa ilk kıvılcımın çakılmasında bir BDP milletvekili olan Sırrı Süreyya Önder tayin edici bir rol oynamıştı ve BDP’nin tabanından unsurlar hiç bir aşamada eksik olmamıştı. Öte yandan HDP’nin tüm bileşenleri baştan itibaren HDP pankartıyla değil, kendi pankartlarıyla eylemlerin içindeydiler. BDP de işgalin son günlerinde de olsa sınırlı ve kontrollü bir katılımla parktaki yerini almıştı.Ama BDP’nin asıl yapabileceği ve yapmadığı şeyeylemlerin esas olarak emekçilerin en çok ezilen ve sömürülen kesimlerinin barındığı varoşlara veKürdistan’ yayılarak yankılanmasını sağlamaktı.Nitekim Medeni Yıldırım’ın Gezi şehitleri arasına ismini yazdırması bile bunun için en bulunmaz fırsattı. Bu takdirde BDP’nin hükümete karşı bu muazzam hareketin doğrudan doğruya sorumluluğunu üstleneceği açıktı.
Bu elverişli koşullara rağmen BDP açıkça bu eylemlerin bir parçası hattta başını çeken siyasi özne olma sorumluluğunu (tıpkı 8 Martlarda ve 1 Mayıslarda olduğu gibi) üstlenmedi. İşte hükümetin “çözüm süreci” oyalamacısına dayandırdığı şantajın en etkili olduğu an bu aşamada kendini gösterdi.
Bu bakımdan açıkça söylemek gerekir ki “çözüm süreci” denen süreç AKP’nin inisiyatifi ile başlamadığı halde uzun süre hükümetin işine yarayan bir süreç olarak sürdü. Ne var ki Öcalan da bu kısıtlı alandaki rolünü sadece hükümetin ihtiyaç ve isteklerine göre oynamakla kalmadı. Aynı zamanda kendisini önemsizleştirmeye yönelik girişimleri boşa çıkarttı. Bir biçimde tecridi kırmayı, sürecin nispeten alenileşmesini ve böylece sürekli gündemde kalmayı sağlayabildi. O noktadan itibaren İmralı görüşmeleri BDP kitlesininin ve Kandil’in hareketini kontrol altında tutmakla sınırlı bir araç olmaktan çıktı, kitle hareketi İmralı görüşmelerinde hesaba katılması gereken bağımsız bir faktör haline geldi.
Hükümet sokaktaki muhalefeti bastırmak istedikçe İmralı’dan gelecek mesajların dışarı ulaşmasına izin vermek, bir başka deyişle uyguladığı tecridi aralamak zorunda kaldı. Bu durum tersinden kitle hareketinin motivasyonunu sağlayan bir etken oldu. Mamafih her seferinde kitle hareketinin hükümeti rahatsız edecek tarzda yükselişi yine aynı kanaldan frenlendi. Hükümet her ne kadar bu yoldan muradına (yani PKK’nin tümüyle teslim olması ve kayıtsız şartsız silah bırakmasına) eremediyse de en sıkışık dönemeçlerde nefes alabilmek için bu “çözüm süreci” aldatmacasını sonuna kadar istismar etmekten de geri kalmadı. Öyle ki giderek bunun bir oyalamaca olduğu gerek Kandil gerekse de BDP cephesinde sıkça dile getirilmeye başlandı. Adım atmak zorunda olduğunu kabullenmekten başka seçeneği kalmayan hükümet bu adımı atarken de azami ölçüde puan kazanma peşindeydi. Dolmabahçe’de nihayet hükümet ile HDP’nin resmen bir masada olduğu görüntüsünü vermek için bile ağır bir bedel istedi: Osmanlı devletinin kurucusu olduğu rivayet edilen Süleyman Şah’ın türbesini YPG güçlerinin eskortu ve izni ile fiilen özerk durumdaki Rojava’nın bir köyüne taşıttı. Böylece aynı zamanda bir Suriye karakolunun bile olmadığı Rojava topraklarında bir TC karakolunu da yerleştirmiş oldu. Üstelik hükümet bu tavizin karşılığında bir resmi görüntü dışında bir adım atmamakta ısrarını sürdürecekti.
