Bu yazı KöZ’ün Mayıs 2004 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
Çoktandır Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da 1 Mayıs, mart ayı eylemliliklerinin peşinden ve Newroz’dan güç alarak gelirdi.
Bu sene Güneyden körüklenen Newroz ateşini söndürmeyi hedefleyen ve Kürtleri de peşine takan seçimlerin ardından geldi 1 Mayıs. Her ne kadar Demokratik Güçbirliği’nde toparlanan Kemalist cephe seçimlerde umduğunu bulamadı ise de 1 Mayısa tekrar bir atak yaparak girdi. Bu kez devrimcilerin çoğu, DİSK ve KESK’in hatırı sayılır payı ile, Kemalizmin kuyruğuna takıldı.
1 Mayıs’ın bu eksen üzerinden ikiye bölünmesi 1 Mayıs’ta kalmadı. Çünkü her zaman olduğu gibi 1 Mayısı 6 Mayıs takip ediyordu. Gerçi 32 yıldır yaşadığımız topraklarda devrimciler ve sosyalistler için 1 Mayıs’ın ardından 6 Mayıs gelir. Deniz Gezmiş Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilişleri anılır ve protesto edilir. Ancak bu yıl 6 Mayıs da farklı geldi.
Geçen sayımızda şunu söylemiştik:
“«Denizler, Mahirler, İbolar» TİP reformizminden koparak başlayan, sonra da TİP’ten birlikte koptukları TKP’nin oportünist artıklarından (Mihri Belli ve Dr. Kıvılcımlı’nın yanı sıra. TKP’li değil sadece oportünist olan ve hep öyle kalan D. Perinçek’ten) ve onlar yüzünden kuyruğuna takılmak istendikleri sözümona sol cuntacı Kemalistlerden koparak gelişen bir kopuşu temsil ederler. Bu kopuşun seyri ve yönü bellidir. TİP saflarında sosyalizm ve işçi sınıfı ile tanışıp, «iktidar namlunun ucundadır» diyerek oradan kopan; sonra bu namlunun Kırıkkale yapımı ve ruhsatlı silahlar olmayacağını idrak edip sol cunta hesapları peşindekilerle de yollarını ayırarak bu sözün asıl sahibinin yani Che Guevara’nın gösterdiği istikamete yönelen ve daha ilk merhalelerinde kesintiye uğrayan şimşek hızında ve ne yazık ki neredeyse şimşek kadar kısa süren bir yürüyüştür bu. Bu kopuşun yönünü en iyi 70’lerin başındaki kopuşun en düşen simgesi olan Kaypakkaya’nın vardığı nokta anlatır. Kaypakkaya diğer arkadaşlarından bir adım ileri çıkarak Kemalizmden kopmayan ve Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi ile buluşmayan bir kopuşun kopuş olamayacağına işaret ederek ve bunun için tekrar Mustafa Suphi’nin partisinin geleneğine bağlanmak gerektiğini vurgulayarak noktalamıştı kavgasını. 70’li yıllardaki devrimci kopuşu sürdürmek iddiasında olanların bu çizgiyi bu noktadan yakalayıp geliştirmek ve ilerletmek zorunda oldukları apaçıktır. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin iddiası ve ödevleri de budur.”
71-72 kopuşunun yönü ve bu devrimci kopuşun mirasının nasıl kirli bir politikaya alet edildiğini görmek için en iyi örnek hala bu kopuşun en üst noktasını ifade eden İbrahim Kaypakkaya’da bulunmaktadır.
Denizler hatta Nurhak’ta ve Kızıldere’de düşen THKO ve THKP/C savaşçıları hakkında türlü efsaneler ve çarpıtmalar yaratılması hala mümkündür. Ama Kaypakkaya etrafında bunu yapmaya cesaret eden çıkamamaktadır. Kimse onun aslında Atatürkçü bir gençlik lideri olduğunu öne sürmeye cesaret edememektedir.
Bu nedenle bugün Denizleri anmak ve anlamak için en doğrusu aynı kuşağın, aynı kopuşun en son noktasını teşkil eden Kaypakkaya’ya bakmaktır. O zaman Denizlerin nereden kopup nereye doğru koştukları anlaşılabilir. Buraya bakıldığında aynı zamanda bugün Denizleri 68’deki Kemalist antiemperyalist söyleme geri döndürmek isteyenlerin maskeleri de düşecektir.
