Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ Mart 2004 sayısında yayımlanmıştır.
Her sene 8 Mart değerlendirmeleri yapılırken, geçmiş senelerden iz sürmeye çalışıyoruz. Hafıza sahibi olmak, nereye gitmekte olduğumuzu anlamamız için önemli. Bugüne dek 8 Martlarda birkaç şeyi vurgulamaya ve hatırlatmaya çalıştık.
Bunlardan birisi, bu günün sahibinin kim olduğu üzerine idi. Her 8 Mart’ta (artık bu tartışmalar unutulmuştur) feministlerle devrimciler arasında 8 Mart’ın adı üzerine bir tartışma yürütülürdü. Bu günün adının «Dünya Kadınlar Günü» mü yoksa «Dünya Emekçi Kadınlar Günü» mü olduğu tartışılır; bu tartışmadaki ad koyma meselesi günün sahibi olma tartışmasının sınırlarını belirlerdi.
8 Mart’ın adı etrafındaki tartışmalar tarihe ışık tutmak yerine bir isim kavgası gibi yürüdüğü için bu tartışmayı kısır bir tartışma olarak gördük. İçeriğe dair vurguların önemli olduğunu söyledik. Komünistlerin birliğini savunanlar olarak, 8 Mart’ın emekçi kadınların dünya kadınlarına bir armağanı olduğunu savunduk. Bu günün devrimcilerin emekçi kadınların mücadelesi sayesinde tarihe geçtiğini söyledik. Bir kandırmaca olsun diye değil, zaten tam da öyle olduğu için savunduk.
İlk kez bir kadınlar günü kutlanması fikri 1910 yılında Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı toplantısında Clara Zetkin tarafından önerilmişti. O zaman kimse niçin bu fikri sosyalistlerin öne attığını sorgulamadı. Sonra 8 Mart 1917’de yıllardır kadınlar gününü gizli toplantılarla kutlayan Rusya’daki emekçi kadınlar sokağa döküldüler ve çarın devrilmesine varan devrimin kıvılcımını çaktılar; daha çok Şubat Devrimi diye anılan olaydı bu. Lenin, 1921 yılının 8 Martı’nda 1917’de ayaklanarak çarlık rejiminin alaşağı edilmesine öncülük eden Petrogradlı kadın işçilerin anısına 8 Mart’ın dünya kadın işçiler günü olarak kutlanmasını önerdi. Bu tarih rastgele seçilmiş bir tarih değildi. Çünkü devrim olmadan kadının kurtulamayacağını ve kadınlar kurtulmadan devrimin nihai hedefine ulaşamayacağını simgeleyen bir dönemeçti aynı zamanda.
O yazısında Lenin şöyle dedi:
“Bugün kadın işçilerin uluslararası günü. Dünyanın bütün ülkelerinde kadın işçilerin sayısız toplantısı olacak ve bu toplantılardan Sovyet Rusya’ya kutlama mesajları gönderilecek. Çünkü Sovyet Rusya çetin olduğu kadar yüce ve bereketli bir görevi başlattı: Kadınların kurtuluşu görevini. Kadın hareketinin önderleri vahşi burjuva gericiliği karşısında cesaretlerini kaybetmemeli. Bir burjuva ülke ne kadar «özgür» ve «demokratik» ise, kapitalistler işçi hareketine o kadar zalimce baskı uygular.”
Sonra 1977 yılında, adeta Lenin’den intikam almak istercesine, sözüm ona demokratik değerlerin ve özgürlüklerin en sadık bekçisi olduğunu iddia eden haydutlar örgütü Birleşmiş Milletler, 8 Mart’ı «Dünya Kadınlar Günü» olarak ilan etti. Böylece sermaye, emekçilerden ve devrimcilerden gasp ettiği nice şeyin arasına 8 Mart’ı da katmış oldu.
Tuhaftır ki, feminist akımların çoğu kadınlara kendi mücadeleleriyle kazandıkları ve BM’ye hacet olmadan yıllar boyu korumayı başardıkları bu mevziiyi adeta bir lütuf gibi sunan bu yavuz hırsızlarla uğraşmamaktadır.
