[Bu yazı Köz gazetesinin Temmuz 2017 tarihli özel sayısında yayımlanmıştır.]
Komünist Enternasyonal’in İkinci Dünya Kongresi’ndeki en önemli tartışmalardan biri ulusal sorun ve sömürgeler sorunu etrafında geçti. Bu konudaki karar tasarısını hazırlamakla görevli komisyonda Lenin de yer alıyordu ve tartışmaya sunulan taslaklardan biri onundu. Komisyona taslak sunanlardan biri de bir Hintli komünistti: Roy. Komisyonun raporunu kongreye sunarken Lenin, “bu sorun üzerine benim yazdığım tezler, ama daha çok da Roy yoldaşınkiler oldukça canlı tartışmalara yol açtı.” demişti. Roy’un itirazları üzerine Lenin’in taslağında yapılan en önemli değişiklik komünistlerin sömürge ülkelerdeki burjuva demokratik hareketi destekleyip destekleyemeyeceği konusuna ilişkindi. Lenin’in taslağında komünistlerin geri ülkelerde burjuva demokratik hareketleri destekleyebileceği ve desteklemesi gerektiği söylenmekteydi. Roy tam da buna itiraz etmiş ve sömürgelerdeki burjuva demokratik hareketin bir yandan sömürgeci güçlere karşı savaşırken, diğer yandan da komünistlerin önünü kesmeye çalıştığına işaret etmişti. İşte bu itirazlar üzerine Lenin kendi taslağında düzeltme yapmayı kabul etti ve bu değişiklikleri kongreye kendisi bizzat sundu:
“Şöyle itirazlar geldi, eğer burjuva demokratik hareketten söz edersek, reformist hareketle devrimci hareket arasındaki tüm ayrımlar silinecektir. Oysa bugünlerde, sömürge ve geri ülkelerde bu ayrım bütün çıplaklığıyla belirmiştir; zira emperyalist burjuvazi reformist hareketi ezilen halklar arasında yaymak için bütün imkânlarıyla özen göstermektedir. Sömürücü ülkelerin burjuvazisiyle, sömürgelerinki arasında belirli bir yakınlaşma olmuştur. Öyle ki; ezilen ülkelerin burjuvazisi sık sık, hatta çoğunlukla bir yandan ulusal hareketleri desteklerken, bir yandan da emperyalist burjuvaziyle anlaşma halindedir; yani emperyalist burjuvaziyle birlikte devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı savaşmaktadır. Bu komisyonda tartışmasız bir biçimde tanıtlandı ve bu ayrımı göz önünde bulundurarak hemen hemen her yerde burjuva demokratik teriminin yerine ulusal devrimci terimini koymanın tek doğru tutum olacağına kanaat getirdik.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal Belgeleri, s.206)
Lenin’in kullandığı “burjuva demokratik” terimi yerine nihai tezlerde “ulusal devrimci” terimi oy birliği ile benimsenmişti. Aynı tartışma sürecinde ezilen ve sömürülen yığınları emperyalizme karşı silahlı bir ayaklanmaya yöneltmeyen akımların desteklenmemesi gereği vurgulanmış, ulusal kurtuluş mücadelesi içinde yer alan burjuva, küçük burjuva akımların, emperyalizmle işbirliğine gidilmesinde ve proletaryanın sınıf mücadelesinin ikame edilip bastırılmasında belirleyici bir rol oynamaya aday olduklarına dikkat çekilmişti.
Doğrusu burjuva demokratik hareket kavramıyla, ulusal devrimci kavramları arasındaki farkın ne olduğu o zaman da çok net anlaşılmadı, hâlâ bu konuda tam bir zihin açıklığı yoktur. Bu ayrımın neden önemli olduğunu belki de Kuvayi Milliye hareketi önderliğinde kurulmuş olan TC’deki devrimciler bilmek zorundadır. Buna karşılık Hintli komünist Roy’un burjuva demokratik hareketi destekleme konusundaki itirazlarını yükseltirken aklına getirdiği Kuvayi Milliyeciler değil, kendi ülkesinde emperyalizme karşı devrimci bir halk ayaklanmasının önünü kesip İngiliz emperyalizmine karşı başka emperyalistlerden destek alma arayışı içinde olan burjuva demokratik harekettir. Bu hareketin en çok bilinen ve bir bakıma simgeleşmiş olan önderi Mahatma Gandhi’dir.
Asıl adı Mohandas Karamçand olan, ama daha çok yüce ruh anlamına gelen Mahatma lakabıyla tanınan Gandhi hiç kuşkusuz yirminci yüzyılın en çok tanınan siyasi şahsiyetleri arasında gelir. Ama en çok tanınan demek en iyi bilinen anlamına gelmiyor. Gandhi daha çok bir ulusal kurtuluş kahramanı olarak bilinir; Hindistan’ın yüzlerce yıl İngiliz sömürgesi olarak kaldıktan sonra bağımsız bir burjuva devleti haline gelmesinde Gandhi’nin hatırı sayılır bir rolü olduğu da doğrudur. Ama bu rolün Hindistan’ın sömürülen geniş yığınlarının kaderi açısından hayırlı bir rol olduğu doğru değildir.