2004 yılında “Deniz olmak” için İbo’dan öğrenmek ve onu aşmak gerekiyor. KöZ’ün arkasında duran komünistler bu iddianın takipçisidir.
Her ne kadar Denizler etrafında yaratılan kampanya bugün yükseklere çıkarılmaktaysa da; her ne kadar bugün Denizlerin hatırası emperyalistler ve yerli işbirlikçileri arasındaki it dalaşına devrimcileri taraf etmek için kullanılmak istense de…
“Türkiye devrimci hareketi tarihinin en önemli devrimci kopuşlarından ilkine kanlarıyla imza atan bu devrimcileri anmak, onları örnek almak devrim ve sosyalizm davasına bağlı her Türkiyeli devrimcinin boyun borcudur. Onların tamamlayamadığı koşuyu tamamlamak aşamadıkları engelleri aşmak ve göremediklerini görmek de ödevdir. KöZ’ün arkasında duran komünistler bu kopuşa damga vuran THKO, THKP/C, TKP-ML/TİKKO savaşçılarına kendilerini onların çizgisi ile özdeşleştirmeden ve sınırlamadan sahip çıkmayı bir sorumluluk ve onur sayarlar. Ama bu sahiplenme aynı zamanda onların mirasına sahip çıkma adına onları düzen sınırlarında yürütülen siyasal hesapların aleti haline getirmek isteyen kalpazanlara karşı durmayı da gerektirir.”
Bu tutum KöZ’ün arkasında duranların yeni keşfettikleri bir tutum değildir. Aksine bu bir bakıma yola çıkarken KöZ’ün verdiği sözlerden biridir. İşte bunu hatırlatmak maksadıyla KöZ’ün ilk sayısında yayınlanan «Mayıs’ın Kızıl Gülleri Öldükleriyle Kalmadı Kalmayacak» başlıklı kapak sayfamızı yeniden yayınlamakta yarar gördük. Bu yazıdaki saptamalar hem Denizler hakkında bugünlerde yürütülen çarpıtmaların evveliyatına ışık tutuyor; hem KöZ’ün yola çıkarken işaret ettiği oportünist tutumun nasıl bir evrim geçirdiğini sergiliyor; hem de o günden bugüne KöZ’ün arkasında duran komünistlerin politik tutarlılık içindeki evrimine tanıklık ediyor.
Yine de söz konusu yazıyı aynen basmak yerine, özellikle Leyla Qasım ve İbrahim Kaypakkaya ile ilgili bölümlerini güncelleyerek ve vurgularını pekiştirerek yayınlıyoruz. Bu vesileyle o zaman teknik olanaksızlıklar nedeniyle kötü bir resmi ile andığımız Leyla Qasım’ın fotografını yenilemiş oluyoruz. Bir de İbrahim Kaypakkaya’nın çıkışının önem ve anlamının altını bugünün ihtiyaçlarına göre biraz daha kalınca çizmiş oluyoruz.
2004 Yılında Nasıl «Deniz Olunur»
Türkiyeli devrimcilerin hep birlikte andığı günler arasında 6 Mayıs’ın özel bir yeri vardır ve bu 30 yılı aşkın süredir böyledir. Ama bu yıl Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idam edildiği 6 Mayıs günü her zamankinden fazla hatırlandı. Bu yıl her zamankinden daha geniş bir kesim her zamankinden farklı bir vurguyla onları andı.
Haziran sonunda NATO zirvesi vardı. Kemalistlerin bu zirve yaklaşırken seçimlerin rövanşını almak için Denizlerde simgeleşen antiemperyalist mücadeleyi istismar etmeleri sürpriz değildi.
Kuşkusuz devrimcilerin dönekler reformistler hatta doğrudan doğruya burjuva akımları tarafından istismar edilişlerinin ilk örneği bu değil. Aksine sermayenin kendi dalaşında taraf olanlar sık sık bu kurnazlığa başvurmuşlardır.