Buna karşılık AKP’nin asıl ihtiyacı PKK’nin şu ya da bu şekilde silahları bırakmasından çok HDP’nin 7 Haziran’da önünü kesmesinin önlenmesiydi. Bu ise AKP’nin kaçınmasının mümkün olmadığı temel çelişkiyi ifade etmekteydi: Eğer “çözüm süreci”nin sonunda PKK Türkiye’de silahlı mücadeleyi bırakıp, parlamenter siyasete yönelirse bundan en büyük zararı AKP’nin görmesi kaçınılmazdır. AKP’nin bu sürecin ilerlemesine bir türlü razı olmamasının nedeni de budur.
“ÇÖZÜM SÜRECİ” OYALAMACASI TUTMAYINCA PROVOKASYONLAR DEVREDE
Seçim sathı mailine girilmesiyle bu çelişki apaçık ortaya çıktı ve AKP’nin “çözüm süreci”ne noktayı koyması da kendini dayattı. Bunun ardından AKP “çözüm süreci” oyalamacasıyla Kürt yığınlarının frenlenmesini sağlamak yerine peş peşe provokasyonlarla Kürtlerin sokağa çıkmak üzere kışkırtılması cihetine yönelecekti. Bu süreç hala sürmektedir; ve son ana kadar, hatta seçimlerden sonra da süreceği anlaşılmaktadır.
Zira bundan böyle AKP kendi yarattığı provokasyonları bahane ederek Kürtlerin üzerine güvenlik güçlerini saldırtmak için fırsat arayacaktır. Bu arayış HDP cephesinde “Aman provokasyona gelmeyelim.” refleksini pekiştirmektedir. Böylelikle etkili ve kitle seferberliğine dayalı bir seçim çalışmasından çok medya üzerinden yürütülen bir seçim kampanyasıyla HDP’nin kendini sınırlamasına yol açmaktadır.
Seçim döneminin start almasıyla artık hükümetin herhangi bir “çözüm süreci”ni istismar etmeye yeltenemeyeceği ve bundan hiçbir biçimde yararlanamayacağı ortaya çıktı. Erdoğan bu noktada masayı tekmelemekle “çözüm süreci”nden son bir kez yararlanmaya yöneldi. Bu kez artık desteğini alamayacağı apaçık belli olan Kürt seçmeni yedeklemek için değil, MHP tabanını ve genel olarak milliyetçi şoven seçmen kitleleri yedeklemek için masaya tekmeyi vurdu. Bu hedef aynı zamanda “Biz hiç bir zaman teröristlerle görüşmedik.” demeyi de gerektiriyordu; onu yapmayı da ihmal etmedi.
Ama bir şey daha gerekliydi; yani asıl bu müzakereleri Kürt tarafının istediğini inisiyatifin orada olduğunu ve onların bu süreci herşeye rağmen sürdürmek istediği gerçeğini de ötelemek zorundaydı. Bu nedenle masayı kendisi tekmelediği halde “Aslında bunların niyeti yok; ben tekmelemesem bunlar tekmeleyecekti.” Demesi de gerekiyordu. Bu maksatla Diyadin, Mersin/Adana ve en son Yüksekova’da olduğu gibi provokasyonlarla kitleleri infiale sevketmek istedi; bu da sonuç vermeyince sonuna kadar en olmadık girişimleri denemekten geri kalmayacağını da görmek zor değil.
Neden böyle olduğunu ve niçin Erdoğan’ın “çözüm aldatmacasıyla” Kürtlere tasma takamadığını anlamak için iki önemli hususa dikkat çekmek gerekiyor.
