21 KOŞULUN BUGÜNKÜ ANLAMI

0

Komintern’e Kabulün Koşullarını Bugün Kim Savunuyor?

Dünya’da Bir Hayalet Dolaşıyor:

Ekim Devrimi

Ekim Devrimi yüz yaşında. Dünyanın dört bir yanında Ekim Devrimi ile ilgili etkinlikler düzenleniyor, yazılar kaleme alınıyor. Bu anmaları düzenleyenlerin çoğu reformist olsa da kendini Ekim Devrimi ile aynı safta görüyorlar. Ekim Devrimi’ni büyük bir zafer olarak kabul ediyorlar. Ekim Devrimi’ni anarken “Ezilenlerin/sömürülenlerin mücadelesi bitmedi. Herkes asalak sınıflara karşı daha kapsamlı, daha şiddetli mücadelelere hazır olsun.” demek istiyorlar. Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümünü ardımızda bırakırken, onu sadece dostları değil aynı zamanda düşmanları da hatırlıyor. Hâkim sınıfların ideologları endişe ile içinden geçtiğimiz siyasal, iktisadi ve toplumsal koşulların giderek daha fazla Ekim Devrimi’nin öncesindeki döneme benzediğini hatırlatıyorlar, ilgilileri önlem almaya çağırıyorlar. Ekim Devrimi’ne yönelik bu ilgi -doksan sekiz yahut doksan dokuzuncu yıl dönümünde gösterilmediğine göre- bir yönüyle burjuva toplumundaki sıfırlı sayıların fetişleştirilmesinden kaynaklanıyor. Ama aynı zamanda Ekim Devrimi’nin ezilenlere verdiği enerjinin gücünü ve burjuva saflarda yarattığı ürküntünün şiddetini gösteriyor.

“Avrupa’da Bir Hayalet Dolaşıyor: Komünizm Hayaleti!” Komünist Parti Manifestosu bu cümle ile başlıyordu. Peki bugün biz “Dünya’da bir hayalet dolaşıyor: Ekim Devrimi’nin hayaleti!” diyebilir miyiz? Manifesto metnini kaleme alan Karl Marks komünizmi hayalete benzetirken, bir yönüyle komünizm fikrinin Avrupa’nın egemen sınıflarında yarattığı ürküntüyü anlatmak istiyordu. 1848 Devrimi’nin arifesinde yani bir devrimci yükseliş döneminde Kabet’ten Blanqui’ye kendini komünizmle ilişkili gören akımların gücü, bugün Ekim Devrimi’nin molozlarından söz ettiğimiz bir dönemde Türkiye’de kendini Ekim Devrimi’nin mirasçısı olarak gören akımların sahip olduğu güçten fazla değildi. Hatta ortada Komünistler Birliği’nin enternasyonalist ufkuna sahip olan tek bir örgüt olmasa bile, her ülkede kendini Marksist-Leninist olarak tanımlayan irili ufaklı onlarca örgüt bulunmaktadır.

Ancak Marks hayaletten bahsederken asıl olarak komünizm fikrinin düşmanları ve dostları nezdindeki soyutluğundan bahsediyordu. Başka bir deyişle Komünist Manifesto’nun yazıldığı dönemde komünizm kavramının siyasi yaşamda giderek daha fazla rol oynayacağı tüm kesimler tarafından sezilirken kimsenin komünizme dair net bir fikri yoktu. Manifesto, bu kafa karışıklığını ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. İşte tam da bu anlamda Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında Ekim Devrimi’nin hayaletinin dünyada dolaştığından söz edilebilir. Emperyalistler arasındaki ilişkilerden, finans kapitalin yaklaşan büyük krizine; özellikle Ortadoğu’da, ama sadece onunla sınırlı olmayan bir şekilde devletler arası ilişkilerde tutmayan dikişlere, büyüyen iç savaşlara ve yaklaşan emperyalist savaş tehdidine bakıldığında Ekim Devrimi’nin güncelliğinin sadece dostları değil aynı zamanda düşmanları tarafından hissedildiği söylenebilir. Ama aynı zamanda Ekim Devrimi’nin “emperyalistler ve burjuvazi için kötü; sömürülenler ve ezilenler içinse iyi” bir şey olduğu net olsa da Ekim Devrimi’nin ne olduğu hakkında müthiş bir kafa karışıklığının hüküm sürdüğünü de söyleyebiliriz..

Soyut bir hayalet kavramından yola çıkan Komünist Manifesto, önce dünya üzerindeki sınıf mücadelelerinin ve bu mücadeleler içinde burjuvalarla proleterlerin mücadelelerin ne anlama geldiğini anlatıyor, sonrasında komünistlerle proleterler arasındaki ilişkiyi tanımlayıp komünistlerin programatik taleplerini sıralıyor, ardından da komünistlerin neden diğer sosyalist akımlardan farklı olduğunu açıklıyordu. En son bölüm ise komünistlerin diğer muhalif akımlara ve taleplerine ilişkin tutumlarını tanımladıktan sonra, hayalet ete kemiğe bürünüyor “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” saptaması ile bitiyordu. Komünist Manifesto, Marks ve Engels adlı iki düşünürün/bilim adamının yahut bireyin eseri olarak görüldüğü takdirde “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” saptamasını bir temenni yahut öngörü olarak algılamak mümkündür. Bu durumda Manifesto’nun soyuttan somuta nasıl ilerlediği, komünizm hayaletini nasıl ete kemiğe büründürdüğü de anlaşılmaz. Oysa söz konusu olan Manifesto, bir parti manifestosudur ve esas olarak bir partinin programına işaret etmektedir. Tam da bu yüzden söz konusu çağrı, hele 1848 Devrimi arefesinde kaleme alındığı düşünülürse, son derece somut bir seferberlik çağrısıdır. Bu şiarla Komünistler Birliği örgütlü olduğu tüm coğrafyalarda işçileri iktidarı almaya çağırıyordu. Komünizm tam da bu nedenle bir hayalet olmanın ötesine geçmişti.

Ekim Devrimi -bugün ona sahip çıkan akımlar maddi ve manevi olarak Komünistler Birliği’ne kıyasla çok daha güçlü olsalar da- ne yazık ki hala bir hayalet olmanın ötesine geçmemiştir. Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında türlü yazı ve etkinliklerle Ekim Devrimi’ni anmış olan akımların çok azı Ekim Devrimi’nin bir iç savaşın ürünü olduğunu, burjuva devlet aygıtını paramparça ettiğini, bugün Ekim Devrimi’nin yolundan gitmek için iç savaşı büyütmek, ordusu, polisi, mahkemesi, parlamentosu, tüm unsurlarıyla devlet aygıtını yıkmak gerektiğini, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmak gerektiğini söylediler. Bu az sayıdaki akımın çok azı ise şu soruyu sordu: “Ekim Devrimi döneminin tek ürünü değil, bir devrimci dalganın parçasıydı. Bu dalganın diğer parçalarından farklı olarak Ekim Devrimi nasıl oldu da başarıya ulaştı?” Bu soruyu Ekim Devrimi’ne bolşevik tipte bir partinin önderlik ettiği doğru yanıtını veren az sayıda akımın daha azı ise böyle bir partinin bugün olmadığını teslim etti. Bunların daha da azı ise böyle bir partinin nasıl yaratılacağına dair bir yanıt verebildi. Ne yazık ki bu yanıtların hiçbiri doğru değildi.

Tam da bu nedenle Ekim Devrimi’ni muzaffer kılan partinin bugün mevcut olmadığı, bu partinin neden gerekli olduğu ve nasıl yaratılacağı konusunda büyük bir kafa karışıklığının hâkim olduğu bir dönemde Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında dillendirilecek “Yeni Ekimlere Hazır Olun!” şiarı bir temenniden öte anlam taşımamaktadır. “Yeni Ekimler Yaratacağız!” şiarını ete kemiğe büründürmek isteyenler öncelikle bugün neden bolşevik tipte bir partinin bulunmadığı sorusunu yanıtlamalı. Sonrasında da böyle bir partinin nasıl yaratılacağını açık seçik tarif etmelidir.

Devrimci Bir Program Her Zaman Gerekli, Hiç Bir Zaman Yeterli Değildir

Yüzüncü yılında Ekim Devrimi’ni anmış olan yüzlerce belki binlerce akımdan söz ediyoruz. Bunun onlarcasının Türkiye’de bulunduğunu biliyoruz. Bu akımların bir kısmının isminde komünist, leninist, bolşevik, devrimci sıfatları yer alıyor. Ezici çoğunluğu ise bu sıfatları kullanmasalar bile kendilerini öyle görüyorlar, hatta daha da ötesinde “Siz leninist değilsiniz” saptamasını bir hakaret olarak kabul ediyorlar. O halde “Türkiye’de devrimci parti yok” demek ne anlama geliyor?

Bu soru daha öncesinde platformumuzun devrimci partiyi inşa stratejisini açıklığa kavuşturduğu “Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin!” broşüründe yanıtlanmıştı. Önderlik boşluğu denince dünya çapında örgütlü leninist bir dünya partisinin eksikliğinin anlaşılması gerektiğini ifade eden broşür sonrasında, böyle bir partinin ulusal seksiyonu olabilecek bir partinin olmadığını da şu şekilde anlatıyordu:

“Devrimci bir enternasyonalin bulunmadığı koşullarda komünist bir partinin ulusal bir seksiyonu olmaya müsait bir partinin belirli bir coğrafyada faaliyet göstermesi elbette mümkündür.

Ancak coğrafyamızda komünist parti adını taşıyan bir dizi örgütlenmeye karşın böyle bir durum söz konusu değildir.

Bu partilerin hiçbiri yaşadığımız coğrafyada devrimci önderlik boşluğunu dolduracak partiler değildir.

Bu hareketlerle ilgili sorun söz konusu akımların parti olacak kadar güçlü olup olmamalarıyla ilgili değildir. Devrimci bir partinin bulunması her zaman, hatta çoğunlukla, sınıf üzerinde bir otoritesi olan, sınıfın dört bir yanına kök salmış bir partinin mevcudiyeti anlamına gelmez. Bu özellikler devrimci bir partinin sınıfın önderliğini kazanma mücadelesinde oportünist akımların alt edilmesi için kazanılması gereken özelliklerdir.

Söz konusu nitelikleri kurulması hedeflenen parti için gerekli ön şartlar arasında sıralamak bir partiyi yaratma mücadelesi ile bir partinin sınıfın önderliğini kazanma mücadelelerini birbirine karıştırmak anlamına gelir.

Devrimci bir parti küçük bir parti de olabilir, sınıf mücadelesinin belirli bir uğrağında bu mücadeleye önderlik edemeyecek bir çapta da olabilir. Önemli olan komünist bir siyasal çizgiyi kararlı bir şekilde uygulayarak çapını geliştirme ve sınıfa önderlik etme becerisini kazanma iddiasıdır. Bu iddianın arkasında durulup durulmadığını, gereklerinin yerine getirilip getirilemediğini ise objektif olarak kimi niteliklerin bulunup bulunmadığına bakarak, yahut önceden masa başında geliştirilmiş kimi standartları kullanarak ölçmek mümkün değildir. Söz konusu sınama ancak siyasal mücadelenin pratiği içerisinde gerçekleşebilir.

O bakımdan şu ya da bu partinin devrimci önderlik boşluğunu doldurup doldurmadığını iddia ederken kullanılması gereken kriter parti olma iddiasını taşıyanların boyu posu değil, bu kesimlerin komünist amaç ve ilkeler çerçevesinde belirlenmiş bir program ve siyasal çizgiye uygun hareket edip etmediğidir.”

Bu tespitler ışığında sıklıkla kullandığımız kimi saptamaların ne anlama geldiği üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Örneğin “Gezi Ayaklanması, Türkiye’de devrimci bir partinin olmadığını gösterdi” demek o sırada Türkiye’de kitleleri Başbakanlığa hücum ettirmenin, yahut tüm kabine üyelerini ve üst düzey bürokratları tutuklamanın mümkün olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Zira Gezi’de bir siyasi krizin patlak verdiği ve siyasi bir ayaklanmanın olduğu aşikar olsa da Gezi’nin yarattığı tahribatla Şubat Devrimi’nin yarattığı tahribat aynı değildi. Dahası Şubat Devrimi sırasında Rusya’da Leninist bir parti mevcuttu ama o da iktidarı hemen alamadı. Gezi Ayaklanması’ndan siyasi krizi büyütecek, bir silahlı ayaklanmaya giden yolu adım adım döşeyecek bir çizgiyi takip ederek faydalanan, böylelikle siyasi kriz derinleşirken gücüne güç katıp kitlelerin önderliğini ele geçiren bir parti bulunmuyordu. Nitekim Gezi’den sonraki süreçte çelişkiler sosyalistlere rağmen keskinleşip devrimci imkânlar yarattı. Ama değerlendirilemeyen bu imkânların sonucunda sosyalistler gücüne güç katmak şöyle dursun kitleler nezdinde itibar kaybetti.