Şimdi NATO zirvesi sırasında seçimlerin rövanşını almak için yürütülen kampanyaların önemli bir teması da Denizlerin mirasının istismarı olmaktadır.
Yerel seçimlerin ardından, Denizlerin eski yoldaşlarının çıkarttığı Evrensel Gazetesi’nde “23 Nisan’ın öngününde, 1 Mayıs’a, 19 Mayıs’a hazırlanırken Türkiye NATO’culara, kan dökücülere, sömürü ve yağmacılara sofra edilmek isteniyor. … 23 Nisan, 1 Mayıs ve 19 Mayıs emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele günleri olarak kutlanacaktır.” denmişti buna bakarak 6 Mayıs’ı unuttukları sanılabilir. Öyle olmadı.
Gerçi bu satırların arkasındakilerin 23 Nisan’da ne yaptıklarını 19 Mayıs’ta ne yapmayı planladıklarını bilmiyoruz. Ama 1 Mayıs’ta ne yaptıklarını biliyoruz; 1 Mayıs’ın Türk bayraklarıyla 23 Nisan’a benzetildiği törene nezaret ediyorlardı. Sözümona bu törene alternatif olan Saraçhane’deki 1 Mayıs eylemi de biçim olarak daha kızıl ve radikal görünse de içerik olarak farklı geçmedi. Orada da şovenizmin Türkçesi olan Kemalizm alana damgasını vurmuştu.
1 Mayıs iki alana bölünmüş olsa da 1 Mayıs şoven ve sosyal şovenlerle enternasyonalistlerin ve ezilen ulus devrimcilerinin ayrıştığı bir mihenk taşı olmadı.
Nitekim mekan tartışmasıyla gelen bu 1 Mayıs pandomiminin ardından, iki alana ayrılanların çoğu bu sefer 6 Mayıs’ı sosyal şovenizmin yükseltileceği devrimciliğin Kemalizmin dehlizlerine yönlendirileceği bir gün haline getirmek için ayrı ayrı ortak bir çabaya giriştiler.
Cumhuriyet gazetesinden devrimci yayınlara kadar uzanan yelpazede «Deniz olunmalı» sloganı etrafında antiemperyalizmi Kemalizmin kulvarına sıkıştırma gayretleri yoğunlaştı.
Ne var ki, yaşadığımız topraklardaki devrimci mücadelenin kilometre taşları, 12 Eylül’ün sildiği belleklere ve Kemalizmin gözbağlarına inat dimdik duruyor ve kendilerini gösteriyor.
6 Mayısı «Denizler gibi Atatürkçü devrimci olmak lazım» kampanyasının malzemesi yapanlar 31 Mayıs geldiğinde ne yapacak? Denizler erken yakalandıkları için yürüyüşlerini sürdüremediler ama beraber yola çıktıkları yoldaşlarının çoğu yakalanmadan menzile ulaştılar ve 31 Mayıs günü bir çatışmada üçü öldürüldü gerisi de ele geçirildi. Denizler erken yakalanmasaydı, onlar da diğer yoldaşlarının yanında olacaktı.
Bu durumda «Deniz olunmalı» diyerek Kemalizmin yolunu gösterenler, 31 Mayıs geldiğinde «Evet Denizlerin 60’lı yıllarda başlattığı yürüyüşün devamı Nurhak’tır» diyebilecekler mi?
Her ne kadar Nurhak’a çıkan THKO’lular da en az Denizler kadar Kemalizmin etkisi altında olsalar da onların bugünkü oportünist manevralara alet edilmeleri o kadar kolay değildir. Onların duruşunu hatırlamak bile şu anda onların eski yoldaşlarının yan yana gelmeye çalıştıkları siyasi akımların uykularını kaçırmaya yeter. Hem EMEP’in Demokratik Güçbirliği içindeki ortaklarından dağları terk edip Türkiyelileşmek isteyenlerin hem de daha önce dağlara çıkanlara karşı özel savaşın yöneticiliğini yapan SHP’lilerin uykuları kaçar.