AKP’NİN PARADOKSU
Bunlardan birincisi sürecin baştan itibaren AKP açısından çelişkili paradoksal bir mahiyeti olmasından ileri geliyor: AKP PKK’nin silah bırakmasını istiyordu. Öcalan’ın rehin alınmasından beri diğer taraf da buna hazır olduğunu defaten ilan etmekteydi. Ne var ki PKK silah bırakıp parlamenter kanallardan siyaset yapmakla sınırlı bir varlık göstermeye razı olsa bile, bunun AKP’ye yetmesi mümkün değildi. Zira bu seçmenin kendi partisiyle karşısına dikilmesi halinde, seçim sermayesini esasen Kürt seçmenlerden devşiren AKP’nin tek başına hükümet olmakta bile zorlanacağı besbelliydi; nitekim bugünlerde bu apaçık görünmektedir. O nedenle AKP sadece PKK’nin silah bırakmasıyla ve Türkiye’deki askeri eylemlerine son vermesiyle yetinemezdi; askeri varlığıyla olduğu kadar parlamenter siyasi varlığıyla da yok olması da lazımdı. Bu AKP’nin ülke siyasetindeki baskın varlığını sürdürebilmesi için olmazsa olmaz koşuldu. Bu nedenle AKP açısından “çözüm süreci” sadece PKK’nin Türkiye’de silahlı mücadeleye son vermesiyle kendini sınırlı tutamazdı. Kaldı ki bunu Abdullah Öcalan yıllar önce önermiş ve çağrısını yapmıştı; ne var ki bu çağrıya icabet ederek TC sınırlarının dışına çıkmaya tek taraflı olarak karar veren yüzlerce PKK savaşçısı AKP yönetimindeki TC devleti tarafından tuzağa düşürülerek topluca katledilmişti.
Açıktır ki AKP’nin asıl amacı PKK’nin TC’ye karşı silahlı mücadeleyi sonlandırması değil, siyasi mücadeleden büsbütün vaz geçmesi, meydanı AKP’ye bırakması ve hatta mümkünse AKP’nin kuyruğunda ona kan verecek tarzda bir siyasi role razı olmasını sağlamaktır.
AKP açısından ehven-i şer Kürt hareketinin karşısına bir siyasi rakip olarak çıkmadan ve ayrı bir siyasi özne olarak da olsa parlamentoda kendisine koltuk değneği olarak kalması idi. “Çözüm süreci” de bu çerçevede bir şantaj unsuru olacaktı. Ne var ki hem Kandil hem de HDP AKP’nin kendilerine biçtiği bu rolü oynamayacaklarını ilan ettiler. Yani ölüm oruçlarının başladığı noktada tekrar ısrarcı oldular. Öcalan da adı konmasa ve alenileşmesine izin verilmese de bu müzakerelerden yararlanarak tecritin nasıl kalkması gerektiği hakkındaki görüşlerini duyurma fırsatını buldu.
Aslına bakılırsa yaşanan anlaşmazlıklar “çözüm süreci”nin esasına dair değildi. Ancak bir yandan Kürt sorunu ben çözdüm pozlarını takınmak diğer yandan İç Anadolu’daki seçmenlerini MHP’ye kaptırmamak aynı zamanda da Türk devletinin gerici çıkarlarının bekçiliğini yapmak gibi imkansız bir üçlü hedefi önüne koymuş olan Erdoğan açısından bu plandaki küçük görülebilecek bir sapma bile bütün projenin çökmesi anlamına gelmektedir. Nitekim bugün de yaşanan budur.
Bu noktada inisiyatifin kendi elinde olmadığını farkeden ve süreçten Öcalan’ın kendisinden fazla yararlandığını fark eden, üstelik HDP’nin de herşeye rağmen sandıkta giderek büyüyen bir tehlike olmasının önlenemeyeceğini gören Erdoğan rek masayı tekmelemek suretiyle inisiyatifi eline almaktan başka çare bulamadı. Ama bu hamle yolsuzlukların IŞİD’e verilen destek hakkındaki belge ve bilgilerin ortaya saçıldığı koşullarda gerçekleşti.
Bu noktada sürecin akıbetini belirleyen ikinci etkene geçmek gerekiyor.
ROJAVA DEVRİMİ TÜM HESAPLARI BOZDU
“Çözüm süreci”nde inisiyatifin Öcalan’ı İmralı’da rehin tutan hükümetin elinde olması Erdoğan’ın başlıca güvencesiydi; böylelikle Peru’da Aydınlık Yol’un teslim alınması gibi bir sonuç bekliyordu. Bu ihtimal dışı değildi. Ama Peru’da olmayan ve başka yerde de ortaya çıkması muhtemel olmayan bir faktör devreye girdi: bu Rojava Devrimidir.