Buna karşılık sanki bunlardan daha tehlikeli kadın düşmanlarıymışçasına, devrimci akımlara ve işçi örgütlerine saldırmayı tercih etmektedirler. Belki de Lenin’in bahsettiği «demokratik» zulüm budur!
Kuşkusuz yaşadığımız topraklarda feminizmin, 80 darbesinin ardından tasfiyeci bir dalganın eşliğinde ve çoğu geçmişlerini pişmanlıkla hatırlayan eski devrimcilerin üzerinden yayılmasının da bir payı vardır. Belki de bu nedenle, feministler kendilerini kadınların sorunları üzerinden değil, devrimcilerin karşısında konumlanma üzerinden biçimlendirdi. Nitekim, bıyık kesme, sakal bırakma gibi eylem biçimleri icat eden bir partide (ÖDP) buluştukları döneklerle ortak paydaları, «kadın politikası»ndan çok devrimci hareketin tasfiyesi olsa gerekti.
Sonuç olarak yıllar boyu feministlerle devrimciler her 8 Mart’ta bu günün «kadınlar günü» mü, «emekçi kadınlar günü» mü olduğu hakkında sürtüştüler. 8 Mart’ta kadınlarla erkeklerin yan yana yürüyüp yürümeyeceği konusunda çekiştiler. Kadınların erkek egemenliğini içselleştirmiş burjuva diktatörlüğünden kurtulmalarıyla pek az ilgisi olan daha çok devrimci akımları terbiye etmeye dönük kısır tartışmalar yaşandı.
Artık böyle bir gündem kalmamış olduğu anlaşılıyor. Geçmişte ateşli bir biçimde yürütülen bu tartışmaların yerinde yeller esiyor. Böyle bir gerilimin ortadan kalkmış olması ise ne yazık ki hayra alamet değil. Çünkü, gerilimin ortadan kalkmasının asıl nedeni, feministlerin nihayet kendi bağımsız gündemine sahip ve kadınlar içinde kadınların kurtuluşu yolunda ciddi bir çalışma yürüten, ete kemiğe bürünmüş bağımsız bir kadın hareketini yaratmayı başarmış olmaları değil. Oysa böyle bir harekete hala ihtiyaç vardır ve devrimcilerin böyle bir kadın hareketini rakip olarak görmek yahut ikame etmek yerine kışkırtmaları ve teşvik etmeleri söz konusu olur. Ama aksine böyle bir hareket doğmuş değildir. Radikal feministlerin yerini ya şimdi düpedüz burjuva akımları olan hareketler (KADER gibi) almaktadır. Yahut onların boşalttıkları yeri onların söylemlerini ve takılarını takınmış devrimci akımlar doldurmaya çalışmaktadır.
Geçtiğimiz 8 Mart bu tablonun hazin bir sergilenişi oldu. Feministlerin olmadığı ve bağımsız bir eylem de geliştirmedikleri, ama onların yerini onları taklit eden devrimcilerin aldığı bir tablo oluştu.
Bu noktaya varan sürecin dönüm noktalarından biri 1998 8 Martıydı.
Yaşadığımız topraklarda 1998 8 Martında son kez iki 8 Mart eylemi oldu. Bunlardan biri feminist ve reformistler tarafından Abide-i Hürriyet meydanında gerçekleşti. Diğeri Taksim’de devrimcilerle Kürtler tarafından organize edildi. Taksim eylemi, başlangıçta böyle bir ayrışma yaratma hedefi olmasa da, bileşenlerinin sosyal karakteri sayesinde devrimci bir nitelik kazanmıştı.
O dönemeçten sonra bu ayrışmanın 8 Mart’ın tarihçesine uygun olduğunu, devrimcilerin bu izi takip etmesi gerektiğini zaman zaman vurguladık. Zaten bugüne dek üzerinde en fazla durduğumuz noktalardan biri buydu. Zaman zaman Paris Komünü’nde kadınların rolüne dikkat çektik. 8 Mart’ın tarihe geçtiği günden, Bolşeviklerin bu günü hak ettiği noktaya yerleştirmesine varan sürece dikkat çektik.