İki nedenden ötürü devrimci bir partiyi her zaman programına bakarak ayırt etmek de mümkün değildir. Zira devrimci siyaset ve devrimci program arasındaki ilişkide program hep sonra gelendir. Önce devrimci siyasal çizgi ortaya çıkar, sonrasında devrimci program bu çizgiyi takip eder. Babeuf’ün ya da Blanki’nin programının Komünist Manifesto’nun mihengine vurulduğu zaman komünizm sınavını geçmesi mümkün değildi ama bir siyasal akım olarak komünizm kendisinin ilk derli toplu programatik ifadesi olan Komünist Manifesto’dan önce mevcuttu. Ekim Devrimi’ne önderlik eden Bolşeviklerin partisinin programı, karşı devrimci safta yer alan Menşeviklerin partisi ile aynı idi. Bolşevikler Plehanov’un programını 1919 yılındaki kongrelerinde değiştirdiler. Ama bugünden baktığımızda eksik ve yanlış bir dizi saptama içeren programları Bolşevikleri devrimci bir çizgiden alıkoymadı. Tersine Bolşevikler takipçisi oldukları devrimci çizgi nedeniyle köhnemiş RSDİP programından kurtuldular. Benzer şekilde sırf programatik metinlere, yani mahkemedeki savunmalara yahut sonrasında kaleme alınan Türkiye Devrimi’nin Yolu broşürüne bakıldığında THKO ile TİP arasında ciddi bir fark görmek mümkün değildir. Türkiye Solu’nda İbrahim Kaypakkaya’nın ayrı bir yeri vardır saptaması yapanlar siyasi bir kargaşanın ve kopuşun yaşandığı dönemlerde devrimciliği programatik metinler üzerinden ölçme yanılgısı nedeniyle Denizleri ve Mahirleri kemalist ilan etmektedir. Halbuki THKO’dan TKP/ML’ye uzanan çizgi bir süreklilik içerir. Program sonra gelmiş, İbrahim Kaypakkaya reformizmden en son kopan olmanın avantajı ile 71 kopuşunun devrimci programatik çerçevesini –eksik ve yanlışlarla da olsa- çizmiştir. Lenin’in devrimci bir partinin inşası kaygısıyla kaleme aldığı Ne Yapmalı’da yaptığı “Herhangi bir örgütün niteliğini doğal ve kaçınılmaz olarak belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir.” saptaması da bu çerçevede anlam kazanır.

Bununla birlikte programın eksik de olsa bir ölçüt olduğu da doğrudur. Komünist Manifesto yazıldıktan sonra Manifesto’nun gerisinde bir programa sahip bir partiyi komünist kabul etmek mümkün değildir. 1919’dan sonra Plehanov’un programına sahip bir partinin de programına bakarak komünist olmayan bir çizgide hareket ettiğini teşhis etmek mümkündür. Platformumuzun siyaset sahnesine çıktığında yayımladığı Amaç, İlke ve Öncelikler metninin sonunda üç adet ek yer alıyor. Bu eklerden iki tanesi, “Komünist Enternasyonal’in Platformu” ve “TKP Programı’nın İlke ve Esaslar Kısmı” tam da bu kaygıyla bir referans olarak kabul edilmişti. Bugün söz konusu iki metnin gerisinde bir programa sahip bir hareketi komünist olarak kabul etmek mümkün değil.

Sadece bu ön kabul bile, devrimci iddialarda bulunan akımlara dair tabloyu hayli sadeleştirmektedir. Ancak broşürden yaptığımız alıntıda da ifade edildiği gibi Komünist Enternasyonal’in programını şeklen kabul etmiş bir dizi akım mevcuttur. Program yetersiz bir ölçüttür; zira teoride devrimcilerle her konuda anlaşan ama pratikte sürekli koşulların devrimci eyleme geçmeye izin vermediğini savunan oportünistlerin maskesini tek başına programla düşürmek imkânsızdır. Oportünistlerin devrimci eylemden uzak durduğunu göstermek, onların eyleminin muhtevası ile Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresindeki esaslar arasındaki karşıtlığı yalın bir şekilde sergilemek için bir başka kriter gereklidir. Platformumuzun referanslar arasında gösterdiği 21 Koşul bu amaca hizmet etmektedir.

21 Koşul Oportünist ve Merkezci Akımları Teşhis Etmek İçin Üretilmişti

Aslına bakılırsa Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde Bolşevikler tam da sözünü ettiğimiz sorunla yüz yüze kaldılar. 1919 yılında Enternasyonal kurulurken “Kim Komünist Kim Değil?” sorusu somut bir sorun olarak belirmemişti. İç savaş sırasında, Sovyet Devrimi’nin günlerinin sayılı olduğu düşünülürken, Bolşeviklerin içinden dahi İkinci Enternasyonal’le tüm köprüleri atmaya itirazlar yükselirken, komünizmin cazip bir akım olduğunu söylemek mümkün değildi. Dahası söz konusu koşullar altında yeni bir enternasyonal kurmaya cesaret etmenin kendisi komünist olan ile olmayanı ayrıştırıcı bir kriterdi. Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresi’ne en fazla delege ile katılan Alman Komünist Partisi’nin Komünist Enternasyonal’in kurulması oylamasında çekimser kaldığını burada bir kez daha anımsamak gerekir.

Gelgelelim, bir yıl sonra 21 Koşul’un başında da ifade edildiği üzere Komünist Enternasyonal moda olmuştu. Sovyet Devrimi’nin görünenden güçlü çıktığı, Sosyal Demokrasi’nin ihanetinin savaşla sınırlı olmadığı anlaşıldığı oranda ikinci enternasyonal ve çevresindeki akımlarda kopuşlar güç kazanmış, muhtelif sosyalist örgütler Komünist Enternasyonal’e girmek için başvuruda bulunmuştu. Üstelik tüm bu akımlar Komünist Enternasyonal’i devrimci bir örgüt olarak selamlıyor, teoride tüm noktalarda Komünist Enternasyonal ile anlaştığını ifade ediyorlardı. Bu partilerin en önemlisi SPD’den kopan ve Spartakistler Birliği’nin birkaç katı bir cüsseye sahip olan Birleşik Sosyal Demokrat Parti (USPD) idi. 1920 USPD’nin 750 bin üyesi vardı, Rus Komünist Partisi’nin 1919 yılındaki üye sayısı 340 bin civarındaydı. Alman Komünist Partisi’nin oyları ise on binlerle ifade ediliyordu. Komünist Enternasyonal’in kongresinden birkaç ay önce gerçekleşen seçimlerde USPD, Almanya genelinde yüzde 17,9’unu (5 milyon oy) alarak ikinci parti olmuş, mecliste 84 sandalye kazanmıştı. Birinci SPD’nin oy oranı ise 21,7’ydi. Alman Komünist Partisi ise oyların ancak yüzde 2,1’ini (589 bin oy) alarak 4 milletvekili çıkarmıştı. Gelgelelim, USPD’nin üyelerinin önemli bir kısmı Ekim Devrimi’ne eleştirel hatta düşmanca yaklaşıyordu. İkinci Kongre sırasında Kautski ve Hilferding USPD üyesiydiler. Parti içindeki çoğunluk Komünist Enternasyonal’e katılmak gerektiğini savunsa da yarıya yakın bir azınlık mesafeli bir ilişkiden yanaydı. USPD’nin İkinci Enternasyonal ve Üçüncü Enternasyonal arasında yalpalayan tutumu ve kendi üyelerinin konuya dair parçalanmışlığı nedeniyle USPD merkezci olarak tanımlanıyordu.

Merkezci partiler USPD ile sınırlı değildi. 1919 seçimlerinden oyların 32,3’ünü alarak birinci parti olarak çıkan İtalyan Sosyalist Partisi (PSI) Komünist Enternasyonal’e, üstelik USPD’den farklı olarak istişari oyla değil, delege oyuyla katılıyordu. PSI kongreye Rus Komünist Partisi ile aynı sayıda –on- delege ile katılıyordu. Fransa’nın en büyük üçüncü partisi olan Fransız Sosyalist Partisi de Komintern’e üyelik başvurusunda bulunmuştu. İngiltere’de parlamentoya dört vekil sokacak kadar güçlü olan Bağımsız İşçi Partisi, İsviçre’nin büyük partilerinden Sosyal Demokrat Parti de Enternasyonal Kongresi’ne müzakere yürütmek amacıyla istişari oyla katılmıştı.

O halde çiçeği burnunda Komünist Enternasyonal’in önündeki temel sorun ayıklamaya dair bir sorundu. İkinci Enternasyonal’de barınamayıp kendine yeni bir uluslararası platformda yer arayan, hiçbir zaman ilkelere dayalı bir siyasal mücadele yürütmediği için Komünist Enternasyonal’in ilkelerini sorun etmeyen ve onunla müzakere etmeye çalışan bu akımların içindeki enternasyonalist devrimcilerle, yıllanmış oportünistleri nasıl ayırt etmeliydi? Somut olarak ele alındığında Komünist Enternasyonal’e Katılmanın 21 Koşulu bu sorunu çözmek için geliştirilmiş bir formüldü. 21 koşulun bir dizi maddesine bakıldığı zaman bu somut sorunun izlerini bulmak zor değildir.

Örneğin yedinci koşulda kimlerin oportünist olduğu isim isim verilmekte, bu kesimlerin hiçbir koşul altında Komünist Enternasyonal üyesi olamayacağı ifade edilmektedir. Komünistlerin kişilerle değil örgütlerle ilgilendiği hatırlandığında Turati’den başlayıp Kautski’ye uzanan bu liste yadırgatıcı olabilir. Ancak söz konusu listede sıralanan isimler Enternasyonal’e üye olmak isteyen, yahut üyesi bulunan partilerin üyesi olmakla kalmıyor, ayrıca bu hareketin içinde adı konmamış, kendini netleştirmemiş eğilimleri temsil ediyorlardı. Bilindiği üzere oportünizmin tipik özelliklerinden biri kendini net bir şekilde tanımlamaması, görüşlerini tanımlanmış bir politik kimlikle ortaya koymamasıdır. 21 Koşulun yazıldığı sırada Avrupalı sempatizan yahut üye partiler için de aynı durum söz konusu idi. Oportünistlerin isimlerinin tek tek yazılması, bu vesile ile oportünistleri bir tutum takınmaya, hatta kendilerini bir eğilim olarak tanımlamaya zorlamak istiyordu. Benzer şekilde ikinci koşulda reformist merkezcilerin parti yayın organlarından uzaklaştırılması talebi aslında Hilferding’in Berlin bölgesinde parti adına Freiheit gazetesini engelleme amacını taşımaktaydı.

Komünist Enternasyonal sadece reformist, merkezci, sağcı, şoven unsurlardan ayıklanmayı değil aynı zamanda sol oportünist tutumlarla da hesaplaşmayı da amaçlıyordu. Kooperatif ve sendikalarda çalışmaya ilişkin dokuzuncu madde her türlü uzlaşmayı olduğu kadar kitleler içinde çalışmayı reddeden sol oportünizmle ayrışmak için konmuştu. Zaten Lenin de Komünist Enternasyonal’in kongresinden birkaç ay önce Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabını kaleme almıştı.