Rojava Devriminin yarattığı iklim müzakere lere dışarıdan basınç uygulayan ve genel olarak Kürt tarafının maneviyatını yükselten ve her şeye razı olmayacaklarını ifade etmesini sağlayan, özel olarak da Öcalan’ın pazarlık payını arttıran bir faktör oldu. Bilhassa kitlelerin herhangi bir çözüme razı olmayacaklarını dile getirmelerini sağlayan bir etken oldu.
İkinci aşamada da Erdoğan’ın “düştü düşecek” diye ümit beslediği Kobanê’de tüm hesapları bir kez daha alt üst oldu. AKP’nin besleyip yönlendirdiği IŞİD çeteleri dünyanın Kobanê’yi tecrit etmesine rağmen YPG ve destekçileri tarafından hezimete uğratıldı. Bunun üzerine hem Erdoğan bir adım daha geri atmak zorunda kaldı hem de beri tarafın maneviyatı ölçülemeyecek kadar yükseldi. Üstelik bu gelişme aynı zamanda HDP’nin seçim zemininde AKP’nin karşısına daha güçlü bir biçimde çıkmasını da teşvik edip tetikleyen bir etken oldu. “Kobanê düştü düşecek” temennisi seçim kampanyalarında Erdoğan’ın karşısına çıkan en önemli engellerden biri oldu.
İşte Erdoğan’ın artık “çözüm süreci”ni hiç bir biçimde istismar edemeyeceğine kanaat getirmesinde son noktaya, “AKP düştü düşecek” denen noktaya böyle gelindi.
HDP’NİN BARAJI AŞMASI 12 EYLÜL REJİMİNİN HESABININ GÖRÜLMESİNİ GÜNDEME GETİRİR
Kuşkusuz 8 Haziran’dan itibaren nasıl bir meclis aritmetiği oluşacağı ve AKP ile Erdoğan’ın paçalarını kurtarmak için ne tip manevralara girişecekleri; HDP’nin ve Öcalan’ın önüne
neler koyacakları; berikilerin bu durumda ne yapacağı belli değildir. Ama en azından bu tablonun 7 Haziran’a kadar AKP aleyhine ve HDP lehine işleyeceği şüphesizdir. Muhtelif hükümet tertiplerine karşı HDP ve Kürt kitleleri tarafından verilen yanıt pasif bir yanıt da olsa buna işaret etmektedir.
HDP’nin 12 Eylül barajını aşmasıyla 12 Eylül Rejimi’nin son bekçisi olan ve 12 Eylül Anayasası’ndan Kenan Evren’den bile fazla yararlanmayı beceren AKP’nin mutlak iktidarıyla birlikte hayallerinin bir çoğuna veda etmesi gerekecek. Bu nedenle olsa gerek, AKP’nin yedeği olan CHP de ilk defa iktidara talip bir parti görüntüsü vermeye başlamaktadır. Demokratik hakların genişlemesi noktasında değilse de seçim kampanyalarına damgasını vuran sosyal haklar paketi ile CHP ön almış durumdadır. Her ne kadar doğrudan doğruya seçmenler için bir şey ifade etmese de “Merkez Türkiye” projesi ile seçim kampanyalarının ortasında gündeme yeni bir unsur eklemektedir. CHP gerek Türkiye’deki gerekse de uluslararası ölçekteki büyük sermayenin desteğinden neredeyse tamamen mahrum kalan AKP’nin kısmen de kendisinin yarattığı bir sermaye kesimine hitap ediyor. Bu projeyle AKP’nin tutunduğu son dallardan birini de kemirmeye niyetli olduğunu gösteriyor.
CHP 7 Haziran’a gelmeden önce AKP’yi hükümete taşıyan üç «Y »’den ikisini yani “yolsuzluk ve yoksulluk”u şimdiden istismar etmeye başlamış durumdadır. Ne var ki henüz üçüncüsüne yani “yasaklar ” kısmına girmemiştir ki “çözüm süreci”ne dair asıl gündem oradadır.
