Bu yazı Ekim 2003 Tarihli Proleter Devrimci KöZ’ün 12. sayısında yayımlanmıştır.
ABD’nin ta merkezinde yıkılan ve infilak eden emperyalist kalelerin ardından, «artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» teranesi gerek emperyalizmin yeminli uşaklarının, gerekse sözümona bunların önünü kesme iddiasındaki liberallerin ağzına bir kez daha sakız olmuştu.
Doğrusu o günden beri bir hayli «değişiklik» diye adlandırılabilecek gelişme de oldu.
Bir yanda ABD ve yandaşları, bu saldırıyı bahane ederek dünyanın altını üstüne getirmek üzere, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını sertleştirecek sürecin düğmesine bastılar. Afganistan’ın ardından Irak’a yönelen saldırı ile, dünyanın artık eskisi gibi dönmeyeceğini fiilen kanıtlamak üzere yol almaktalar. Özellikle Irak’a müdahale sürecinde ABD’nin BM’yi kaale almadan hareket etmesi bir bakıma artık hiçbir şeyin ikinci dünya savaşını izleyen yarı yüzyılda alışıldığı gibi olmayacağının bir göstergesi olarak görülebilir. Bu bakımdan, 11 Eylül dönemecinden itibaren bu yönde evrilen süreç «artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» diyenleri haklı çıkarır gibidir. Hakikaten o gün bugündür, her şey bir süredir alışılmış olandan farklı bir mecrada gelişme eğilimindeydi. Bir bakıma «hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak» diyenleri haklı çıkaran gelişmeler birbirini izledi.
Değişen Yalnız ABD’nin Tutumu mu?
Öte yandan, bugüne kadar ABD’yi BM ve diplomatik yollardan frenlemeyi hayal eden rakipleri de 11 Eylül’ü izleyen günlerde değilse bile, son Irak operasyonundan beri, artık bu yollardan ABD ve müttefiklerinin önlenemeyeceğini idrak etmektedir. Kendi etraflarındakileri de bu değişime ikna etmenin yollarını aramaktalar. Düne kadar sözümona barış ve diplomasinin şampiyonluğunu yapan ABD’nin emperyalist rakipleri de, yavaş yavaş silahlanmanın ve ordunun önemine daha fazla vurgu yapmaya başladılar. Kendi ülkelerinde yaşayanlardan başlayarak herkesi bu yeni yönelişe ısındırmaya çalışıyorlar.
Özellikle Fransız emperyalizmi bir yanda «savaşa hayır» sloganlarıyla yürüyenleri pohpohlayıp önlerini açarken, beri yanda en azından Afrika’daki paylaşım kavgasına tankları ve bombalarıyla müdahale etmek için ABD’nin Irak operasyonunu bahane etti, savaş karşıtı eylemlerin tozu dumanı arasında kendi savaşının önünü açmaya özen gösterdi. Yalnız Fransa’da değil, ABD’nin diğer rakipleri arasında da yavaş yavaş militarizm ve silahlanmayı mazur gösterip özendiren bir propaganda alttan alta ve bazen açık açık yol almaya başladı.
Silahlanmanın öne çıkacağı bir dönemin açıldığının farkına varan emperyalistlerin iktisatçı ve maliyeci uşakları da vergi politikalarının, devlet harcamalarının nasıl planlanacağına kafa yormaya başladılar; propaganda makineleri kitleleri yeni dönemin ihtiyaçlarına ısındırmak üzere kolları sıvadılar.
Bunlar da bir hayli değişikliktir ve «artık hiçbir şey eskisi gibi değil» dedirtecek niteliktedir.
Statükolar (Kurulu Dengeler) Değişiyor
Demek ki, doğrudan doğruya 11 Eylül ile değilse de, 11 Eylül’ü izleyen günlerde tetiklenen süreçte, ABD ile ortaklarının, uluslararası kurumları ve kendilerinin de taraf olduğu uluslararası anlaşmaları hiçe sayarak Irak’a saldırmalarının keskin bir dönemeç olduğunu söylemek çok yanlış değil.
Bu dönemeçten itibaren, neyin değiştiğini ve ne yönde değiştiğini söylemeden, hızla değişen bir şeyler olduğunu söylemekle yetinmek ise hem gelişmelerden bir şey anlaşılmadığını anlatır; hem de kimseye bir şey söylenmiş olmaz.