Yine 19-21 arasındaki maddeler esas olarak söz konusu merkezci örgütlenmeleri oportünistlerle bir bütün olarak Komünist Enternasyonal bünyesine almaktan ziyade, bir parti kongresinde bu hareketleri bölerek devrimci kanatta yer alanları enternasyonal bünyesine katma amacını taşımaktaydı. Doğrusu bu amacında başarılı oldu da: Söz konusu hareketlerin hepsi İkinci Kongre’nin ardından bir ayrışma sürecinin içine girdi. Komünist Enternasyonal 21 Koşul ve ona eşlik eden bolşevikleştirme harekatıyla birlikte söz konusu merkezci akımlar parçalandılar. Alman, Fransız ve İtalyan sosyalistlerinin çoğunluk kanadı, İsviçre sosyal demokrat partisinin azınlık kanadı daha önceden kurulmuş komünist partilere katıldılar. 21 Koşul, programatik düzeyde teşhis edilmesi/belirginleşmesi zaman alacak ayrılıkları ortaya koymak için partilerin eyleminin içeriğine bakan kıstaslar tanımlamıştı. Bu kıstaslardan yola çıkarak oportünist kesimleri Komintern’in dışında tuttu aynı zamanda da Komintern’in içinde bir temizlik yapmayı mümkün kıldı.

O halde devrimci bir partinin olup olmadığını anlamak için başvurmak gerekli olan bir numaralı kriter program değil, söz konusu partinin eyleminin içeriği olmalı. Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında Komünist Enternasyonal’in oportünist ve merkezci akımları teşhis etmek için ortaya koyduğu kriterler bugün için de geçerli. Yaşadığımız topraklarda hiçbir akım bu kriterlerin gereklerini yerine getiremediği için devrimci bir partiden söz etmek mümkün değildir.

Referans Tartışmaları Eski-Yeni Tartışması Olarak Yürümez

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında kutlayanların ezici çoğunluğu elbette oportünist ve merkezcileri 21 Koşul’la ayırt etmeye, bu koşulları yerine getirecek devrimci bir parti yaratmaya itiraz edeceklerdir. İtiraz gerekçelerinin başında bu koşulların eskimiş olduğu gelecektir. Aynı kesimlerin zaten oportünist, merkezci gibi kavramların kullanılmasına da itiraz ettiğini biliyoruz. Sadece bu kavramlara da değil proletarya diktatörlüğü, sınıf mücadelesi, Kürt ulusu gibi kavramlara da itiraz ettiklerini biliyoruz.

Her nedense aynı kesimler kökeni Eski Yunan’a dayanmasına karşın demokrasi kavramından yahut burjuva toplumunun doğuşu ile geçer akçe olmuş eşitlik kavramından hiç rahatsızlık duymamaktadırlar. Aynı şekilde Komintern’i bir referans olarak köhnemiş bulanların bir elli yıl öncesine gidip Marks’a, Marks’ın eskidiğini düşünenlerin ise daha da gerilere gidip Adam Smith, Kant, Mill gibi burjuva düşünürlere sığınmaları bir başka çelişkidir.

İdeolojiler boşlukta ortaya çıkmazlar. Belli kurumların içinde, belli tarihsel fikir ve düşüncelere bağlanırlar yahut onları reddederler. Benzer bir durum burjuva ideolojisi için de geçerlidir. Burjuvazi kendisinden önceki sınıflı toplumlardaki devlet aygıtını yetkinleştirmiştir. Ancak bunu devrimci bir yolla, önceki sınıflı toplumların mirasını toptan reddederek değil bu mirasın en gerici ve köklü birikiminden faydalanarak sağlar. Örneğin bugünkü burjuva toplumlarda krallığın varlığını kapitalizm öncesinin bir kalıntısı olarak görmemek gerekir. Burjuvazi krallığa kendi gerici iktidarını ancak daha önceki sınıflı toplumların gerici iktidarından beslenmeye ihtiyaç duyduğu için gerek duyar. Benzer bir durum burjuva ideolojisi için de geçerlidir. Burjuvazi kendi suretinde yarattığı dünyayı mümkün olan dünyaların en iyisi ve değişmezi olarak göstermek için daha önceki tüm gerici düşüncelerden beslenmek, kendi sınıf ideolojisini insanlık tarihinin bütün birikimi olarak sunmak zorundadır. Bunun için burjuvazi ortaçağın üniversitelerini tasfiye etmez. Eflatun’dan başlayarak tüm düşünce dünyası ile kendi ideolojisi arasında kopmaz bağlar kurar. Aynı zamanda kendi ideologlarını yetiştirirken bu eski çağ düşünürlerinin köklü bir eğitimini verir.

Buna karşılık sol içindeki revizyonist yenilik meraklıları, proletaryanın devrimci mücadelesinin Fransız Devrimi’nden Ekim Devrimi’ne kadar geçen yüz otuz yıllık birikiminin ürünü olan proletarya diktatörlüğü, merkezcilik, oportünizm gibi kavramların hepsini terk ederek silahsız bırakmak istemektedirler. Sınıf mücadelesinin deneyimlerine binaen üretilmiş bu kavramlardan vazgeçmenin, bu kavramlardan vazgeçenleri tekrardan burjuva ideolojisine, onun kavram ve varsayımlarına döndüreceği açıktır. Aslına bakılırsa Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında sınıf mücadelesinin iki yüz otuz yıllık değil yüz otuz yıllık deneyiminden söz ediyor olmamız bu durumla ilgilidir. Komünist Enternasyonal’in tasfiyesine paralel olarak ilerleyen Ekim Devrimi’nin yenilgisi geride bıraktığımız yüz yıllık devrimci mücadeleden şu ya da bu dersin çıkarılmasını engellemiştir. Her seferinde burjuva hümanizmi, burjuva demokrasisi ya da burjuva kalkınmacılığı yüceltilmiştir. İkinci Paylaşım Savaşı’nda faşizme karşı verilen mücadele burjuva demokrasisinin cilalanmasına hizmet etmiş, Küba’dan Angola’ya gerillacı akımlar devleti yücelterek ulusal kalkınmacılığa teslim olmuştur. Bugün Kürdistan’daki devrimci mücadele ise devletlere karşı olmayı devletlerin yıkılmasına karşı olmaya çeviren Bookchin’in liberal anarşizmini rehber edinmiştir. Proletarya diktatörlüğünü eskimiş, köhnemiş bir devlet aygıtı olarak görenler Rojava’daki kantonların Esad’ın BAAS diktatörlüğüne entegre olmasında beis görmemektedirler.

Tüm bunların ötesinde referansın “eskisi” makbuldür. Zira ilkeler ve kıstaslar birden fazla somut duruma uygulanabilir olduğu zaman anlam kazanırlar. Her durum değişikliğinde yeni ilkelere ve ölçütlere başvurmak günü kurtarmanın, çalınan minareye kılıf uydurmanın, oportünizmin öbür adıdır. Nitekim oportünizmin Osmanlıca karşılığının da eyyamcılık olması tesadüf değildir. O halde bir referans ne kadar uzun süre ayakta kalabiliyorsa, ne kadar uzun bir dönem boyunca tarihsel gelişmeleri açıklıyorsa o kadar güçlü demektir. Bu bakımdan Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde belirlenen perspektiflerin üzerinden yüz yıla yakın zaman geçmesi kendi başına bu tezlerin güçsüzlüğüne değil gücüne kanıt olur. Tersinden bu perspektifleri sırf eskidi diye değiştirme modası yenilgi psikolojisinin, güçsüzlüğünü ifade edip sınıf düşmanına teslim olma arzusunun ürünüdür.

21 Koşul’un ele aldığı sorunlara bakıldığında bu teslimiyetçi ruh hali daha da açığa çıkar. 21 Koşul proletarya devrimi ve sovyet iktidarı ile başlıyor. Bugün Rojava Devrimi’nin sorunları, kantonların geleceği farklı bir konuyla mı ilgilidir? Her yıl 1 Eylül Barış gününün politik eylemlerle kutlandığı, hendek savaşlarının yaşandığı, kalekolların kurulduğu bir ülkede sosyal yurtseverlik/sosyal pasifizm konusu geçmişe ait bir mesele midir? Kürtlerin egemen olma ihtimaline diş bileyen bir ulus devletinin sınırları altında mücadele edenler ilhaklar/sömürgeler sorununu tarihi akademik bir konu olarak düşünebilir mi? Bir yandan yasal partilerin cirit attığı, diğer yandan tutuklama dalgalarının yaşandığı, cumhurbaşkanı ve devlet büyüklerimize hakaret diye bir suçun icat edildiği bir ülkede siyaset legalite-illegalite ilişkisini ele almadan yapılabilir mi? 21 Koşul’da bu konulara dair esaslardan hangisi doğru ve devrimci bir siyaset hattına işaret etmemektedir? Bu sorulara yanıt vermeden eski başvuru kaynaklarını terk edelim diyenler besbelli ki bu konularda burjuvazinin ve ideologlarının ürettiği yanıtlara teslim olmak isteyenlerdir.

21 Koşul’un bir referans olarak kullanılmasına yöneltilecek görece rafine bir itiraz daha vardır. Akıl yürütme şöyledir: Madem 21 Koşul ikinci kongrede kimi somut akımları, eğilimleri Komünist Enternasyonal’in dışında tutmak için üretilmiştir o halde bu denli somut adımları genelleştirmek, oportünizme karşı genel bir mücadele silahına dönüştürmek yöntemsel olarak hatalıdır. Turattiler, Kautskiler, McDonald’lar bugün yaşamadıklarına göre onlara ilişkin tezleri genellemenin bir anlamı yoktur. Bu eleştiri Babeuf’ten bu yana komünist siyasi hareketin ilkeleri, esasları, ölçütleri sınıf mücadelesinin pratiği içinde şekillendiğini ıskalamaktadır. Babeuf’ün Eşitler Manifestosu Fransız Devrimi’nin somut sorunlarına getirilen devrimci çözümlerdi, Komünist Manifesto’nun ikinci bölümü İtalyan milliyetçisi Mazzini’nin komünistlere yönelik suçlamalarına somut yanıtlardır. Fransa’da İç Savaş Paris Komünü’nün somut analizidir. Ne Yapmalı Lenin’in Raboçaya Mysıl ve Raboçaya Dyelo ile yaptığı polemiklerdir. Komünist Enternasyonal’in ilk Dört Kongresi de Ekim Devrimi’nin, onu takip eden içsavaşın bu devrimin Avrupa ve Asya’ya yayılırken karşılaştığı somut sorunlara verilen yanıtlardır. Bu somut değerlendirmelerin hiçbiri genel değerlendirme olsun, bilimsel bir teori, evrensel bir referans üretilsin diye kaleme alınmış değildir. Bu değerlendirmeleri genel ve kalıcı kılan şey, bu değerlendirmeleri yapmaya fırsat veren deneyimlerin dünya-tarihsel büyüklüğü ve önemidir.

Sol Komünizm adlı eserinde Lenin Bolşeviklerin örgütlenmeye ve siyasal mücadeleye ilişkin tarzlarının neden tüm dünya komünistlerine yol göstermesi gerektiğini anlatırken Ekim Devrimi örneğine başvurmakta, Ekim Devrimi’nin genel ve birçok ikinci özelliği ile dünya devrimlerinin nasıl gerçekleşeceğine ve zafere ulaşacağına dair bilgi verdiğini ifade etmektedir.

“Rusya’da proletaryanın iktidarı ele geçirmesini izleyen ilk aylarda (25 Ekim 1917), bu geri ülke ile Batı Avrupa’nın ilerlemiş ülkeleri arasındaki çok büyük farklardan dolayı, Batı Avrupa ülkelerinde proleter devrimi, bizimkine pek az benzeyecek gibi görünüyordu. Bugün artık önemli bir uluslararası deneyime sahip bulunmaktayız; bu deneyim, bize açıkça göstermektedir ki, bizim devrimimizin bazı temel çizgilerinin, yerel değil, özellikle ulusal değil, yalnızca Rusya’ya özgü değil, uluslararası nitelikte bir önemi vardır. Ve ben, burada, sözcüğün geniş anlamıyla uluslararası öneminden söz etmiyorum: bütün ülkeleri etkilemesi anlamında uluslararası önemi olan, devrimimizin yalnızca bazı özellikleri değil, devrimimizin bütün temel özellikleri ve üstelik birçok ikincil özellikleridir. Uluslararası önemini, ülkemizde olup bitenlerin uluslararası bir ölçekte, uluslararası geçerliği ya da bir yinelenmesinin tarihsel kaçınılmazlığı anlamında alarak, sözcüğün en dar anlamıyla bundan söz ediyorum. Devrimimizin bazı temel özelliklerinin bu önemi taşıdığını kabul etmek gerekir.”