Bu itibarla, görünen o ki AKP “çözüm süreci”ne noktayı koymuş durumdadır ve yerine gelmesi muhtemel olanların da böyle bir gündemi olmayacaktır. Her ne kadar pek çoklarının düşündüğü gibi bu temelde yeni bir AKP-HDP diyalogu ve bir ucunda AKP’nin olduğu bir “çözüm süreci” olmayacağı artık belli gibidir. Zira AKP Diyadin, Yüksekova gibi saldırıların yanısıra en son Mersin ve Adana’daki saldırılarla HDP’ye fütursuz bir biçimde saldıracağının işaretini vermektedir. Adana ve Mersin saldırılarının DHKP/C tarafından yapıldığını ilan etmesi de kötü kokular yayılmasına yol açmaktadır. Hatırlanırsa Reyhanlı’daki saldırı da önce Mihraç Ural/Esad ve ekibinin üzerine yıkılmak istenmiş ve ardından IŞİD parmağı ortaya çıkmıştı. Bu senaryonun da oradan kopya olduğundan kuşku duymamak gerekir; nitekim HDP buna işaret etmekte haklı olarak gecikmemiştir.
Öte yandan Erdoğan’ın danışmanı Yiğit Bulut’un çifte silahı ve mermi stoklarıyla kendini Erdoğan’a siper edeceğini açıklaması da dikkat çekicidir. Kendisi de efendisi gibi korumalarla dolaşan bu kof kabadayının açıklamasından anlaşılması gereken şudur: AKP ve yandaşları olası bir darbe yahut ayaklanma girişimi karşısında Erdoğan’ı savunmak için Rabia Meydanı’nda toplanan İhvancıları aşacak kitlesellikte ve cesarette bir sessiz çoğunluğun bulunduğu efsanesini yaratsalar da Erdoğan’ın bel bağlayabileceği ve harekete geçmeye hazır bir kitle mevcut değildir. Erdoğan’ı koruyacak olan hiçbir zaman tam olarak güvenmeyeceği ve güvenmemekte haklı olduğu sivil veya askeri bürokrasiden başkası değildir.
Aynı nedenden ötürü, hem devletin güçlerini harekete geçirerek hem de paralı uşaklarıyla IŞİD çetelerinden sonuna kadar yararlanarak HDP etrafındaki kitle güçlerini dağıtmak üzere Erdoğan’ın her türlü yolu deneyeceğinden şüphe etmemek gerekir. Ne var ki HDP’nin kitlesi gerek Kobanê’ye destek eylemlerinde gerek Diyadin’de gerekse de Yüksekova’da kendini mermilere siper etmekte tereddüt etmeyeceğini göstermesine rağmen hala pasif bir direniş çizgisindedir ve “provokasyona gelmeyelim” çığlıklarıyla frenlenmektedir.
“PROVOKASYONA GELMEYELİM” REFLEKSİ TUZAKTIR VE TEHLİKELİDİR
Oysa böylesine fütursuzca saldıran ve daha da saldıracağını belli eden bir AKP’ye karşı bu pasif direniş çizgisi tehlikelidir. Zira inisiyatifi daima saldırgana bırakan bir tutuma işaret
eder. Mevcut koşullarda aktif bir savunma yani ön alarak karşı saldırıya geçmeye gerek vardır. Kuşkusuz gerillacılık çizgisiyle gözü bağlanmış olanların aktif bir mücadeleden anlaşılması gerekeni anlaması güçtür ve bu çerçevede “provokasyona gelmeyelim“ çağrıları aktif bir kitle seferberliğinin önünü kesen ve siyasal mücadeleyi medyatik bir propaganda/ajitasyon alanına ve parlamento kulislerine sıkıştıran bir çizgiyi kalınlaştırmaktadır.
Oysa silahlı bombalı saldırıların karşısında bu alana çekilmek demek devletin silahlı güçlerinin daha fazla devreye girmesine davetiye çıkarmaktır. Bu ise kaçınılmaz olarak saldırıların sistematik bir biçimde artmasına ve buna karşı dar kadro eylemlerinin öne çıkmasına zemin hazırlar. Asıl tehlike budur. Nitekim bilhassa geride bıraktığımız 1 Mayıs özellikle de İstanbul 1 Mayıs’ı bu tehlikeye işaret etmektedir.