Asıl altı çizilmesi gereken şudur: Değişmekte olan ve daha da değişecek olan emperyalistler arasında ikinci paylaşım kavgasının sonucunda kurulan dengelerdir. Bu dengelerin yerinden oynaması şimdilerde başlamış da değildir. Çoktan beri sarsılmaktadır. Bu dipten gelen sarsıntıların sonucunda ilk büyük yıkıntı SSCB ve onun yörüngesindeki taklitleri cephesinde meydana gelmiştir. Öyle ki bu büyük çöküntü neredeyse alttan gelen depremin kendisi kadar sarsıntı yaratmış ve kimilerince asıl depremin bundan ileri geldiğinin zannedilmesine yol açmıştır. Halbuki SSCB ve benzerlerinin dağılması emperyalistler arası paylaşım kavgasının patlak vermesi için bir neden değil bu kavganın ilk büyük sonucu ve belirtisi olarak görülmelidir ve bu gelişmenin de söz konusu kavgayı keskinleştirip ivmelendirdiği unutulmamalıdır.
Değişen Statüko Nasıl Oluşmuştu?
İkinci emperyalist paylaşım savaşına taraflardan birinin yanında katılarak kendi dayandığı bağımsız temelleri kesin olarak inkar etmiş olan SSCB, bu iğreti ve suni varlığını bu savaş sonrasında kurulan dengeye borçluydu. Bu nedenle de daima söz konusu dengenin bozulmamasını gözeten statükocu güçlerin başında olmuştur. Ama bu dengenin temelleri sarsıldıkça, SSCB’nin varlığı da tehdit altına girmiş ve 1991’deki Körfez Savaşı’na gelen süreçte SSCB’yi kuşatan sözümona «sosyalist sistem» giderek erozyona uğramıştır. SSCB bu ilk büyük sarsıntıdan küçülerek ve büyük bir güç kaybıyla, adını da değiştirerek sıyrılabilmiştir ancak.
Böylece eski dengelere bağlı bir siyasal varlık gösteren SSCB ve Doğu Avrupa’daki devletlerle birlikte, varlıkları onların varlığı ile şu ya da bu biçimde ve şu ya da bu ölçüde bağlantılı olan başka devletler de (Yugoslavya, Arnavutluk, Çin) parçalanma veya ciddi alt üst oluşlar yaşama sürecine girmişlerdir. Küba, Vietnam, Kore gibi ikinci Dünya savaşı sonrasının dengeleri içinde şekillenmiş olanlar da giderek hızlanan bir girdabın etkisi altındadırlar. Keza aynı etkenler nedeniyle siyasi varlıklarını bu statükoya göre şekillendirmiş olan akımlar da (en başta Avrupa’daki sözümona komünist partiler ve bu dengelere göre varlık koşulu bulan dünyanın değişik bucaklarındaki irili ufaklı gerilla hareketleri olmak üzere) bir bir tarih sahnesini terk etmekte yahut eski görünümleri ile kıyaslanamayacak ölçülere indirgenmekte ve etkinliklerini kaybetmektedirler.
Kaba çizgileri ile tasvir edilen bu tabloya bakarak neyin değişmekte olduğu ve nelerin eskisi gibi olmayacağı hakkında daha kesin saptamalar yapılabilir.
İkinci emperyalist paylaşım kavgasının sonuçlarına göre kurulan uluslararası dengeler yeni paylaşım kavgasının ihtiyaçlarına göre ve bu kavganın asli dinamikleri tarafından değiştirilmektedir.
Değişik vesilelerle ama hemen hemen aynı kesimler tarafından bir feryat gibi dile getirilen «artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» sözleri işte bu statükonun değiştiğine işaret eder. Bu statüko üzerinde varlık bulanların çığlığı gibi algılanmalıdır. Bu gibiler aynı zamanda hemen varlıklarını sürdürebilecekleri yeni dengeler bulmak yeni kurulan dengeler içinde kendilerine yer bulmak maksadıyla hızlı bir değişim ve yenilenme furyasına kapılmakta hatta bu tür furyaların ön saflarına yerleşmektedirler. «Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» tekerlemesi de eski görüş ve tutumların değiştirilmesi ihtiyacının kılıfı olan bir can simidi gibidir.