Ama Lenin bir paragraf sonra Ekim Devrimi’nin sonrasında gerçekleşecek daha büyük bir devrimle birlikte Ekim Devrimi’nin aşılacağını da ifade etmektedir.

“Kuşkusuz bu gerçeği abartmak, bunu devrimimizin belli temel çizgilerinden ötelere yaymak büyük yanılgı olur. Aynı şekilde, proleter devrimin ileri ülkelerin en azından birimde zaferinden hemen sonra, pek olasıdır ki, durumda meydana gelecek ani bir değişiklik sonucunda Rusya, örnek bir ülke olmaktan çıkacak, (sovyet ve sosyalist anlamda) bir kez daha geri bir ülke durumuna gelecektir.”

Lenin’in Ekim Devrimi’ne ve Bolşevikler’in çalışma tarzına ilişkin yaptığı bu saptamalar aslında eski-yeni tartışmasına da son noktayı koymaktadır. Sınıf mücadelesinin her deneyimi yeni referanslar üretmeyi gerektirmez. Bir deneyimin yeni bir deneyim olabilmesi için sonuçları ve başarısı itibari ile öncekileri aşan bir nitelikte olması gerekir. Kuşkusuz Ekim Devrimi dünya-tarihsel sarsıntıların tek örneği değildi. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında gerçekleşen devrim dalgasına bakıldığı zaman en yaygın kapsama sahip olan devrim dalgası da değildi. Ancak Ekim Devrimi sovyet iktidarını muzaffer kılan biricik devrimdi. Ayrıca Ekim Devrimi’nin derslerini çıkarabilecek bir parti mevcuttu. Bugün referans diye tanımladığımız dersler bu parti tarafından çıkarılmıştı. Ekim Devrimi’nin sonrasında yaşanan altüst oluşlar bir proleter devrimle sonuçlanmadı. Dahası bu başarısızlığın nedeni bu devrimlere önderlik ederken onların derslerini çıkaracak komünist bir partinin bulunmayışı idi. Tam da bu nedenle Çin, Küba, Nikaragua devrimlerinin derslerini bu devrimlerin zaferle sonuçlandığını iddia eden örgütlerin değerlendirmelerine bağlı kalarak çıkarmak komünist siyaseti köhnemiş ve sınırlı bir burjuva radikalizmiyle değiştirmek anlamına gelir.

21 Koşul’a geldiğimizde, karşımızda bir devrimin hemen sonrasında gerçekleşen dünya tarihsel çapta bir gelişmenin olduğunu görürüz. Devrimin etkisiyle devrimci bir partinin saflarına katılmak isteyen yüzbinlerce üyesi olan partilerin içindeki oportünist unsurları teşhis edip ayıklamaya dönük bir kıstaslar dizisi çıkar karşımıza. 21 Koşul’un kaleme alınmasından iki sene sonra Komintern’in tasfiyesi ile bu ayıklamayı yapabilecek bir parti ortadan kalktığı için oportünistleri teşhis etmek için 21 Koşul’u aşan bir referans üretmek mümkün olmamıştır.

 

 

21 Koşul’a Uyan Var Mı?

“Türkiye’de 21 Koşul’un gereklerini yerine getiren bir parti yok. En acil görev böyle bir partiyi yaratmaktır” saptamaları sınanmaya, çürütülmeye açık bir iddiaya işaret eder. Aksini iddia edenler 21 Koşul’a uyan bir partinin veya bir örgütün bulunduğunu gösterebilirler. Yahut bu koşulların Türkiye’nin siyasal gündeminde hiçbir önem taşımadığını gösterebilirler.

Bugün için sadece Türkiye”nin değil Ortadoğu’nun emekçi halkları açısından en yakıcı gündemi oluşturan savaş meselesinden başlayalım. Altıncı tez “Komünist harekete katılmak isteyen her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, iki yüzlü ve sahte sosyal pasifizmi de teşhir etmekle yükümlüdür; kapitalizmin devrimci yoldan yıkılmadıkça, ne uluslararası hakem mahkemelerinin, ne silahlarının sınırlanmasına ilişkin tartışmaların, ne de Milletler Cemiyeti’nin demokratik tarzda düzeltilmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları önleyemeyeceğini işçilere sistemli biçimde anlatılmalıdır.” diyor. Türkiye’deki sol akımlar ne yapıyor peki? Sosyal-pasifizmden, egemen devletlerin yıkılmadığı bir statükoyu koruyarak barış çağrısı yapmanın dışına çıkan var mı? Somutlarsak, kim Suriye’deki iç savaşın bitmesi için Esad diktatörlüğünün devrilmesi gereklidir diyor? Başta Amerika olmak üzere emperyalist devletlerin Erdoğan’ı Lahey’de yargılama tehdidiyle hizaya getirdiğini söyleyen sol mu burjuva diktatörlüklerinin saldırganlıklarının uluslararası mahkemelerle frenlenemeyeceğine inanıyor? Solun Ortadoğu’da komşularımızla iyi geçinelim, emperyalist saldırganlık son bulsun çizgisi düpedüz Komünist Enternasyonal tarafından mahkûm edilen çizgidir.

Savaşın Türkiye’deki emekçileri ilgilendiren daha önemli boyutuna gelelim. Türkiye’de 2015’ten beri Kürdistan merkezli bir iç savaş yaşanıyor. Hendek savaşları boyunca “hendekler çözüm değil”, “hendekler siyaset alanını daraltıyor” diyerek barış ve uzlaşma çağrısı yapanlar sosyal-pasifist değil de nedir? TAK’ın askerlere, polislere sivillere yönelik eylemlerini kınama yarışına girenler başka hangi kategoriye girer? Çözüm sürecinden bir barışın çıkabileceği, Türk devletinin içeride Kürtlere karşı saldırgan politikalarının son bulacağı hayalini yayanlar sosyal-pasifist değil midir? Her fırsatta barış bloku kuranları, ajitasyon ve propaganda yasağı olan Barış Günü mitinglerine beyaz bayraklarla katılanları, “Barış Hemen Şimdi!” sloganlarını atanları başka bir kategoride değerlendirmek mümkün müdür?

21 Koşul’un sekizinci koşulunda “sömürge sahibi olan veya başka ulusları ezen ülkelerdeki partilerin sömürgeler ve ezilen milliyetler sorununda özellikle belirgin ve açık bir eylem çizgisine sahip olması gerektiği” ifade ediliyor. Türk devletinin Diyarbakır’daki askeri-bürokratik varlığının son bulması gerektiğini savunan bir akım var mıdır? Programın yetersiz olduğunu söyledik ama programında Kürt ulusunun kendi devletini kurma hakkının kayıtsız şartsız tanınacağını ifade eden kaç parti vardır? Ya da tersinden sorarsak, bağımsız Kürdistan diye bir hedefi olmayan, özerklik için mücadele eden PKK’yi Kürt özgürlük hareketi ya da Kürt ulusal hareketi olarak tanımlamayan kaç akım vardır?

10 Kasım’da Atatürk’ü saygıyla ananları, Türkiye’de karşı-devrimin 1946’da başladığını savunan THKP geleneğini bir tarafa bırakalım. 30 Ağustos’u anti-emperyalist bir gün olarak ananları, 29 Ekim’i sınırlı da olsa ileri doğru atılmış bir adım olarak takdir edenleri de bir an için unutalım. Kürtlerin boynuna ulus-devlet ilmeğinin geçirilmesindeki ilk hamle olan 1920 Meclisi’ni ilerici ve anti-emperyalist bir meclis, Kürtleri inkar eden 1921 Anayasası’nı nispeten ileri bir anayasa olarak görmeyen var mıdır?

Daha da beteri solun geniş kesimlerinin Kürtlerin kurtuluş mücadelesine destek sunmak adına emperyalistlerin piyadeliğini üstlenmeleridir. Rakka’nın IŞİD’in elinden alınmasının, Rakka’nın bulunduğu konum itibariyle Kürdistan’ın bağımsızlığı ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle bir bağımsızlıktan söz eden bir hareket bulunmadığı gibi, söz konusu operasyonlar ABD’nin, bölgedeki elini güçlendirmeye hizmet etmektedir.

21 Koşul’da ordu içinde sistemli bir bozguncu çalışma yürütmenin gereğinden söz ediliyor. Ama Türkiye solunun gerillacı gelenekten gelen akımları Türk ordusuna karşı alternatif bir ordu oluşturma perspektifi ile hareket ettikleri için, kalan kısmı ise Türk ordusuna dokunmayı aklından bile geçirmediği için ordu içinde bozguncu çalışma geleneği yoktur. Bugün kimsenin gerillacılık yapmaya mecali olmadığı için herkes “askere gitme kardeş kanı dökme” sloganı ile vicdani retçi hareketlerin kuyruğuna takılmaktadır. Ordu içinde bozguncu bir çalışma yürütmek, orduya siyaset sokmakla mümkün olur. Türkiye’de ise ordu, Türkiye solundan bağımsız olarak, iktidar bloğundaki çatışmaların sonucunda politikleşiyor. Ordu içindeki sabotajlar cemaatçi subaylar tarafından gerçekleştiriliyor. Buna karşılık sol, önce Mısır’daki Sisi darbesinin, sonrasında 15 Temmuz girişiminin ardından “darbeye karşıyız” diyerek sokaklara çıkıyor, ordunun siyaset dışında kalabileceği yanılsamasını yayıyor.

21 Koşul “proletarya diktatörlüğünün propagandası”nın, “her emekçinin, kadın işçinin, askerin ve köylünün… gündelik hayatın olgularından proletarya diktatörlüğünün zorunlu olduğu sonucuna varmasını sağlayacak şekilde yapılması”nı şart koşuyor. Türkiye’nin yanı başında Rojava Devrimi gerçekleşiyor, kanton iktidarları kuruluyor. Rojava söz konusu olunca devrim sözcüğünü çok önemli olay, değişim anlamında kullanan sol, geçelim askerlere ve köylülere Rojava Devrimi’nin önemini anlatmayı Rojava’da neden bir devrimin yaşandığını kendisi dahi anlayabilmiş değil. Rojava’da egemenliğin el değiştirdiği tespitini yapamıyor. YPG’nin denetimi altındaki bölgelerin Suriye Devleti’ne bağlanması tartışılırken, Rojava Devrimi’nin ayakta kalması için tüm iktidarın kantonlarda toplanmasının zorunlu olduğunu ifade edemiyor. Bugün için devrimin zaferi ile proletarya diktatörlüğü arasında bir ilişkiyi kuran yok gibidir.

Geçelim proletarya diktatörlüğünü Türkiye’nin yeni bir anayasaya kavuşması için dahi Erdoğan’ın devrilmesi gerektiğini söyleyen bir akım yoktur. Elbette genel geçer bir devrim söylemi tutturmuş akımlar mevcuttur ama bunlar da Erdoğan’ın gitmesi için bir devrimin gerekli olduğunu ifade edememektedir. 16 Nisan referandumu sırasında solun halk savaşını savunanı da, anarşist olanı da, troçkisti de, kurucu meclis yanlısı olanı da CHP çizgisinde “tek adam anayasası”na karşı çalışma yürütmüştür, başka bir deyişle Erdoğan’ın Anayasası’na karşı klasik parlamenter rejimi savunmuştur.

21 Koşul illegalitenin, yani özgür ajitasyon ve propagandanın esas olduğu bir siyasi çalışmayı şart koşmaktadır. Oysa solun mitinglerde, eylemlerde otosansür uygulaması için OHAL’e geçilmesi yeterli olmuştur. HDP merkezli legalist-tasfiyecilik hız kazanmaktadır. Ama bu tasfiyeciliği eleştiren hiçbir akım yoktur. Örneğin 2014’teki 6-7 Ekim Kobâne eylemlerinde HDP tipi legal örgütlenmelerin bu işi kotaramayacağını teslim eden yoktur. HDP bu süreçte kitlelere önderlik edecek leninist bir parti olmadığı için değil kitleleri sokağa çağırdığı için eleştirilmektedir.

21 Koşul legal alandaki çalışmaların, yayınların partilerin merkez komiteleri tarafından denetlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Ancak Türkiye’de arada sırada internet üzerinden açıklama yapmanın ya da bir iki bombalı saldırı düzenlemenin dışında illegal örgütlerin yürüttüğü herhangi bir faaliyet kalmamış gibidir. Üstelik ESP örneğinde olduğu gibi HDP gibi legalist tasfiyeci odakların içinde inisiyatif illegal merkezlerde değil legal konumdaki tasfiyecilerdedir.