Emperyalizme karşı Kemalistlerin yapamayacağı ve Kemalistlerle yapılamayacak olan devrimcilerin bağımsız bir çizgideki mücadelesidir. THKO’luların 32 yıl önce cüret ettikleri buydu. Ama oportünistler şimdi de o yolu takip etmek gerekir diyememektedirler; diyemeyecekler.
Denizler öğrenci liderleri oldukları için mi idam sehpasına gönderildi? Nurhak’a çıkanlar YÖK’e karşı mücadele etmek için mi çıkmıştı?
İşte bu rahatsız edici sorular 6 Mayıs etrafında yaratılan ideolojik bombardımanın tozu dumanı içinde gözden kaçsa bile, 31 Mayıs geldiğinde çırılçıplak tekrar kendilerini dayatacak. Denizlerin mirası üzerinde oportünistlik yapanların uykuları kaçacak.
Nurhak’ta sağ ele geçirilenlerden biri bakın bugün ne anlatıyor 6 Mayıs hakkında:
“Evet, 35 yıl geçti üzerinden. Dünyada ve Türkiye’de rüzgârlar hep tersten esti. Ama kim yaşanmışları yaşanmamış kılabilir? Kim ülkemizin Türk ve Kürt ezilenlerinin, işçi, emekçi yoksullarının, gençlerinin etine-kemiğine kazınmış, hafızalarında yer etmiş güçlü bağımsızlık ve demokrasi geleneğini yok sayabilir?… Deniz’de cisimlenen hasletler, onun, çıkarından başka çıkar bilmediği halkın hasletleridir. Deniz’in simgelediği antiemperyalist başkaldırı; uşaklığı benimseme eğilimine hiç sahip olmamış halkın başkaldırı tutum ve duygularının ifadesidir. Bunun için Deniz’i sahiplenmiş, bağrına basmıştır. Halk, hiç kimseyi kolaylıkla efsaneleştirmez. Deniz bu nedenle efsane olmuş, yüz binlerce bebeye Deniz adı bu nedenle konmuştur. Deniz’in ölümle dalga geçerken, sehpada dimdik dururken aldığı tutum ve dile getirdikleri, onun sadece bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm davasına değil, ama aynı zamanda, halka olan bağlılığının ve gelecekte alacağı tutuma inancının göstergesidir….
Bizlere şimdi de Deniz gerek, Denizler gerek. …Bilinmelidir ki, sadece Türkiye’de değil ama dünyada da bir dönem kapanmıştır. Eski dönemin faktörleri bir süre daha ayakbağı rolü oynayabilecek olsa da, artık yeniden Denizler’in dönemine varılmaktadır. … ” (Mustafa Yalçıner Denizlerce Çağlayan Halkın Evlatlarıyız.)
Yalçıner sanki Deniz Gezmiş Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan tam da yapmak istediklerini yapmış gibi bir tablo çiziyor. Sanki onlar başka bir yere gitmek isterken ve asıl yapmak istediklerini yapamadan yakalanmamış ta tam da varmak istedikleri hedefe varmış gibi bir tablo çiziyor. Neredeyse «iyi ki Denizler yakalandı; yoksa bizim gibi Nurhak’a ulaşmış olacak ve Sinanlar gibi çatışırken öldürülmüş olacaklardı; sonra da yoldaşları onlar için küçük burjuva devrimcisi idiler diyeceklerdi» demesine ramak kalıyor. Belli ki kendisi Nurhak’ta yakalanmış olmaktan pişmanlık duyuyor; onun için «bugünün antiemperyalisti Sinanlar gibi, benim gibi olmalı» demiyor da «Deniz gibi olmalı» diyor. «Deniz’i halk efsaneleştirdi» derken, hangi efsaneyi kastettiği belli değil. Yoksa «Denizler bir kişiyi bile vurmamıştı haksız yere asıldılar» efsanesini mi kastediyor? Ona safsata demek daha isabetlidir ve bu safsatayı öne sürenler bugünlerde «Deniz gençliğinden beri CHP’li bir ailenin yurtsever Atatürkçü bir evladıydı» diyerek, bir «Deniz Gezmiş Efsanesi» yaratmakla meşguldür. Bu efsaneden Kemalizmin hortlatılması ve devrimcilerin yeniden Kemalizmin kuyruğuna takılması için yararlanmak istemektedirler.