Aslına bakılırsa, uzun yıllar boyunca Gandhi, İngiliz egemenliğine karşı ulusal mücadelenin önde gelen bir şahsiyeti olmuş, hatta birçok kez tutuklanıp cezaevine girmişse de, bir ulusal kurtuluş savaşçısı olmadığı kesindir. Gandhi aslında Roy’un desteklenmemesi gerekir diye itiraz ettiği sömürgelerdeki burjuva demokratik bağımsızlıkçı hareketlerin en tipik örneğini oluşturur. Bu ayrım unutulduğunda Gandhi’nin Hindistan’ın bağımsızlığına varan süreçte ulusal kurtuluş mücadelesinin körükleyicisi değil, frenleyicisi olduğu da çoğu kez unutulan, gözden kaçırılan bir gerçekliktir. Nitekim bu unutulduğu taktirde neden Gandhi’nin güya baş düşmanı olduğu İngiltere’de bir heykelinin dikildiği de anlaşılmaz hale gelmiştir. Gerçekten de Gandhi belki de düşmanları tarafından heykeli dikilen ilk ve tek “ulusal kurtuluş savaşçısı”dır: Gandhi’nin yüzüncü doğum yıldönümü olan 1969’da İngiltere’de bir heykeli dikilmiştir.
Gandhi’nin politik kişiliğini renklendiren ve en çok bilinen özelliklerinden biri de onun pasif direniş ve açlık grevi eylemleridir. Gandhi hakkında yaratılan burjuva efsanelerin hepsi, İngiliz sömürgeciliğinin Gandhi’nin bu zekice taktik tutumu sayesinde “geriletilmiş” olduğundan söz eder. Oysa Gandhi’nin bu tutumu Batı kamuoyunun sempatisini kazanmaya dönük akıllıca bir taktik olmaktan çok onun din^İ inançlarıyla ilgilidir. Gandhi’nin bağlı olduğu Jaina mezhebi ölüm orucu yoluyla intiharı mübah sayan bir inanışı temsil etmekteydi. Bu inançla Gandhi de birkaç kez açlık grevine başvurmuş, dünya kamuoyunda tanınmasını sağlayan en önemli eylemleri de bu eylemler olmuştu.
Elbette Gandhi İngiliz sömürgeciliğine karşı sadece açlık grevi silahını kullanmış değildi. İngiliz mahkemelerini boykot etme, İngiliz devlet kurumlarında sivil yahut askeri görevleri reddetme gibi sivil itaatsizlik eylemleri de onun hediyeleridir. Bu eylem çizgisi yüz binlerce emekçiyi seferber eden kitlesel ayaklanmaların, silahlı mücadelelerin yürüdüğü Hindistan’daki antiemperyalist mücadeleyi pasifize eden ve kirli bir barışın yoluna sokan başlıca etken olmuştur. Hâlâ da Gandhi’yi anarak yahut hiç akla getirmeksizin emperyalizme ve onun kimi sonuçlarına karşı mücadelelerin böyle bir çizgide yürütülmesinin doğru olduğunu düşünen ve bu tür tutumları geliştirenler az değildir. Oysa bu tutumlar doğrudan doğruya Gandhi’nin mezhebiyle yahut kişiliğiyle ilişkili olan tutumlar değildir. Hatta bunların Gandhi’nin kişisel özelliklerinden ziyade Komünist Manifesto’da tarif edilen burjuva sosyalizmi ile daha yakından ilişkilidir. Burjuva sosyalizmi kapitalizmin kimi olumsuz sonuçlarını törpülemek maksadıyla öne çıkmakla birlikte, esas olarak sermayenin özel ve temel ürünü olan proletaryanın sınıf mücadelesini önlemeye dönük bir akımı ifade etmektedir. Gandhi’nin Hindistan’da ulusal kurtuluş mücadelesine egemen kıldığı çizgi de tas tamam bu ulusal kurtuluş mücadelesinin proletaryanın sınıf mücadelesi yöntemleriyle yürütülmesine engel olmak olarak özetlenebilecek bir çizgidir. Bu nedenle Gandhi bir ulusal kurtuluş savaşçısı olarak değil, bir burjuva demokrat olarak anılmayı daha fazla hak eder. Nitekim başka burjuva demokratları tarafından da bu yönleriyle yüceltilmiştir.
Gandhi’nin mistik kişiliği ve uzlaşmacı siyaset anlayışıyla batı dünyasında yaygın bir ilgi ve sempati yaratmasının sırrı burada yatmaktadır. Nitekim bu sempatiyi paylaşanlardan biri olan Albert Einstein’ın sözleri bunu yansıtmaktadır: “Gandhi’nin düşünen insanlar üzerinde bıraktığı ahlaki etki, kaba gücün gözde çok büyütüldüğü günümüzde göründüğünden çok daha kalıcı olacağa benzer. Kaderin gelecek kuşaklara yol gösteren, böylesine parlak görüşlü bir insanı bize bağışlamasını bir talih saymalı ve şükran duymalıyız.”