Benzer bir durum program sorunu için de geçerlidir. Merkezci oportünist eğilimlerin en sık sarıldıkları bahane, hukuki nedenlerden ötürü kendi programlarına devrimci hedeflerini yazamadıklarını söylemektir. USPD’nin ikiye bölünmesine yol açan ana tartışma başlıklarından biri programın proletarya diktatörlüğünü kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmesi idi. Gelgelelim USPD’nin parçalanmasının üzerinden 97 yıl geçmiş olsa da kendi programının hukuk cambazlıklarını bir yana yazan bir parti yok gibidir. Tam da bu nedenle proletarya diktatörlüğüne aslında karşı olan, devletin ordusuna polisine karşı çıkmak gibi bir derdi olmayan oportünistler, yasaları bahane ederek proletarya diktatörlüğünü programlarına almayacaklardır.

21 Koşul sendikalarda, kooperatiflerde mücadele etmeyi şart koştuğu gibi sarı sendikalara karşı açıktan mücadele etmeyi de zorunlu kılmaktadır. Türkiye’de genel olarak sendika bürokrasisine çatmak adetten olsa da somut olarak solcu görünen sendikaları hedef tahtasına oturtup, bu sendikaların CHP ile olan bağlantılarını sergilemek kimsenin kalkıştığı bir iş değildir. Türkiye’de sol, sınıf mücadelesinin kritik evrelerinde sarı sendikacılığın ihanetini sergilemek yerine, bu dönemlerde sarı sendikaların peşine takılmayı tercih etmektedir. Nitekim Türkiye’de sarı sendika denince akla gelen Türk-İş olmaktadır. DİSK’i ve KESK’i sarı sendika olarak tanımlayıp hedef gösteren akım yok gibidir. Bunun en çarpıcı örneği 1 Mayısların kutlanma biçimidir. 1 Mayısların nerede ve nasıl kullanılacağına DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin karar vermesi vaka-i adiyeden kabul edilmektedir. Hatta 2010 1 Mayısı örneğinde olduğu gibi sendikacılar Taksim fatihi olarak alkışlanmaktadır.

Solun sendikalarda yürüttüğü çalışma anlayışı da Komintern’in 21 Koşulunda tarif edilenle tam aksi yöndedir. İşçilerin birleşmesinin önünde birer engel olan sendikaları parçalayıp işçilerin daha güçlü birliğini sağlamak amacıyla değil, bu bürokratik kurumları ilerici sendikacılar yahut “taban örgütlenmeleri” aracılığıyla ele geçirmeyi hedefleyen bir anlayış vardır.

Kuşkusuz soldaki tüm sendikalaşma girişimleri sarı sendikaların bünyesiyle sınırlı değildir. Muhtelif adlarla yürütülen bir dizi sendikal girişim vardır. Ama bunların hiçbiri “kızıl sendika” değildir. Sorun elbette bu sendikaların Türkiye’nin siyasi gündemiyle ilgili her konuda fikir belirtmesi değildir. Bu doğaldır zira kızıl sendikalarla sarı sendikalar arasındaki asıl kopuş nedeni sendikal mücadeleyi yürütmeye dair görüş ayrılıkları değil siyasal konulardır, üstelik kızıl ile sarı arasındaki bölünme her konuyu kapsayan siyasi ve sosyal sonuçları olsa da şu ya da bu siyasi meseleye dair çıkmış bir ayrım da değildir. Esas olarak devrim ve karşı-devrime, Ekim Devrimi’nin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yanında olup olmamaya dair bir ayrımdır. Türkiye’de ise örneğin hendekler konusundaki görüşü nedeniyle bir sendikal hareketi parçalamaya, ayrı bir sendikal hareket oluşturmaya yönelik bir girişim mevcut değildir. Bilakis hendek örneğinde gördüğümüz üzere, iç savaşa ve devrime dair herhangi bir konuda Türkiyeli devrimcilerin tutumları ile sarı sendikaların tutumları arasında hiçbir fark yoktur.

21 Koşulun Sırası Değil Şimdi Diyenler

Mesele 21 Koşul olunca, bu koşullara bağlı olarak devrimci-oportünist ayrımlarının yapılmasına itiraz edenlerin sıklıkla başvurdukları bir diğer gerekçe 21 Koşul merkezli bir ayrışma için vaktin “henüz erken olmasıdır”. Buna göre zamanı gelince sol akımları 21 Koşul’da ifade edilen tespitler çerçevesinde sıkıştırmaya başlamak, bu akımları ayrışma için zorlamak gereklidir. Ancak en geniş demokrasi mücadelesini örmenin gerekli olduğu günümüzde 21 Koşul’dan söz etmenin zamanı henüz gelmemiştir. Bu anlayışa göre muhtelif akımları merkezcilik ve oportünizmle suçlamak sol içinde birleşik bir muhalefet hattını örmeyi zorlaştıracaktır. Söz konusu itiraz da temelsizdir. Zira birleşik bir cepheyi örebilmek için önce 21 Koşul’un gereklerini yerine getiren komünist bir partiyi yaratmak gerekir. Komünist bir partinin bulunmadığı, böyle bir partiyi yaratmak için ayrım çizgilerini çekilmediği koşullar altında her türden birleşik muhalefet/cephe girişimi devrimcilerin oportünist akımlara yedeklenmesine yol açar. Dolayısıyla tersini söylemek gerekir: Birleşik bir emekçi hareketinin örülmesinin ön koşulu komünistlerle oportünistler arasındaki ayrım çizgilerinin netleştirilmesidir.

İkincisi, aslına bakılırsa, sıklıkla Avro-Komünist çevreler tarafından zamansız ve sekter bulunsa da, Komünist Enternasyonal ikinci kongresinden itibaren içinde ve yörüngesinde bulunan kesimlere yönelik bir temizlik harekatına girişmekte geç kalmıştır. Leninist bir parti içindeki menşevik/oportünist unsurları elbette ayıklamalıdır. Ama doğrusu söz konusu unsurların leninist partiye hiç girememesi olurdu. Leninist parti bir kitle partisi olmadığına göre kendi üyelerini kendisi seçen bir partidir. Bir temizlik harekatına ihtiyaç duymak ise zamanında partiye üye kaydedilirken gerekli titizliğin gösterilmediğine işaret eder.

Komünist Enternasyonal’in kuruluş öyküsü Bolşeviklerin bu noktadaki hatalarının neler olduğunu gösterir. İkinci Enternasyonal emperyalist paylaşım savaşının patlaması üzere 1914’te çökmüştü. Lenin’in tüm ısrarlarına karşın Komünist Enternasyonal ise ancak Ekim Devrimi’nden iki yıl sonra, Sovyetlerin prestijinin zirvesinde olduğu ve başta Almanya olmak üzere Avrupa sosyal demokrat hareketinde yarılmaların başladığı bir dönemde kurulmuştu. Bu yüzden 1919-20 yıllarında Komünist Enternasyonal üç zor görevle aynı anda uğraşmak zorundaydı: Kendisini oportünistlerden ayıran ayrım çizgilerini çekmek, kendisine yönelik kadro ve parti akınının içindeki oportünist unsurları dışarıda bırakmak, bu kargaşa içinde partiye girmiş oportünist unsurları ayıklamak ve eş zamanlı olarak işçi hareketi içindeki oportünist unsurlarla onların maskesini düşürmek üzere eylem birliği yapmak. Ne yazık ki Komünist Enternasyonal birincisi dışında bu görevlerden hiçbirini hakkıyla yerine getiremedi. Komünistlerle oportünistleri ayıran ayrım çizgileri kalınca çekildi çekilmesine ama oportünistlerin parti içine girmesi engellenemedi (Halbuki koşul metninin yazarı Zinoviev oportünistler bu koşullara rağmen parti içine girerse deve de iğne deliğinden geçer diyecek kadar iddialıydı). Parti içindeki oportünistler de ayıklanamadı, temizlik sürekli Enternasyonal’in ve SBKP’nin gündeminde kaldı. Birleşik Cephe oluşturma fikri de hiçbir zaman hayata geçirilemedi. Nihayetinde parti içinde tasfiye edilemeyen oportünistler devrimci unsurları öğüttü ya da kendi temizlik hareketleriyle parti dışına attı. Bu da ilk dört kongrede çizilen ayrım çizgilerin silikleşmesine komünist hareketin ilkesel olarak İkinci Enternasyonal partilerinden farksız bir konuma sürüklenmesine yol açtı. Tam da bu nedenle ikinci paylaşım savaşı arifesinde ve sonrasında komünist adını taşıyan partiler birleşik cephe adına burjuva muhalefetine yedeklendi ve onun içinde eriyip tasfiye oldu.

Elbette bugünden olayları yeniden değerlendirip, komünistlerin yutamayacakları lokmayı ısırmamaları USPD, PSI gibi partileri parçalamaya hiç yeltenmemeleri gereklidir, zira böyle bir durumda oportünistlerin akınını hiçbir koşul altında durdurmak mümkün değildir sonucuna varanlar çıkacaktır. Ancak bu sonuca varanlar, 1917 Ekim Devrimi’ne baktıkları zaman köylülük üzerinde sıfıra yakın etkisi olan Bolşeviklerin iktidarı almaya yeltenmemeleri gerekirdi sonucunu da çıkaracaklardır. Oysa elverişsiz koşullara, yenilgi ihtimallerine bakarak devrimci hamlelerden kaçınmak komünistlerin meşrebi olmamalıdır. Komünist Enternasyonal’in kurulması gecikti diye USPD türü partileri parçalamaya ve onlardan ayrışan unsurları Enternasyonal bünyesine katmaya gayret edilmese Komünist Enternasyonal dar bir mezhep olmanın ötesine geçemezdi. Bolşeviklerin hatası 1919’daki cüretli tutumları değil 1914-1919 yılları arasında oportünistlerle aralarına ayrım çizgilerini çekmekteki tereddütlü tutumlarıdır.

Bugün Komünist Enternasyonal’i aşacak bir dünya partisi yaratma iddiası eğer hamasetin ötesine geçecekse Bolşeviklerin Komünist Enternasyonal’i kurma ve yaşatma mücadelesinden öncelikle şu dersi çıkarmak gereklidir: Devrimci bir partiyi yaratacak kadrolar oportünizme karşı yürütülen kararlı bir mücadelenin deneyimlerine sahip olmadığı sürece, devrimci bir kopuş ve sıçrama anında doğru bir siyasi çizgiyi savunmanın bir anlamı olmayacak, parti içine doğru oportünist hücum püskürtülemeyecektir. Bu nedenle oportünizm ve merkezcilikle mücadele devrimci partinin kurulmasına ertelenemez.

21 Koşul’un üç temel referans arasında yer almasının anlamı

“Amaçlarımız, İlkelerimiz ve Önceliklerimiz” broşürü esas olarak komünistleri diğer akımlardan ayırt etme böylelikle Komünistlerin Birliği Platformu’nun bastığı zemini tarif etme amacını taşır. Diğer iki metin –Komünist Enternasyonal’in Platformu ve TKP Programı’nın Birinci Kısmı- programatik zemin ile ilişkiliyken Komünist Enternasyonal’in 21 Koşulu doğrudan eylem çizgisi, yürütülen siyasi eylemin içeriği ile ilgilidir. Bu da bir tesadüf değildir; platform üzerinde duran güçlerin Komünistlerin Birliği’nin nasıl sağlanacağına dair bakışını bize anlatır. Komünistlerin Birliği aynı program üzerinde anlaşan güçlerin birliği olmayacaktır; aynı programatik ilkelerde anlaşıp ama aynı zamanda bu ilkeleri aynı devrimci eylem çizgisiyle harekete geçiren güçlerin birliği olacaktır. O halde komünist partiyi kuracak güçlerin birbirlerini siyasi mücadele içinde tanıması ve sınaması da gerekir. Bu da başından itibaren neden Komünistlerin Birliği’nin ideolojik/programatik değil siyasal mücadeleyi esas olan bir platform olduğunu anlatır. Türkiye’deki solun içinde devrimci güçlerle reformist güçleri ayrıştıracak olan Komünist Enternasyonal’in 21 Koşulu’nda dillendirilen sorunlardır. Komünist partinin sınır çizgileri de yine bu meselelere dair takınılacak tavırlara bağlı olarak çizilecektir. Platformumuzun iddiası budur. Tam da bu nedenle Komünistlerin Birliği Platformu 21 Koşul’un ışık tuttuğu bir çerçevede siyasi mücadele yürütmektedir.