KöZ’ün arkasında duran komünistler 2015 1 Mayısı’nın seçim gündeminden koparılmaması gerektiğine ısrarla işaret edip, Taksim tartışmalarının bu hedefin ortadan kalkmasına yol açacağına dikkat çekmiştir. Nitekim İstanbul’da çoğunlukla Taksime kitlenmiş ve – KöZ’ün bu eylemlerdeki tutumundan bağımsız olarak – Taksim’de ısrar eden apolitik, sol lafazan tutumu açıktan karşısına almaya cesaret edemeyen eylemler olmuştur. Oysa 1 Mayıs 2015 AKP’ye karşı ve 12 Eylül barajının yıkılması için büyük bir kitlesel eylemin damgasını taşımalıydı. İstanbul’da bu sağlanamamıştır. HDP bir kez daha 1 Mayıs’ı pas geçmiş böylece kendi seçim kampanyalarına da en azından İstanbul’da fren koymuştur. Başka hiç bir özne de bir kitlesel 1 Mayıs mitingi çağrısı yapmaya cesaret etmemiştir.
Bu vahim yanılgının sadece 1 Mayıs günü ile sınırlı kalacağını da sanmamak gerekir. Zira 1 Mayıs’ı pas geçmekle başka vesilelerde kitleleri seferber etmekten imtina etmek arasında bir bağ olduğu kesindir. Örneğin tam seçim dönemine rastlayan metal işçilerinin direnişine de bu çerçevede kitlesel bir destek örgütlenmemiştir. Bu durumda pek tabii ki “provokasyona gelmeme” adına Adana ve Mersin saldırılarını protesto etmek üzere kitlesel protestolar da örgütlenememiştir. Protestolar büyük ölçüde seçim mitingleri ve TV beyanatları çerçevesinde kalmıştır. İlerisi için tehlikeli olan da budur.
KöZ’ün arkasında duran komünistler 2015 1 Mayısında İstanbul’da hem Beşiktaş’taki eylemde yer almış hem de Şirinevlerde EMEP’in inisiyatifiyle nakış işçilerinin dahil edildiği görece barışçıl ve yine de bir kitlesel 1 Mayıs mitinginin yerini tutmayan eyleme çevrelerindeki ilişkileri de çağırarak katılmışlardır. Bununla birlikte emekçilerin en dinamik ve politik kesimlerinin bulunduğu varoşlardan birinde sembolik biçimde de olsa bağımsız bir eylem örgütleyerek burada seçim gündemi ile 1 Mayıs gündemini birleştiren ve siyasal mesajımızı ortaya koyan bir eylem önceden kararlaştırıldığı ve ilan edildiği halde örgütlenememiştir. Ne yazık ki bu yüzden KöZ’ün arkasında duran militanların katıldıkları eylemlerde başkalarını çağıracakları bir yer de olmadığı için esasen başkalarının hedef ve inisiyatiflerinin damga vurduğu eylemlerle sınırlı kalınmıştır.
Bereket 1 Mayıs İstanbul’la sınırlı değildir ve KöZ’ün arkasında duran komünistler Bursa’da Ankara ve İzmirde seçim dönemi sayesinde görece kalabalık olan mitinglere sloganlarımızı ve 1 Mayıs’ı seçimlere bağlayan şiarlarımızı taşımışlardır.
1 MAYIS’IN VE 30 MAYIS’IN DERSLERİYLE 7 HAZİRAN SONRASINA HAZIRLANMAK GEREK
Geride bıraktığımız 1 Mayıs dönemecinin dersleriyle son güne kadar seçim sürecinde 12 Eylül barajının delinmesi ve AKP hükümetinin tökezletilmesi için mücadeleye devam edeceğiz. Bilhassa bu derslerden yararlanarak 8 Haziran’dan itibaren AKP hükümetini geriletmek onun yerine hazırlanan CHP’nin önünü kesmek için emekçilerin ve ezilenlerin eylemli birleşik seferberliğinin yaratılması için çaba göstermeye devam edeceğiz.
Giderek saldırganlaşan gerici AKP’nin yeni saldırılarını göğüslemenin asıl yolu da parlamento formülleriyle ve medya üzerinden siyaset yapmaktan çok bu tutumu benimsemektir. Ne var ki, seçim kampanyalarının kızışması ve sondajlara göre HDP’nin giderek yükselen bir çizgide görünmesi AKP’nin ise her adımda gerilediğinin görülmesi hükümeti ve Erdoğanı giderek daha fazla yasaları ve Anayasayı çiğnemeye itmektedir. Seçimlere Kenan Evren’in bile yapmaya cüret edemediği kadar aktif bir biçimde ve bütün devlet mekanizmalarını ve örgütlediği çeteleri kullanarak müdahale etmeye giderek artan bir fütursuzlukla müdahale etmesi söz konusudur.