Bu sözler Gandhi hakkındaki genel yanılsamaların bir özetini ifade etmektedir.
Öte yandan Gandhi’nin genel olarak kaba kuvvete karşı olduğu da en yaygın yanılgılardan biridir. Gandhi asıl İngiliz sömürgeciliğine karşı, Hindistan’ın ezilen sömürülen yığınlarının kaba kuvvet kullanmasına karşı çıkmıştır ve bu tepkiyi engellemeyi başarmıştır da; heykelinin dikilmesi ve şükran bildirilerinin yayınlanması bundandır.
Halbuki Gandhi, Güney Afrika’da kaldığı süre içinde, oradaki Hintlilerin İngiltere safında Afrikalılara karşı savaşmasına değilse de, gönüllü sağlık birlikleri oluşturmasına öncülük etmiştir. Bu tutum da Komünist Manifesto’daki “insansever, hayırsever burjuva sosyalistleri” tarifine tıpa tıp uymaktadır. Gandhi, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında da Hintlilerin İngiltere saflarında savaşa katılmasını desteklemiş ve buna öncülük etmiştir. Savaş taraftarlığının şiddete karış olmakla yan yana durmasının tuhaflığı açıktır. Aynı politikanın sonuçları, Gandhi’nin ne kadar yurtsever ve milliyetçi olduğu hakkında da bir fikir vermektedir. Gandhi’nin bu politikası sayesinde, bir milyon Hintli Belçika hattında, Afrika’da, Mısır’da İngiltere için savaştı ve yüz binlercesi öldü. Hindistan’daki sömürge ordusunu oluşturan İngiliz askerlerinin sayısı ise, en çok 300 bine ulaşıyordu. Sonra İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Gandhi ve başkanı olduğu Kongre Partisi, savaştan sonra özyönetim hakkı alma koşuluyla İngiltere saflarında yer aldı.
Hindistan’ın bağımsızlığı için mücadele kılıfı altında emperyalizme hizmet eden Gandhi çabalarının mürüvvetini göremeden bir Brahman militanı tarafından öldürüldü. Buna Hindistan’ın ezilen yığınlarından çok İngiltere’nin üzülmesine şaşmamalı. Ama Gandhi’nin öldürülmesi onun ektiği burjuva tohumların meyve vermesine engel olmadı.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından ABD özellikle İngiltere’nin sömürgelerinden arındırılıp bütün emperyalistlerin yağmasına açık bir pazar haline gelmesini istiyordu. Bu çerçevede Hindistan 25 Ağustos 1947’de bağımsız devlet statüsüne kavuştu. Ama, bu bağımsızlık İngiliz emperyalizminin ellerini Hindistan’dan büsbütün çekmesi anlamına gelmedi. İngiltere’nin sömürgesi iken tek bir vali tarafından ve tek bir ülke olarak yönetilen Hindistan, Pakistan ve Seylan (Sri Lanka) ancak bölünmüş olarak “bağımsız”laştılar. Daha sonra Pakistan bir kez daha Pakistan ve Bangladeş olarak bölünecekti. Sri Lanka’nın bölünmesi için gayretler hala sürmektedir. Bu eski İngiliz sömürgelerinin burjuva demokratlarının önderliğinde ne kadar bağımsız hale geldiklerini görebilmek için bir olguyu daha vurgulamak gerekir: burjuva demokratik hareketler eliyle sömürge statüsünden “kurtulan” bu ülkeler pek çok başka benzerleriyle aynı akıbete uğradılar; İngiliz Uluslar Topluluğu’nun (Commonwealth) birer üyesi yapıldılar.
Gandhi’nin tipik bir örneğini oluşturduğu burjuva demokratik ulusal bağımsızlıkçı hareketler ile Komünist Manifesto’da tarif edilen burjuva sosyalizmi arasındaki benzerlik ve bunlarla burjuva demokratik sorunların proleter devrimci yöntemler vasıtasıyla çözülmesi arasındaki uçurum üzerinde ne komünist kimliğini benimseyenler, ne de ulusal devrimci akımlar yeterince durmuş değildir.
Komünist hareketin ve ulusal devrimci akımların Komünist Enternasyonal’in rehberliğinden yoksun olarak evrilmesinin en çarpıcı ifadelerinden biri buradadır.
Nitekim bu derslerin eksikliği günümüzde hâlâ gerek ulusal bağımsızlık hareketlerinin burjuva demokratik bir çizgide yürütülmesinin mümkün olduğunu düşünenlerin yaygınlığıyla, gerekse de burjuva sosyalistlerinin proleter enternasyonalizmini ikame edebileceğine ilişkin yanılsamaların egemenliği ile kendini belli etmektedir.
Komünistlerin ödevi Gandhi’nin temsil ettiği burjuva akımların maskesini düşürüp Komünist Enternasyonal’in temsil ettiği proleter enternasyonalizmini hem ezilen uluslar hem de metropollerin proletaryasının mücadelesinde hakim kılmak için mücadeledir.