Yalçıner’in kasıtlı olarak üzerinden atladığı konu ise aynı halkımızın neden Nurhak’takilere Deniz kadar itibar etmediği sorusudur. Oysa aynı halkımız Ali Haydar Yıldız’ı ve İbrahim Kaypakkaya’yı layık oldukları muhabbet ve saygı ile yıllardır anmaktadır; çünkü onların anısını yaşatan bir hareket kesintisiz olarak sürmüştür. Nurhak’ta düşenlerin de uğruna öldükleri halk tarafından hak ettikleri saygı ve muhabbetle anıldığından ve anılacağından kuşku duymamak gerekir. Aslında Nurhak’ta ölenlerin Denizler kadar efsaneleşmesine engel olan Nurhak’ta ölmeyenlerdir demek daha doğrudur. Onların mirası ve anısı yaptıklarından pişmanlık duyanlar tarafından istismar edildiği müddetçe de bu gerçeği ortaya çıkarmak mümkün olamayacaktır.
Aslında Yalçıner’in satırlarından süzülen pişmanlığın dürtülediği unutkanlık barizdir. Hatta biraz daha zorlanırsa ve bugünkü duruşuna bakılırsa, neredeyse «keşke TİP’ten de kopmak zorunda kalmasaydık ve emperyalizme karşı mücadeleyi TİP içinde ve TİP yöntem ve araçlarıyla yürütmeye devam etseydik» diyecek gibidir. Nitekim «antiemperyalist gençlik bizim gibi dağa çıkmalı» demiyor; adeta TİP gibi olmaya çalışan bir partiyle bu mücadelenin yapılmasını önermeye varıyor. Daha da ileri gidiyor üstelik; ilk TİP’in hiçbir zaman yapmadığı bir şeyin yapılmasını olumluyor. TİP asla CHP ile yan yana gelmeye çalışmadı bundan özenle kaçındı. Yalçıner’in partisi ise bir yandan «Deniz gibi olmalı» deyip eli Denizler gibi nice devrimcinin kanına bulaşmış SHP ile seçimlere girmeyi sindirip savunabiliyor. Oysa bugün Denizlerin idam edilmesi için çırpınan Demirel Denizlere ne kadar sahip çıkabilirse, birçok devrimcinin yurtseverin katledildiği sırada başbakanlık başbakan yardımcılığı yapmış örtülü ödeneklere imza atmış Karayalçın’la birlikte o kadar «Deniz olunur».
Belli ki bu sorular Yalçıner’i de rahatsız ediyor. Nitekim onları ötelemek için bütün pişmanlık getirenlerin ağzındaki tekerlemeyi gevelemesinden belli bu: «Bilinmelidir ki, sadece Türkiye’de değil ama dünyada da bir dönem kapanmıştır. Eski dönemin faktörleri bir süre daha ayakbağı rolü oynayabilecek olsa da, artık yeniden Denizler’in dönemine varılmaktadır.»
Hangi dönem kastediliyor? Denizlerin THKO’yu kurup dağa çıkmaya karar vermelerinden önceki dönem değil mi? Yalçıner kendi yaşadıkları dahil ve hatta belki en çok bunlar olmak üzere bir dönemin üzerine çizik atmak, unutmak istiyor. Olmamış olmasını diliyor. Halbuki yazısının başında ne demişti? «Ama kim yaşanmışları yaşanmamış kılabilir?» Kimsenin gücü buna yetmez. Yaşayanlar unutmak isteseler üzerini örtmeye çalışsalar da yaşananlar yaşamayanlar tarafından kavranır ve onlara inat ve onlara rağmen hatırlanır. Çünkü yaşananlardan ders çıkarmak için evvela onları yaşanmamış gibi görmemek gerekir.
Komünistler politik olarak Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve yoldaşlarının tuttuğu yolun takipçisi değildir; ama bu devrimcilerin mirasının burjuvazinin iç hesaplaşmalarına alet edilmesine izin vermemek de komünistlerin sorumluluk ve ödevleri arasındadır. KöZ’ün arkasında duran komünistler kendilerini onlarla özdeşleştirmeden, 70’li yıllarda hem reformistlerden hem de Kemalistlerden (ideolojik ve politik olarak bu kopuş her zaman net olmasa da) pratik bir kopuşu temsil eden devrimcilere sahip çıkarlar.