AKP ise bugüne kadar görünen tabloya göre daha büyük bir seferberlik sağlayabilecek durumda görünmemektedir. O nedenle de 30 Mayıs günü İstanbul’un fethinin de (Çanakkale savaşının tarihini değiştirerek Ermeni soykırımının üzerini örtmek isterken yaptığı gibi) tarihini değiştirerek HDP mitingini gölgede bırakmak istemiştir. Bununla da kalmayıp valilik üzerinden HDP’nin mitingini engellemeye yeltenmiştir. Ama bu engelleme sağlanamadığı gibi bütün şaşasına rağmen İstanbul’un Fethi kutlamaları HDP mitinginin önemini azaltan bir etki yaratabilmiş değildir. Seçimlerin kaderini belirlemede en önemli dönemeçlerden biri olan 30 Mayıs gününde HDP İstanbul’da en büyük mitingini örgütlemiştir.
Bununla birlikte 1 Mayıs 2015 dönemecinin bu maksatla aynı maharetle kullanılamadığı da bir vakıadır. İstanbul’da 1Mayıs daha önce başka vesilelerle olduğu gibi kısır bir Taksim tartışmasının girdabına sürüklenmiştir. Solu oluşturan muhtelif akımlar bir yanda, sendika bürokratları bir başka yanda bu dönemecin seçim sürecinden kopartılmasına ayrı ayrı ve birlikte katkı koymuşlardır.
AKP’nin bu tutumla murad ettiği ise dev bir AKP karşıtı seçim mitingine dönüşebilecek bir 1 Mayıs mitinginin önlenmesi idi ve bunu sağlamayı başarmıştır. KöZ ise ısrarla HDP’nin görevinin 1 Mayısın sorumluluğunu üstlenerek emekçileri ve ezilenleri bu önemli mücadele gününde AKP’ye karşı bir protesto mitingine dönüştürmek olduğunu vurgulamıştır. Bu çerçevede de AKP’nin 1 Mayıs dönemindeki hırçın tutumunun Taksim meydanı hakkındaki bir hassasiyetten ziyade böyle bir siyasal protesto etkinliğinin önünü kesmek olduğuna dikkat çektik.
AKP’nin 1 Mayıs’taki tutumunun esas olarak böyle bir protesto mitingini önlemek olduğuna göre, 30 Mayıs’ta yapılan HDP mitingi de bu geride kalan ve ıska geçilen 1 Mayıs mitinginden daha önemliydi ve gelinen noktada giderek güç kaybeden AKP’yi daha fazla tedirgin etmekteydi. O nedenle de bu dönemeci sıradan bir seçim mitingi olarak değil 1 Mayıs’ı akılda tutarak ele almak bir ödevdi ve sorumluluk gereği idi. Bereket 30 Mayıs mitingi HDP’nin en büyük seçim mitingi olarak gerçekleşti ve orada kaldı. Ama hem 2015 1 Mayısından hem de 30 Mayıs’tan seçim sonrası dönem için dersler çıkarılması hala bir ödev olarak önümüzde durmaktadır.
Bu ve benzeri dönemeçlere asla “Biz yasal hakkımızı kullanır mitingimize gideriz eğer bir provokasyon olursa onun sorumluluğu da AKP’nin üzerinde kalır” hafifliği ile yaklaşılamaz. Böyle bir tutum legaliteye güvenmeyi ve bu legaliteye teslim olmayı anlatan ve kitleleri devletin saldırılarına karşı korumasız bırakan bir sorumsuzluk olur. Zira AKP’nin mağdur rolü oynayarak prim yaptığına inanıp HDP mağdur duruma düşerse kitle desteğinin artacağını sanmak safdilliktir. Çünkü kitlelerin tuzağa düşürülerek mağdur olan bir partiye değil giderek gericileşen, 12 Eylül rejiminin bekçisi ve mirasyedisi olan AKP hükümetinden kurtuluş mücadelesinin sorumluluğunu üstlemeye müsait bir partiye ihtiyaçları var.