21 Koşul’un ışığında, bu koşulları yerine getirebilecek bir parti inşa etme mücadelesi bu koşulların gereklerinin tümünün yerine getirildiği anlamına gelmez. Devrimci bir partiyi yaratmadan, devrimci bir enternasyonale bağlanmadan bu koşulların tümünü yerine getirmek mümkün değildir. Ordu içinde propaganda faaliyeti yürütmek, kırlarda çalışmak, parlamentoda devrimci bir faaliyet yürütmek bu koşulların tedricen yerine getirilebileceğini düşünmek zaten amatör bir örgütün zaman içinde imkân, olanak ve deneyimlerini arttırarak devrimci bir partiye dönüşebileceği varsayımına dayanır. Komünistlerin Birliği Platformu ise doğrusal büyümeci bir varsayımın reddi üzerine kurulmuştur.

Bugün 21 Koşul’u benimsemek, bu koşulları yerine getirebilecek imkânlara sahip olmak yahut bu imkânları yaratmaya kararlı güçlerle buluşacak bir çizgi izlemek anlamına gelir. Bu buluşmayı sağlayabilmek için öncelikle yapılması gereken elbette 21 Koşul’da teşhis edilen oportünist/merkezci tutumlardan uzak durmaktır. Ancak bir siyasi çizgi elbette olumsuz olarak, bir şeyleri yapmamak üzere tanımlanamaz. 21 koşulun her biri kendisini benimseyen akımın gücü ve imkânlarından bağımsız olarak bu akımın yürüttüğü siyasi pratiği şekillendirecektir. 21 Koşul’a bakıştaki farklılık gündelik siyasal mücadelede izlenen yöntem ve talepleri de belirleyecektir. Belki bu durumun en somut örneği platformumuzun parlamentarizme karşı verdiği mücadelede ortaya çıkmaktadır. Platformumuzun sadece kırlarda yahut orduda değil aynı zamanda parlamentoda da çalışma yürütecek imkânları yoktur. Ancak 2007 yılından beri yürütülen seçim çalışmalarından beri takipçisi olduğumuz çizgi ile parlamentarist çizgi arasındaki farklılıkları halk toplantıları, yürüyüşler, eylemler, seçim çalışmaları örneklerinde açıkça sergilemiştir. Bugün, siyasi krizin Erdoğan’ın akıbeti konusunda düğümlendiği koşullar altında, Erdoğan’ın parlamentarist bir şekilde gönderilebileceği hayalini yayan akımlarla Türkiye’de emekçilerin durumundaki en basit bir iyileşmenin bile Erdoğan’ın devrimci bir şekilde süpürülmesine bağlı olduğunu savunan platformumuz arasında farklar önerdiği eylem tarzından, taleplere kadar her anlamda kendini belli etmektedir, edecektir de.

Yazımıza dünyada Ekim Devrimi’nin hayaleti dolaşıyor diyerek başladık. Bugün komünistlerin görevi yeni Ekimlere önderlik etmek, karşı devrimci güçleri ezip geçecek hayaleti ete kemiğe büründürecek devrimci partiyi yaratmak olmalı. Ekim Devrimi’nin gücünün ve başarısının nereden kaynaklandığını unutturan oportünistler ne yaparsa yapsın devrimci parti mücadelemizi büyüteceğiz.

Kendimizi 21 Koşul’un gereklerini yerine getirebilecek bir partiyle karıştırmadan, oportünist ve merkezci güçlerle hesaplaşmak ve böylelikle devrimci bir partiyi yaratacak güçlerle buluşmak hedefiyle 21 Koşul’un ışık tuttuğu politik faaliyetimizi daha güçlü bir şekilde yürüteceğiz.

YAŞASIN KOMÜNİSTLERİN BİRLİĞİ!

 

 

 

EK 1:

Komünist Enternasyonal’e Katılmanın “21 Koşul”u

Komünist Enternasyonal’in Birinci Kuruluş Kongresi, partilerin Üçüncü Enternasyonal’e kabul edilmesi konusunda kesin koşullar belirlemedi. Birinci Kongre toplandığı zaman ülkelerin çoğunda sadece komünist grup ve eğilimler vardı.

Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi bambaşka koşullarda toplanıyor. O günden beri çoğu ülkede grup ve eğilimler yerine komünist partiler ve örgütler bulunmaktadır. Daha kısa zaman önce İkinci Enternasyonal içinde yer alan ve şimdi Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen, ama gerçekte komünist olmamış partiler ve gruplar da Komünist Enternasyonal’e yöneliyorlar. İkinci Enternasyonal iflah olmaz biçimde bozguna uğramıştır. İkinci Enternasyonal’in çıkış yolunun kalmadığını gören iki ara bir deredeki partiler ve “merkez”ci gruplar, gitgide güçlenen Komünist Enternasyonal’e yaslanmaya çalışıyorlar. Fakat bunu yaparken kendilerine daha önceki oportünist veya “merkezci politika”larını sürdürme imkânı verecek bir “özerkliği” korumayı da umuyorlar. Bir bakıma Komünist Enternasyonal revaçtadır.

“Merkez”in önde gelen bazı gruplarının Komünist Enternasyonal’e katılma talepleri, Komünist Enternasyonal’in bütün dünyanın sınıf bilinçli işçilerinin ezici çoğunluğunun sempatisini kazandığını ve her geçen gün büyüyen bir güç haline geldiğini dolaylı biçimde doğrulamaktadır.

Komünist Enternasyonal, İkinci Enternasyonal ideolojisinden henüz kopmamış olan kararsız ve ikircikli grupların akınına uğrama tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Ayrıca, üye çoğunluğu komünizmin bakış açısını benimseyen bazı önemli partilerin içinde (İtalya, İsveç, Norveç, Yugoslavya, vb.), hala pek çok reformist ve sosyal-pasifist unsur bulunmaktadır. Bunlar yeniden başlarını kaldırıp proleter devrimini aktif biçimde kösteklemek ve böylece burjuvaziyle İkinci Enternasyonal’in yardımına koşmak için fırsat kollamaktadır.

Hiçbir komünist, Macar Sovyet Cumhuriyeti’nin dersleri unutmamalıdır. Macar komünistlerinin reformistlerle birleşmesi Macar proletaryasına pahalıya mal oldu.

Bunlardan hareketle, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi, yeni partilerin katılma koşullarını kesin olarak ortaya koymayı ve Komünist Enternasyonal’e kabul edilen partilere, üstlerine düşen yükümlülükleri göstermeyi ödev saymaktadır.

Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi, Komünist Enternasyonal’e kabul edilme koşulları olarak şunları belirler:

  1. Gündelik propaganda ve ajitasyon, gerçekten komünist nitelik taşımalı ve Komünist Enternasyonal programıyla kararlarına uygun olmalıdır. Partinin bütün basın organları, proletarya davasına bağlılıklarını kanıtlamış, güvenilir komünistler tarafından yönetilmelidir. Proletarya diktatörlüğünden, ezberlenmiş ve kanıksanmış bir formül gibi söz etmek uygun değildir. Proletarya diktatörlüğünün propagandası, her emekçinin, kadın işçinin, askerin ve köylünün, basınımızda da sistematik bir biçimde işlenen gündelik hayatın olgularından, proletarya diktatörlüğün zorunlu olduğu sonucuna varmasını sağlayacak şekilde yapılmalıdır.

Periyodik ve periyodik olmayan basın ve tüm yayınlar, parti ister legal ister illegal olsun, onun merkez komitesine tamamen tabi olmalıdır. Yayın organlarının özerkliklerini kötüye kullanmaları ve partinin politikasına uymayan bir politika gütmeleri kabul edilemez.

Basın organlarının sütunlarında, halk toplantılarında, sendikalarda, kooperatiflerde, Üçüncü Enternasyonal taraftarlarının girme imkânı buldukları her yerde, sadece burjuvaziyi değil, onun işbirlikçilerini, her türden reformistleri, sistemli ve acımasız biçimde teşhir etmek zorunludur.

  1. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her örgüt, işçi hareketi içinde şu ya da bu oranda sorumluluğu olan bütün görevlerden (parti örgütleri, yazı kurulları, sendikalar, parlamento fraksiyonları, kooperatifler, yerel yönetimler) reformistleri ve merkezcileri düzenli ve sistematik bir biçimde uzaklaştırarak, onların yerine sınanmış komünistleri geçirmelidir ve özellikle başlangıçta deneyimli militanların yerine, emekçi sıra neferlerini geçirmekten çekinmemelidir.
  2. Avrupa ve Amerika’nın hemen bütün ülkelerinde, sınıf mücadelesi iç savaş dönemine giriyor. Bu koşullar altında komünistler, burjuva legalitesine güvenemezler. Her yerde, belirleyici an geldiğinde, devrime karşı ödevini yerine getirebilecek kapasitede bir gizli organizmanın legal örgüte paralel olarak yaratılması zorunludur. Sıkıyönetim ve olağanüstü yasalar yüzünden komünistlerin bütün çalışmalarını legal olarak sürdürme imkânı bulamadıkları bütün ülkelerde, legal çalışmanın illegal çalışmayla kombine edilmesi kesinlikle zorunludur.
  3. Komünist fikirlerin yaygınlaştırılması ödevi, ordu içinde ısrarlı, sistemli bir propaganda ve ajitasyon yürütmeyi mutlak bir zorunluluk olarak dayatır. Olağanüstü yasaların açık propagandaya zorluk çıkarttığı durumlarda bu propaganda illegal olarak yürütülmelidir. Böyle bir çalışmadan kaçınmak, devrimci görevlere ihanetle eş anlama gelir ve Komünist Enternasyonal üyeliğiyle bağdaşmaz.
  4. Kırsal alanda sistemli ve planlı bir ajitasyon zorunludur. Kırsal alanın emekçilerinin (gündelikçi tarım işçileri ve en yoksul köylüler) hiç değilse bir bölümünü arkasına alamamışsa ve izlediği politika aracılığıyla kırsal alanın geri kesimlerinin hiç değilse bir kısmını tarafsız hale getirememişse, işçi sınıfı zafer kazanamaz. Kırsal kesimdeki komünist çalışma, günümüzde başlı başına bir önem kazanmaktadır. Bu çalışma esas olarak kırlarla temas halindeki komünist işçiler eliyle yürütülmelidir. Bu görevden kaçmak ya da onu güvenilmez, yarı reformist ellere teslim etmek, proleter devrimden vazgeçmekle aynı anlama gelir.
  5. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, sadece açık sosyal yurtseverliği değil, ikiyüzlü ve sahte sosyal pasifizmi (barışçılık) de teşhir etmekle yükümlüdür; kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem mahkemelerinin, ne silahlarının sınırlanmasına ilişkin tartışmaların, ne de Milletler Cemiyeti’nin “demokratik” tarzda düzeltilmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları önleyemeyeceğini işçilere sistemli biçimde anlatmalıdır.
  6. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen partiler, reformizmden ve “merkez”in politikasından tam ve kesin bir kopuşun gerekli olduğunu kabul etmek ve parti üyeleri arasında bu kopuşun propagandasını yapmakla yükümlüdürler. Bu olmadan tutarlı bir komünist politika yürütmek mümkün değildir.

Komünist Enternasyonal’in bu kopuşun en kısa zamanda gerçekleştirilmesi yolunda yaptığı talep, kayıtsız şartsız bir ültimatom niteliğindedir. Komünist Enternasyonal, artık Turuti, Modigliani, Kautski, Hilferding, Hillquith, Longuet, Macdonald, vb. kişilerin temsil ettiği tescilli reformistlerin kendilerini Üçüncü Enternasyonal üyesi olarak görmelerini ve burada temsil edilmelerini kabul edemez. Bu durum Üçüncü Enternasyonal’in fazlasıyla İkinci Enternasyonal’e benzemesine yol açacaktır.