Komünistler onları aşmak üzere, bu kopuşun dersleriyle donanıp, Bolşeviklerin yolunda ileri çıkacak bir komünist partiyi yaratmak için mücadele ediyor.
Bu mücadelenin hedefine ulaşmasının en önemli koşullarından biri de bu kopuşun özneleri arasında yer almış oldukları halde, o devrimci mirası inkarcı ve oportünist politikalarına alet edenlerin maskesini düşürmektir. Şart olsun bunu başaracağız.
Leyla Qasım
Mayıs ayında yitirilenler arasında çoğunlukla unutulan ama unutulmayı hak etmeyenlerden biri de Leyla Qasım’dır.
Leyla Qasım, Türkiye’de ölmedi, Türkiye’de hiç yaşamadı da. 1952 yılında Xeneqin’de doğdu, 12 Mayıs 1974’te idam edildi. O, Irak Baas diktatörlüğü tarafından idam edilen ilk kadın peşmergeydi. Kürdistan’ın yetiştirdiği nice kadın ulusal kurtuluş neferlerinden biriydi. 1974 yılında Bağdad’da başarısız kalan bir uçak kaçırma eylemi sırasında ele geçirilmiş kısa bir süre sonra idam edilen ilk Kürt Kadın peşmerge olma onuruna erişmişti. Her ne kadar kendisi vatanının kuzey parçasında hiç yaşamamış olsa da, Leyla Qasım’ın öncülleri, yaşadığımız topraklarda da eksik olmadı.
Koçgiri Ayaklanması’nın önderlerinden Alişer’in yoldaşı ve eşi Zarife, Alişer vurulduktan sonra, onu vuranlardan birini alnından vurmuş ve vakur bir şekilde eşinin yanına gitmişti. Dersim isyanı sırasında bir çatışmada ele geçmemek için kendisini yardan atan Seyit Rıza’nın yiğit eşi Bese de güzel bir örnektir. İhtimal «Kürdün Gelini» onun bu tutumundan esinlenmiş ve Kürdistan’ın yetiştirdiği nice yiğit kadın için söylenegelmiştir.
Nitekim özellikle 1980’lerden itibaren, Zarifelerin Beselerin uğruna öldükleri bereketli topraklar nice Zarifeleri, Beseleri, Leyla Qasımları yetiştirdi ve uğurladı. Daha pek çoğuna da gebedir.
İdam edilişinin üzerinden 30 yıl geçmişken, Leyla Qasım’ın uğruna öldüğü toprakların üzerinde artık Baas Diktatörlüğü hüküm sürmüyor. Güney Kürdistanlılar şimdi Leyla Qasım’ı yalnız Cigerxwin’un şiiriyle hatırlamıyorlar. Onun gülüşü kadar sıcak, yürekleri ısıtan bir umutla anıyorlar Leyla Qasım’ı.
Çünkü Kürdistanlılar onun cesaret ve kararlılığına her zamankinden daha fazla ihtiyaç gösteren çetin bir sınavın eşiğindeler. Ama, 2004’ün Mayısında Leyla Qasım’ı Denizler ile birlikte anmanın Türkiyeli komünistler için de özel bir anlamı var.
Bugün sosyal şovenler Deniz Gezmiş’in idam sehpasında «Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği» diye haykırmasını TC sınırlarında hapsedilen Kürtleri bir kere daha Türkiyelileştirmek için kullanıyor. Komünistler Leyla Qasım’ı Deniz ile birlikte anarken Kürt halkının Kuzey Kürdistandakilerden ibaret olmadığını hatırlatmak, Türk ve Kürt halkları arasında kardeşçe bir birliğin olması için evvela bu kardeşliğin önündeki en büyük engellerin başında gelen ve Kürdistanı parçalayan sınırların aşılması gerektiğine işaret ediyor. Zira bu sınırların sahiden aşılması için sosyal şovenizmin körelttiği zihinlerdeki sınırların aşılmasına da ihtiyaç var.