Bir de, bu günü burjuvazinin nasıl gasp ettiği üzerinde durduk. Bu günün kaybedilmiş bir gün olduğunu, bayram, karnaval havasında kutlanacak bir şeyimizin olmadığını sık sık söyledik. Bu günün renginin kızıllaşması gerektiğini, bunda devrimcilere ciddi bir rol düştüğünü vurguladık. Kutlanacak günlere ulaşmak için önce kaybettiğimizin adını koymak, 8 Mart’larına bu nedenle bir şenlik değil, mücadele ruhuyla anılması gerektiğini belirttik. 1998 8 Mart’ını da bu bakışla önemsedik.
Ancak bunu söyleyenlerin gücünü kelimelerden alması mümkün değildi. Genel güçler dengesi aksi yönde bir kuvveti oluşturuyordu.
Dolayısıyla bu eylemin içeriği sürdürülemedi. Devrimci hareketin önemli bir kısmı başka alanlarda olduğu gibi, reformistlerin zeminine kısa sürede kaydı. Devrimcilerin uçsuz bucaksız kamuoyuna seslenme gayreti; hemen bir sonraki sene soluğu Abide-i Hürriyet’teki eylem biçiminde almalarına neden oldu. Feministlerin propagandasının yarattığı gerilim, feministlerin buharlaşması ve devrimcilerin onların yerine geçmesi ile ortadan kalktı. 8 Mart eylemlerinin «kadın ve erkeklerin ayrı yürüdüğü kortejler»le düzenlenmesi için artık feministlere ihtiyaç kalmamıştı; bu misyonu onların yerine, onlardan öğrenen kimi devrimciler üstlenmekteydi. Giderek feministlerin gözle görülmediği ama genellikle devrimcilerin ağırlıkta olduğu feminist eylemlere dönüştü 8 Mart mitingleri.
Her yıl giderek düşen ilgi ve coşkuyla 8 Mart’a gelinir oldu artık. 8 Mart’lar kerhen gelinen eylemler olarak geçiştiriliyor. Devrimci içeriğinden sıyrılan 8 Martlarda artık kadınların oluşturduğu kortejleri oluşturanlar da, onların ardından belirli bir mesafeyle yürüyen devrimcilerin «karma» kortejleri de, neredeyse sadece devrimciler ve reformistler tarafından oluşturuluyor. Bağımsız bir biçimde kendi eylemini örgütleme fikrinin yerinde ise yeller esiyor.
Bu yıl İstanbul’daki miting bu gelişmenin en hazin bilançosunu sergiledi.
Geçen sene, F Tipi gündemini ayrı ayrı da olsa dile getiren devrimci kortejler, bu yıl kendi gündemlerine dahi sadık kalamamıştı. Mitingin en kalabalık ve canlı korteji «cephe»liler tarafından oluşturulduğu halde bu böyleydi.
Elbette bu duruma mahkum değiliz. Yeter ki hafızamızı diri tutalım, bu günün tarihe kazınmasında rol alan emekçi kadınların yaşamlarında devrimciler yerlerini alırken; bu arayışta olanlarla birlikte hareket etmeyi önlerine koysunlar.
Bu genel havanın etkisi bir yana, benimsediğimiz öncelikler nedeniyle KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak bu 8 Mart için çalışmaya özel bir ağırlık vermedik. Bununla birlikte İstanbul’daki mitingde de yerimizi aldık. Üstelik cılız ve sembolik bir katılım olmadığını hem kendimiz hem de muhataplarımız biraz şaşırarak fark ettik.
Bu da bir kere daha benimsediğimiz önceliklere yoğunlaşmanın aslında devrimci hareketin genel sorunlarına müdahale etme yeteneğini ortadan kaldırmadığını, aksine bunun imkanlarını hazırladığını görmemize ve ödevlerimize daha bir gayretle sarılmamıza yol açıyor.
Kadınların kurtuluşu yolunda zorunlu bir adım olan proleter devrime önderlik edecek partiyi yaratacağız.