  1. Burjuvazisi sömürge sahibi olan veya başka ulusları ezen ülkelerdeki partilerin, sömürgeler ve ezilen milliyetler sorununda özellikle belirgin ve açık bir eylem çizgisine sahip olmaları zorunludur. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, “kendi” emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil eylemlerle de desteklemek, kendi ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden kovulmasını istemek, ülkesinin işçilerinin yüreklerinde sömürgelerin ve ezilen ulusların emekçi halkına karşı gerçekten kardeşçe duygular yaratmaya yönelik bir eğitim çabası sürdürmek ve ülkesinin askeri birlikleri içinde sömürge halkları üzerindeki her türlü baskıya karşı sistemli bir ajitasyon yürütmek yükümlülüklerini taşır.
  2. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, sendikalar, kooperatifler ve işçilerin diğer kitle örgütleri içinde sistemli ve ısrarlı bir faaliyeti sürdürmek zorundadır. Bu örgütler içinde, sürekli ve ısrarlı bir çalışmayla sendikaları vb. komünizm davasına kazanacak komünist çekirdekler örgütlemek gerekir. Bu çekirdeklerin ödevi, her yerde, sosyal yurtseverlerin ihanetini ve “merkez”cilerin ikircimlerini teşhir etmektir. Bu komünist çekirdekler kesinlikle partinin bütününe tamamen tabi olmalıdırlar.
  3. Komünist Enternasyonal üyesi olan her parti, Amsterdam’da kurulan sarı sendikaların “Enternasyonal”ine karşı amansız bir mücadele sürdürmekle yükümlüdür. Sendikalarda örgütlenmiş işçiler arasında Sarı Amsterdam Enternasyonali’yle bağları koparmak gerektiğinin propagandasını yapmalıdır. Komünist Enternasyonal’e bağlanan kızıl sendikaların oluşmakta olan uluslararası birliğini elindeki her türlü araçla desteklemelidir.
  4. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen partiler, parlamento fraksiyonlarının bileşimini gözden geçirmekle yükümlüdürler; bütün güvenilmez öğeleri buradan uzaklaştırmalı; parlamento gruplarını sırf sözle değil fiilen de parti merkez komitesine tabi kılmalı; her komünist parlamento üyesinin, bütün çalışmalarını gerçekten devrimci bir propagandanın ve ajitasyonun çıkarlarına tabi kılınmasını istemelidir.
  5. Komünist Enternasyonal üyesi partiler, demokratik merkeziyetçilik ilkesi temelinde örgütlenmelidir. İçinde yaşadığımız iç savaşın keskinleşme döneminde, komünist parti ancak, olabildiğince merkeziyetçi bir tarzda örgütlenmişse, parti içinde askeri disipline yaklaşan bir demir disiplin hüküm sürüyorsa ve tartışmasız bir otorite ve geniş yetkilerle donatılmış merkezi organizması militanlarının hepsinin güvenini kazanmışsa, görevlerini yerine getirebilir.
  6. Komünistlerin faaliyetlerini yasal olarak sürdürebildikleri ülkelerin komünist partileri, partiyi içlerine sızan çıkarcı ve küçük burjuva unsurları uzaklaştırabilmek için örgütlerinde zaman zaman temizlikler yapmak zorundadırlar.
  7. Komünist Enternasyonal’e üye olmak isteyen her parti, bütün sovyet cumhuriyetlerine, karşı devrimci güçlerle yürüttükleri mücadelede kayıtsız koşulsuz destek sağlar. Komünist partileri, sovyet cumhuriyetlerinin düşmanlarına silah ve cephane taşınmasını reddetmeleri için işçiler arasında usanmaz bir propaganda yürütmeli; sovyet cumhuriyetlerine gönderilen askeri birlikler arasında yasal ya da yasa dışı propaganda sürdürmelidirler.
  8. Şimdiye kadar eski sosyal demokrat programlarını korumuş olan partiler, mümkün olan en kısa zamanda bu programlarını değiştirmek ve ülkelerinin özel koşullarına uygun yeni bir komünist programı Komünist Enternasyonal’in anlayışı doğrultusunda hazırlamakla yükümlüdürler. Kural olarak, Komünist Enternasyonal’e üye bütün partilerin programlarının, Komünist Enternasyonal’in olağan kongresi veya Yürütme Komitesi tarafından onaylanması gereklidir. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’nin bir partinin programını onaylamaması durumunda, söz konusu partinin, Komünist Enternasyonal Kongresi’ne başvurma hakkı vardır.
  9. Komünist Enternasyonal Kongresi’nin ve Yürütme Komitesi’nin bütün kararları, Komünist Enternasyonal’e üye olan tüm partiler için bağlayıcıdır. En keskin iç savaş koşullarında faaliyet gösteren Komünist Enternasyonal, İkinci Enternasyonal’de olduğundan çok daha fazla merkeziyetçi bir tarzda örgütlenmek zorundadır. Komünist Enternasyonal ve onun Yürütme Komitesi, farklı ülkelerdeki değişik mücadele koşullarını hesaba katarak sadece bu türden kararın alınmasının mümkün olduğu sorunlarda genel ve bağlayıcı kararlar almaya özen göstermelidir.
  10. Bütün daha önce söylenenlere bağlı olarak, Komünist Enternasyonal’e üye olmak isteyen bütün partiler, adlarını değiştirmek zorundadırlar. Komünist Enternasyonal’e üye olmak isteyen her parti, şu ya da bu ülkenin Komünist Partisi (Komünist Enternasyonal Seksiyonu) adını taşımak zorundadır. Adlandırma sorunu sadece biçimsel bir sorun değil, son derece önemli bir siyasal sorundur. Komünist Enternasyonal, bütün burjuva dünyasına ve tüm eski sarı sosyal demokrat partilere savaş açmıştır. Komünist partilerle, işçi sınıfına ihanet etmiş eski resmi “sosyal demokrat” veya “sosyalist” partiler arasındaki fark, her emekçiye net bir biçimde gösterilmelidir.
  11. Bütün ülkelerin partilerinin önde gelen basın organları, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’nin bütün önemli resmi belgelerini yayınlamakla yükümlüdürler.
  12. Komünist Enternasyonal’e üye olan ya da katılmak için başvuran bütün partiler, mümkün olduğu kadar çabuk, ama en geç Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nden sonraki dört ay içinde, olağanüstü bir kongre toplamak ve bütün bu koşulların yerine getirilip getirilmediğini araştırmakla yükümlüdürler. Bu arada, merkez komiteleri, bütün yerel örgütlerin, Komünist Enternasyonal İkinci Kongre kararlarını öğrenip öğrenmediğini gözetmek zorundadır.
  13. Şimdi Üçüncü Enternasyonal’e bağlanmak isteyen, ama henüz eski taktiklerini köklü bir biçimde değiştirmemiş bulunan partiler ilk önce şuna dikkat etmelidir: Bu partilerin merkez komite üyelerinin ve en önemli merkezi kurumlarının üyelerinin üçte ikisi, partinin Üçüncü Enternasyonal’e katılması doğrultusunda daha İkinci Kongre’den önce açıkça tutum almış yoldaşlardan oluşmalıdır. Komünist Enternasyonal’in Yürütme Komitesi’nin onayıyla istisnalar gözetilebilir. Yürütme Komitesi yukarıdaki gözetme yedinci paragrafta zikredilen merkezci eğilimin temsilcileri ile ilgili istisnaları hakkı da saklı tutar.
  14. Komünist Enternasyonal tarafından ortaya konan tez ve koşulları kabul etmeyen parti üyeleri partiden ihraç edilmelidir; bu olağanüstü kongre delegeleri için de geçerlidir.

 

 

EK 2:

KOMÜNİST ENTERNASYONAL’E KABUL EDİLME KOŞULLARI HAKKINDA LENİN’in KONUŞMASI

Yoldaşlar, Serrati, Fransızca bir söz oyununa başvurarak henüz insanların dürüstlüğünü ölçen bir mihenk taşına sahip olmadığımızdan söz etti. Böyle bir araç henüz bulunmadı. Ayrıca buna ihtiyaç da duymuyoruz. Ama eğilimleri ayırt etmek için bir aracımız var. Yoldaş Serrati’nin daha sonra üzerinde duracağım hatası, uzunca bir süredir bilinen bu aracı kullanmamasından ileri gelmektedir.

Yoldaş Crispien ile ilgili olarak ise birkaç şey söylemek istiyorum. Burada bulunmamasından ötürü üzgünüm. (Dittmann: “Kendisi rahatsızdır”) Bunu duyunca çok üzüldüm. Onun konuşması son derece önemli bir belgedir ve Bağımsız Sosyal-Demokrat Parti’nin sağ kanadının politik doğrultusunu açıkça belirtmektedir. Crispien’in, konuşmasında belirtmiş olduğu kişisel durumlardan veya tek tek olaylardan değil, fakat açığa çıkan düşüncelerden söz edeceğim. Öyle sanıyorum ki konuşmasının tümü Kautski’ci bir anlayış taşıyordu ve yoldaş Crispien proletarya diktatörlüğü konusunda Kautski’nin görüşlerini paylaşmaktaydı. Crispien’in kendisine yöneltilen bir soruya cevabı şöyleydi: “Proletarya diktatörlüğünün yeni bir olgu değildir, Erfurt Programında yer alıyordu.” Erfurt Programı proletarya diktatörlüğü ile ilgili hiç bir şey söylemiyor ve tarih bunun bir tesadüften ötürü olmadığını göstermiştir. 1902-1903 yıllarında partimizin ilk program taslağı hazırlanırken yanımızda Erfurt Programı’nın bir örneği her zaman bulunmuştu; Plehanov ki ta o zamanlar doğru olarak, “Ya Bernstein Sosyal-Demokrasiyi batıracak ya da Sosyal-Demokrasi Bernstein’i” demiş ve Erfurt Programı’nın proletarya diktatörlüğünden söz etmeyişinin teori açısından hatalı olduğunu ve pratikte oportünistlere alçakça verilmiş bir taviz olduğunu önemle vurgulamıştı. Proletarya diktatörlüğü 1903 yılından beri programımızda bulunmaktadır.

Yoldaş Crispien şimdi bize proletarya diktatörlüğünün yeni bir olgu olmadığını belirtip, “şimdiye kadar hep politik gücün ele geçirilmesinden yana olduk” dediğinde sorunun özünü geçiştirmektedir. Kabul edilen politik gücün ele geçirilmesi, diktatörlük değildir. Tüm sosyalist literatür -yalnız Alman değil, Fransız ve İngiliz de- oportünist partilerin liderlerinin, örneğin İngiltere’de MacDonald, politik gücün ele geçirilmesinden yana olduklarını göstermektedir. Tüm bilinçlerine ve dürüst sosyalistliklerine rağmen proletarya diktatörlüğüne karşıdırlar! Adını komünist koymaya layık devrimci bir partimiz olduğundan, İkinci Enternasyonal’in modası geçmiş, kavramından farklı olarak, proletarya diktatörlüğü için partimizin propaganda yapması gerekir. Bu nokta yoldaş Crispien tarafından tahrif edilerek anlaşılmaz hale getirilmiş ve ayrıca Kautski taraftarlarının temel ortak yanlışı da budur.

“Biz kitleler tarafından seçilmiş liderleriz” diyerek devam etmektedir yoldaş Crispien. Alman Bağımsızlarının son parti kongresinde eğilimlerin çarpışması açıkça görüldüğünden, bu görüş yanlış ve yüzeyseldir. Bu eğilimler arasında mücadelenin var olduğu ve var olması gerektiği şeklindeki basit gerçeği ortaya koymak için, yoldaş Serrati’nin yaptığı gibi bir mihenk taşı icat etmeye ve konuyla ilgili görüşleri bir araya toplamaya gerek yoktur: eğilimlerden biri henüz bize yeni katılmış olan ve işçi aristokrasisine karşı olan devrimci işçilerdir; diğeri de tüm gelişmiş ülkelerde yaşlanmış liderlerin öncülük ettiği işçi aristokrasisidir. Crispien, yaşlı liderler ve işçi aristokrasisinin doğrultusunda mıdır, yoksa işçi aristokrasisine karşı olan yeni devrimci işçi kitlelerinin doğrultusunda mıdır? Yoldaş Crispien’in açıklığa kavuşturmayı başaramadığı bir sorudur bu.