Kesin olan şu ki, bu tekerleme ham hayaller peşinde koşanların, bu uykudan uyanırken attıkları bir çığlık gibidir. Ama bu gibilerin hayallerinin yıkıldığının farkına varması ile dünyanın başka türlü dönmeyeceği de o kadar kesindir. Üstelik bunlar sık sık hüsrana uğrayıp, her seferinde eski rüyalarını oradan buradan kırparak yeniden görmek üzere bir zihin uykusuna dalma alışkanlığı edinmiş gibidirler.
Barış ve İstikrarın Temelleri Sarsıldıkça Barış Hayalleri Depreşiyor
Çok zaman olmadı; emperyalistlerin Irak’a bir önceki seferlerini düzenledikleri sırada da «hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» diye düşünmekten ve böyle konuşmaktan hoşlananlar az değildi. O zaman asıl önemli olan ve sürece damgasını vuran, SSCB ve onun yörüngesindeki taklitlerinin tarih sahnesini resmen terk etmekte oluşları idi. O zaman «hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» diyenlere dünyanın globalleştiğini söyleyenler eşlik ediyordu.
Kimileri bu durumu «artık tek kutuplu bir dünya olacak» diye yorumluyordu. Kimileri «sosyalist sistemin çözülüşü yahut çöküşü» diye gördükleri bu gelişmeyi büsbütün bir karamsarlık ve umutsuzluğa kapılarak ve bu karamsarlığı yaymak üzere «hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» demeyi tercih ediyordu. O zamanlar da, her zaman olduğu gibi aklı havada olan bazıları (troçkistler, AEP taraftarları veya eski maoistler gibi), önceleri bu gelişmenin hayırlara vesile olacağı hayaline kapılarak «artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» demeyi tercih ediyorlardı.
Bunların birçoğu sonradan ayakları biraz daha yere bastıkça SSCB ve taklitlerindeki depremin kendilerini de silkelediğini fark ettiler. Kof iyimserliklerini terk ettiler ve «sosyalist sistemin çöküşü» demeye dilleri varmadığı için, SSCB ve uydularının çöküşünü onların kendilerine taktığı resmi isimle anarak (yani reel sosyalizmin çöküşü diyerek) ayaklarına dolanan bir olumsuzluk gibi tarif etmeye başladılar.
Bunların hepsinin egemen düşünceleri artık dünyanın savaşsız bir dünya olacağı, savaşların diplomatik yollardan engellenebileceği idi. Birinci Körfez Savaşı bunları uykularından uyandırmaya yetmemişti. TV’lerden izlenen savaş sahnelerinin karşısında pek çokları bön bön, artık savaşların sonu geldi diye düşünmenin tuhaflığını fark edemedi. Sanki savaşın ve emperyalistlerin silahlanmalarının nedeni SSCB’nin varlığı imiş gibi birçokları SSCB’nin ortadan kalkmasının artık barışçıl değişim imkanlarının doğmasına yol açacağını düşünüp savunmaya başladılar. Halbuki daha önce de aynıları SSCB’nin varlığının ne pahasına olursa olsun korunmasını barışı sağlamanın biricik teminatı olarak yutturmaya çalışıyorlardı.
Elbette, geçen Körfez Savaşı’ndan bu güne gelirken özellikle de son Irak saldırısı sayesinde, bunların pek çoğu bu ham hayalden sıkıldılar. Sözümona «tek kutuplu bir dünyada» savaş dinamiklerinin gerileyeceğini, barış yönündeki dinamiklerin güçleneceğini hayal ediyorlardı; son savaş bu hayali senaryolarda birtakım rötuşlar yapma gereğini dayattı.