Yoldaş Crispien ayrılmadan nasıl söz ediyor? Ayrılmanın acı bir ihtiyaç olduğunu söyledi ve durumu enine boyuna eleştirdi. Bu, oldukça Kautskici bir görüştür. Onlar kimden ayrıldı? Scheidemann’dan değil miydi? Pek tabii öyleydi. Crispien dedi ki: “Biz ayrıldık”. Herşeyden önce bu çok geç gerçekleşti. Şimdi tam bu konudan söz ederken, bunun belirtilmesi gerekirdi. İkinci olarak, Bağımsızların bunu eleştireceklerine şöyle demeleri gerekir: “Uluslararası işçi sınıfı daha hala işçi aristokrasisi ve oportünistlerin etkisi altındadır”. Yoldaş Crispien, ayrılışı bir komünist gibi ele almayıp, hiçbir etkisi olmadığı bilinen Kautskici bir görüşle ele almaktadır.

Bundan sonra Crispien, yüksek ücretlerden söz ederek devam etti. Almanya’daki işçilerin ücret durumunun Rusya’ya veya genel olarak Doğu Avrupa’ya oranla daha iyi olduğunu söyledi. Onun gördüğü kadarıyla, bir devrim ancak işçilerin durumunu “çok fazla” kötüleştirmediği takdirde gerçekleştirilebilir. Bir Komünist Parti’de bu tonda konuşmaya nasıl izin verilir, sorarım sizlere? Bu, karşı-devrimin dilidir. Rusya’da yaşama seviyesinin Almanya’dan daha düşük olduğunu biliyoruz. Biz diktatörlüğü oluşturduğumuz zaman, bu, işçileri daha çok açlığa ve yaşama koşullarının daha kötüleşmesine doğru götürdü. İşçilerin zaferine fedakârlıkla ve yaşama durumlarının geçici bir süre için kötüleşmesi olmadan erişilemez. İşçilere, Crispien’in söylediklerinin tam tersini söylemeliyiz. Eğer, işçileri diktatörlük için hazırlamayı amaçlarken, biri onlara durumlarının “çok fazla” kötüleşmeyeceğini söylerse, esas olgudan uzaklaşmış olacak. İşçi aristokrasisi, “kendi” burjuvazilerine bütün dünyayı emperyalist yöntemlerle zapt edip sömürmeleri için yardım etmelerinden ve böylece kendilerine daha iyi bir ödeme yapılmasını garantiye almalarından doğmuştur. Eğer Alman işçileri şimdi devrim için çalışmak istiyorlarsa, fedakârlık yapmak zorundadırlar ve bu fedakârlıkları yapmaktan çekinmemelidirler.

Genel anlamda ve dünya tarihinin gösterdiği gibi, Çin gibi geri bir ülkede, coolie (kuli)nin [vasıfsız işçinin] proleter devrimi oluşturamayacağı doğrudur; gelgelelim, yaşamın kolay olduğu (emperyalist sömürü sağ olsun!) bir avuç zengin ülkedeki işçilere “çok fazla” yoksulluktan korkmaları gerektiğini söylemek, karşı devrimciliktir. Onlara söylenmesi gereken tam tersidir. Fedakârlıklardan çekinen, devrimci mücadele sürecindeki “çok fazla” yoksulluktan korkan işçi aristokrasisi partiye bağlı olamaz. Aksi takdirde özellikle Batı Avrupa ülkelerinde, diktatörlük olanaksızdır.

Crispien terör ve baskı ile ilgili olarak ne demektedir? Bunların iki ayrı olgu olduğunu söylemiştir. Belki böyle bir ayrım bir sosyoloji kitabında mümkündür, ama politik pratikte, özellikle Almanya’nın içinde bulunduğu durumda mümkün değildir.

Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u öldüren Alman askerleri veya Stinnes ve Krupp gibi basını satın alan kişiler gibi davrananlara karşı, terör ve baskıya başvurmak zorundayız. Tabii ki, kesinlikle teröre başvuracağımızı önceden belirtmeye hiç gerek yoktur, ama eğer Alman askerleri, Kappistler, Stinnes ve Krupp da bugünkü gibi davranmaya devam ederlerse o zaman terör kullanılması kaçınılmaz olacaktır. Sadece Kautski değil, fakat Ledebour ve Crispien de baskı ve terörden tamamen karşıdevrimci bir şekilde söz etmektedirler. Böyle fikirler üzerinde kaypaklık yapan parti, diktatörlük içinde yer alamaz. Bu apaçıktır.

Bundan sonra ziraat sorunu geliyor. Burada Crispien çok sıkı hazırlandı ve sonunda önümüze bir küçük burjuva düşünce sundu. Büyük toprak sahiplerine karış yoksul köylü için mümkün olan her şeyi yapmak bir küçük burjuva davranışı olarak nitelendirilmekte. Arsa sahiplerinin mülksüzleştirilmeleri gerektiğini belirtip, bu arsaların kooperatifçi işletmeleri devredilmesini söylüyor. Bu ukalaca bir görüştür.

Almanya dâhil olmak üzere ileri ülkelerde bile yarı feodal kapitalist olmayan yöntemlerle işletilen, yeterli sayıda geniş arsa ve arazi vardır. Bütün arazinin bir kısmı bölünüp, çiftçiliğe fazla zarar verilmeden yoksul köylülere verilebilir. Büyük ölçüde çiftçilik korunabilir ve yoksul köylüler kendileri için oldukça önemli bir iş verilmiş olur. Ne yazık ki bu konu üzerinde yeterince durulmamış, ama pratikte bunu yapmak gerekir, aksi takdirde yanlış yola sapmış olursunuz. Bu konuda, örneğin Varga (Macar Sovyet Cumhuriyeti’nde Ulusal Ekonomi için Halklar Komiserliğinden emekli) yazdığı bir kitapta, proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla ülkesinde hemen hiçbir şeyin değişmediğini, gündelikçi işçilerin hiçbir değişiklik görmediğini ve yoksul köylülerin hiçbir şey almadığını yazıyor. Macaristan’da büyük araziler vardır ve buralarda yarı-feodal bir ekonomi uygulanmaktadır. Geniş araziler her zaman bulunabilir ve bulunmalıdır da, bunların bir kısmı yoksul köylülere belki kendi malları olarak değil de uzun bir süre için devredilebilir, öyle ki en yoksul köylü el koyulan arazinin bir kısmını alabilsin. Aksi takdirde yoksul köylü eski düzenle Sovyetlerin diktatörlüğü arasında bir ayrılık görmeyecektir. Eğer proleter devlet otoritesi bu şekilde davranmazsa iktidarda kalamayacaktır.

Crispien, “Bizim kendi devrimci inançlarımız olduğunu inkâr edemezsiniz” demesine rağmen, benim cevabım onları inkar ettiğim olacaktır. Devrimci bir tavırla davranmak istemediğinizi söylemek istemiyorum, fakat sorulara devrimci tavırla yaklaşmadığınızı da vurgulamak isterim. Eğer okumuş insanlardan oluşmuş bir komisyon kurarsak ve bunlara önce Kautski’nin bir düzine kitabını ve ondan sonra da Crispien’in söylevini versek, bahse girerim ki söyleyecekleri: “Tüm söylev baştan sona Kautskicidir ve Kautski’nin görüşlerinden esinlenmiştir” olurdu. Bir ihtimalle bunun, son zamanlarda katılan devrimci işçiler üzerinde bir etkisi olmayacaktır. Bununla birlikte Kautski’nin, Crispien üzerinde, tüm düşünce çizgisi ve tüm fikirleri de dahil, son derece büyük bir etki yaptığı, kesinlikle kanıtlanmış olduğu kabul edilmelidir. Bu gerçek, söylevinde açıkça belirmektedir. Bu nedenle herhangi bir dürüstlük ölçer, dürüstlüğü ölçebilecek bir araç bulunmadan da, Crispien’in Komünist Enternasyonal çizgisinde olmadığını söyleyebiliriz. Böyle demekle tüm Komünist Enternasyonal’in çizgisini tanımlamış oluyoruz.

Wijnkoop ve Münzenberg yoldaşlar, Bağımsız Sosyalist Parti’yi çağırmamızdan ve temsilcileriyle görüşmemizden duydukları hoşnutsuzluğu belirttiler. Bence tutumları yanlıştır. Kautski bize karşı kitaplar yazıp saldırıya geçtiği zaman, biz onu sınıf düşmanımız olarak ele alıp yazılarımızda eleştiriyoruz. Görüşmek üzere buraya gelen, Bağımsız Sosyal Demokrat Parti devrimci işçilerin katılmasıyla oldukça büyüyüp gelişmiş ve devrimci işçilerin bir kesimini oluşturduğundan onun temsilcileriyle görüşmemiz gerekir. Enternasyonal konusunda Alman, İngiliz ve Fransız Bağımsızları ile hemen bir anlaşmaya varamayız. Verdiği her söylevde yoldaş Wijnkoop yoldaş Pannekoek ile aynı yanlışları paylaştığını ortaya koymaktadır. Wijnkoop, Pannekoek’in görüşlerine katılmadığını belirttiyse de söylevleri bize bunun tersini kanıtlıyor. İşte bu “sol” grubun temel hatası burada yatmaktadır, ama genel olarak bu, gelişen bir proleter hareketinin hatasıdır. Crispien ve Dittmann yoldaşların söylevleri burjuva ruhundan esinlenmiştir ve bu, proletarya diktatörlüğü için hazırlanmamızda bize yaramayacaktır. Wijnkoop ve Münzenberg yoldaşlar, Bağımsız Sosyal-Demokrat Parti konusunda daha da ileri gittikleri zaman onların görüşlerine katılmıyoruz.

Serrati’nin söylediği gibi, bir insanın bilincini ölçebilmek için bir dürüstlük ölçer aracımız yok tabii; bize göre sorun, kişiler hakkında bazı düşünceler elde etmek değil, durumun değerlendirilmesini yapmaktır. Serrati, söylevini vermiş olmasına rağmen, yeni hiçbir şey söylememiş olduğunu belirtmekten ötürü üzgünüm. Söylevi, İkinci Enternasyonal’de dinlediğimiz türden bir söylevdi.

“Fransa’da devrimci durum yoktur ama Almanya’da ve İtalya’da devrimci durum vardır” derken Serrati yanılmıştır.

Halbuki durum karşı devrimci bir karakter taşısaydı da, devrimci bir propaganda ve ajitasyonu örgütlemek istemeyen İkinci Enternasyonal yanılmış olurdu ve büyük bir sorumluluk üstlenirdi; çünkü, devrimci bir durum olmasa bile devrimci propaganda yapılabilir ve yapılmalıdır: Bolşevik Parti’nin bütün tarihi bunu kanıtlamıştır. Sosyalistlerle komünistler arasındaki fark tam da buradadır; herhangi bir durum karşısında sosyalistler bizim gibi davranmayı reddetmektedirler; yani devrimci bir çalışma yapmayı reddetmektedirler.

Serrati, sadece Crispien’in söylediklerini tekrarladı durdu. Biz Turati’nin bir hatası olmadığı halde dışlanması gerektiğini söylemek istemiyoruz. Bu sorunu yürütme komitesi daha önce ele almıştı ve Serrati’nin bize söylediği şu oldu: ”Partinin ihraçlara değil bir arınmaya ihtiyacı var.” İtalyan yoldaşlara sadece şunu söylemeliyiz: sosyalist partinin bugünkü liderlerinin çoğunluğu ile parlamento gruplarının çizgisi değil; Ordine Nuovo taraftarlarının çizgisi Komünist Enternasyonal’inkine uygundur. Bunların (sosyalist parti yöneticileri vb. -çn.) proletaryayı, tutuculara karşı korudukları söyleniyor. Chernov, Menşevikler ve Rusya’da daha birçokları proletaryayı tutuculara karşı “koruyorlar”, fakat bu onları aramıza almamız için yeterli bir neden değildir.

Bu yüzden İtalyan yoldaşlara ve sağ kanadı olan bütün partilere şunu söylemeliyiz: bu reformist eğilimin komünizm ile hiç bir ortak yanı yoktur. İtalyan yoldaşlar; sizden derhal bir kongre çağrısı yapmanızı ve bu kongreye bizim tezlerimiz ve kararlarımızı sunmanızı rica ediyoruz. İtalyan işçilerinin Komünist Enternasyonal’de kalmak isteyeceklerinden eminim.

 

 

 

 

Paylaş