SSCB bahanesinin ortadan kalkmasıyla emperyalizmin özellikle de ABD’nin militarizmden vazgeçmeyeceğini geç de olsa idrak edenler, bu kez onu dengelemek için yeni bir kutup yaratma gereğini vurgulamaya başladılar. Halbuki zaten dünya sandıkları gibi tek kutuplu olmuş değildi. Aksine giderek netleşen çizgileriyle iki emperyalist kamp birbirleriyle dalaşmak üzere hazırlık halindeydiler. Dolayısıyla el yordamıyla ABD’nin karşısına yeni bir kutup yaratma gereğini fark edenler ister istemez oluşmakta olan ikinci kutbun peşine düştüler. ABD’nin militarist saldırılarına onun rakiplerinin elini güçlendirerek karşı koymaya başladılar. ABD’ye karşı küresel bir barış hareketi yaratarak savaşın önünü alabilecekleri sevdasına kapıldılar. Bunu da «artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» tekerlemesiyle yeni bir icatmış gibi sunmayı da ihmal etmediler.
Bu Terane Şimdi mi Çıktı?
Halbuki eskiden hangi rüyanın peşindeydi bunlar? Eskiden de merkezinde SSCB’nin olduğu bir dünya barış hareketi sayesinde ABD emperyalizmini kuşatarak savaş çıkarmasını önlemekten söz etmiyorlar mıydı? Bugün «eskisi gibi olmayan» nedir? Eskiden dünya barış hareketi SSCB’nin sağladığı denge üzerine oturuyordu ve merkezinde SSCB vardı. Bugün güya emperyalizmin savaş çılgınlığını önleyecek çözüm diye yutturulan küresel barış hareketinin arkasında ise ABD’nin henüz onunla savaşacak çapta olmayan emperyalist rakipleri var. Bu durumun da eskisinden daha iyi bir durum olmadığı kesin. Galiba eskiden farklı bir şey daha var: geçmişte pasifist hareketlerin arkasında SSCB’nin bulunması pek çok ulusal devrimci akımı bu harekete kuşkuyla bakmaya yöneltiyordu. Şimdi bunların pek çoğu arkasında ABD’nin emperyalist rakiplerinin bulunduğu bir pasifist akımın kuyruğuna takılmakta ve buna dair umutlar beslemekte mahsur görmüyorlar.
Sorunun esası başka yerdedir. Asıl sorun çoktan beri sözümona Marksist geçinenlerin gözlerini örten ideolojik göz bağlarıyla ilgilidir. Bugünkü ideolojik körlüğün temelinde çok eski bir demagojinin hala süren etkisi vardır. Daha ikinci dünya savaşı patlamadan evvel komünizm ve enternasyonalizm kisvelerinin ardına saklananların çoğu dünyadaki gelişmelere damga vuran baş çelişkinin «emperyalizm ile sosyalist sistem» arasındaki çelişki olduğuna inanıyordu. Emperyalist merkezlerden pompalanan propaganda da bu fikri desteklemekteydi. Onlar da iki kutuplu bir dünyadan, yahut «Doğu-Batı çelişkisi»nden söz ederken aynı şeye işaret etmekteydiler. Yanılgının kaynağı da tastamam buradadır.
Tek Kutuplu Dünya Olur mu?
Sermayenin egemenliğinden beri dünya hiçbir zaman tek kutuplu yahut çok kutuplu olmamıştır. Daima iki kutupludur ve sınıf mücadelesi sonuçlanıncaya kadar da öyle kalacaktır. Ne var ki söz konusu olan iki kutup kapitalist üretim ilişkilerinin temel çelişkisinin damga vurduğu emek ve sermaye kutuplarıdır. Daha somut olarak da bu iki kutuptan birinde burjuva devletlerinin üzerinde hiyerarşik bir sistem olarak kurulu olan emperyalizm yer almaktadır. Diğerinde ise siyasallaşması egemen sınıf haline gelmek için mücadele etmekle başlayan işçi sınıfı ile kendi kaderini tayin etmek için emperyalizme başkaldıran ezilen halklar vardır. Bu iki kutuptan birincisi kendi varlığından vazgeçmeksizin diğerini ortadan kaldıramaz. İkinci kutbun tam olarak teşekkül etmesi için bile diğerini ortadan kaldırması şarttır.
Sermaye dünya üzerinde egemenlik kurduğundan beri dünyadaki gelişmelere damgasını vuran bu çatışmadır, bir diğer adıyla sınıflar mücadelesidir.
Birinci emperyalist savaşın ardından galip mağlup diye ayırt etmeden bütün emperyalistleri karşısına alan ve bütün devletlerden bağımsız olan Komünist Enternasyonal, kendi aralarındaki paylaşım kavgasının enkazları üzerinde parçalanmış duran ve savaşın galiplerinin belirlediği bir düzene göre toparlanma sancıları içinde olan burjuva devletlerinin karşısına işçi sınıfı ve ezilen halkların iradesini ifade etmek üzere dikilmişti. SSCB de, Komünist Enternasyonal’in arkasında durduğu müddetçe, dünya çapındaki güçler dengesinin belirlenmesinde önemli bir devrimci dinamik olarak rol aldı. Komünist Enternasyonal’in yerine geçmeye kalkışıp onu ikame ettiği andan itibaren de bu niteliğini kaybetti. İkinci paylaşım savaşından sonra da, galip emperyalist devletlerle yaptığı ittifakın sonucunda oluşan statükonun bekçisi daha doğrusu esiri oldu.
Keşke Her Şey Eskisi Gibi Yüzyılın Başındaki Gibi Olsa
Komünistler eski ile yeni kavramlarını emperyalistlerin belirlediği gündemin gelgitlerine göre değil bu tarihsel ölçekte tarif ederler. Bizim için eski dönem Ekim Devrimi ve Komünist Enternasyonal’in kuruluşunun damga vurduğu dönemi ifade eder (bu dönemeç aynı zamanda yeni bir dönemin, proleter devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları çağının açılışına işaret eder). Zaman olarak bu dönemin çok eskilerde kalmış olması, tarihsel bakımdan bu dönemin insanlığın geleceğini ifade eden ufkun en ileri noktası oluşunu ortadan kaldırmaz. Dünya dengeleri bakımından proletaryanın ve ezilen ulusların ağır bastığı koşullar çok eskilerde kalmıştır. Kısmi çıkışların yahut statükocu oportünistlerin yarattığı geçici dengeler dünya durumuna damga vuran gücün emperyalizm oluşunu ortadan kaldırmış değildir.
Bu nedenle, kimilerini ister iyimser ister karamsar bir bakış açısıyla «artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» diye düşündüren gelişmelerin hiçbiri, emperyalizmin hala ve eskiden olduğu gibi hüküm sürdüğünü düşünen komünistler için bir yenilik ifade etmez. Aksine böyle düşünenler açısından her şey çoktandır olduğu gibidir.
Elbette emperyalistler arası çelişkilerin veya emperyalistlerle statükocu oportünistlerin güç dengelerinin damga vurduğu bir dünyada sık sık değişimler olur bir dönem bir sonrakine benzemeyebilir. Nitekim bu bakımdan birbirinden ayırt edilebilecek dönemler olduğu kesindir. Ama bunların hepsi aynı genel çerçevenin içinde kalmaya mahkum olacaktır. Bu çerçevenin dışına çıkan bir dinamik belirdiğinde ise artık, eski ile yeni kavramları da bambaşka birer anlam kazanacaktır.
Eğer eski derken dünya proletaryasının devrimci bir önderlikten mahrum olduğu koşulların kastedildiğinin altı çizilirse, «hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak» sözleri bambaşka bir anlam kazanır. Komünistler bu sözü bilinç ve inançla dile getirdiklerinde aynı zamanda «artık dünyayı biz değiştireceğiz» anlamında devrimci bir iradeyi ve umudu temsil etmiş olacaktır. Aynı tekerlemeyi tekrarlamaktan hoşlanan liberaller ve emperyalizm yardakçıları da bir korku ve endişeyle «eyvah yine önceki gibi, yani geçen yüzyılın başındaki gibi olacak» diye feryadı koparacaklardır. İşte o zaman devrimciler rahatlıkla kendilerini bunlardan ayırıp «şimdi yandınız işte; her şey önceden olduğu gibi olacak Bolşeviklerin yaptığından iyisini yapacağız» diyebilirler. Ancak bu noktadan sonra gerçekten «artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak» demek mümkün olacaktır. İnsanlığın çoktan beri böyle bir ferahlığı ifade etmeye ihtiyacı ve yanıp tutuşan bir arzusu vardır. Demagogların rağbet görmesi de bundandır. Komünistlerin ödevleri arasında demagogların maskelerini düşürüp işçi sınıfının gözlerini açmak başta gelir.