[Aşağıdaki yazı Köz’ün Şubat 2018 özel sayısında yayımlanmıştır.]
Yaygın kanının aksine emperyalistlerin denizaşırı yahut sınırlarının ötesindeki topraklar üzerinde hâkimiyetlerini sağlamak ve sürdürmek için bunları bölüp parçaladığına dair bir somut örnek yoktur. Tersi doğrudur. Koskoca Hindistan oldum olası İngiltere tarafından bir tek valiyle bir bütün olarak yönetilmiştir. Ancak İngiltere bu toprakları terk etmek zorunda kaldığı noktada bölmeye kalkışmış önce iki sonra da üç parça (Hindistan-Pakistan, sonra Batı ve doğu Pakistan, nihayet Pakistan ve Bangla Deş) üzerinde de bir hâkimiyet sağlayamamıştır.
Çin de asırlar boyu tek parça halinde muhtelif sömürgeci/emperyalist devletler tarafından yönetilmiştir. Hiç biri Çin’i küçük parçalara bölmeyi tercih etmemiştir; tersini bir bütün olarak ele geçirmeyi tercih etmişlerdir. Ta ki Çin’in ana kıtası bağımsızlığını elde edince Hong Kong veya Tayvan’da ayrı bir egemenlik alanı elde etmeye razı oluncaya kadar.
Keza Kore de hep tek parça halinde sömürgeleştirilmiştir; ancak bağımsızlık ve emperyalistler bakımından yenilgi kendini dayatınca Kore’nin bir parçasına razı olmak zorunda kalmışlardır.
Portekiz kendisinden kat be kat büyük Brezilya’yı bölüp parçalamaya hiç yönelmemiştir. Avrupa’da egemenliği Napolyon tarafından sona erdirilen Portekiz Kralı Brezilya’ya taşınıp geri dönünceye kadar hükümranlığını bir bütün olarak Brezilya topraklarında sürdürmek zorunda kalmıştır.
Sömürgeci İspanya bırakalım deniz aşırı toprakları bölüp parçalamayı egemenliğini ilan etmek için önce İber yarımadasındaki birbirinden bağımsız toprakları birleştirip ondan sonra sömürge seferlerine çıkmıştır ve sömürge imparatorluğunu mümkün olduğu kadar büyük parçalarda egemenliğini sağlayarak kurmuştur.
Keza Belçika ve Hollanda için de böyledir.
Fransa Vietnam’ı (o zamanki ve Vietnam dilindeki karşılığıyla An Nam) hep bir bütün olarak yönetmeye gayret etmiş, beceremeyeceğini anlayınca da bir bütün olarak ABD’ye devretmiştir.
Fransa’nın sömürge imparatorluğunu bunları bölüp parçalayarak kurduğu da doğru değildir. Hatta Kardinal Richelieu’den beri Fransa bütün deniz aşırı toprakları mümkün olduğu kadar bir araya getirip tek bir merkezden yönetme gayretleri vardır. On yedinci yüzyıldan beri Fransa deniz aşırı topraklarını bir araya getirip tek bir merkezden, adı bazen Donanmadan sorumlu devlet bakanlığı, bazen donanma bakanlığı, yahut deniz aşırı topraklar ve sömürgeler bakanlığı adlarıyla ihdas edilen bir bakanlık üzerinden yönetmeye gayret etmiştir. Halen de Fransa’nın deniz aşırı toprakları François Hollande zamanında adı Denizaşırı Topraklar Bakanlığı olarak konan bakanlık tarafından birbirlerinden bir hayli kopuk ve uzak oldukları halde tek parça halinde yönetilmektedir.
Keza Çarlık Rusyası ve Osmanlı İmparatorluğu da başka toprakları parçalayıp yönetmekten ziyade bunları bir bir ilhak edip birleştirerek tek bir merkezden yönetmeyi daima tercih etmişlerdir.
Demek ki tarihsel örneklere kabaca bir göz atıldığında bile sömürgecilerin ve böl parçala yönet diye bir mutlak ilkeleri olmadığını ve bunda çıkarları olmadığını görmek zor değildir.
PAYLAŞIM SAVAŞI VE BALKANLAŞTIRMA
Buna karşılık bu efsaneye kaynak olan başlıca olgu Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’daki topraklarının rakip emperyalistler tarafından paylaşılması amacıyla gerçekleşen parçalanmasıdır. Buna Balkanizasyon=Balkanlaştırma da denir. Ne var ki bu dönemeç esasen emperyalizm çağının açılışını ve birinci emperyalist paylaşım savaşının ısınma hareketlerini işaret eder.
Leninist Emperyalizm teorisi dünyanın belli başlı emperyalist devletler arasında paylaşılmasının tamamlandığı koşullarda yeniden paylaşılmasının kendini dayatacağını öğretir. Bu koşullarda emperyalistlerin kendi aralarında anlaşıp pazarlıklar yaparak bu yeniden paylaşımın sağlanamayacağını anlatır. Bu nedenle emperyalizm çağının kaçınılmaz olarak emperyalist güçler arasında dünya çapında bir yeniden paylaşımın gündeme geldiği koşullarda dünya çapında bir yeniden paylaşım savaşının kaçınılmaz olduğunu saptayarak Kautsky’ci pasifist emperyalizm kavrayışlarından kendini ayırt eder.
Bu paylaşım savaşlarına birbirlerine karşı farklı ittifaklar halinde katılan emperyalist güçler ve destekçileri elbette doğaları gereği hasımlarından mümkün olduğu kadar büyük toprak parçalarını koparıp her biri bunları mümkün olduğunca büyük parçalar halinde kendilerine mal etmek için savaşa girerler.
Ama bahis konusu olan bir ittifak olduğundan sonuçta ganimetin paylaşılması kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Bu takdirde de galip devletler arasında güçlerine ve savaştaki marifetlerine orantılı olarak ikinci bir paylaşım kavgası gündeme gelir. Hatta bu noktada paylaşılması söz konusu olan topraklar sadece mağlup devletlerin egemen olduğu topraklar değildir. Bu savaşta aktif olarak taraf olmaktan kaçınan büyük sömürgeci/emperyalist devletler de kaçınılmaz olarak mönüye dahil olmaktan kaçınamazlar.
İki emperyalist paylaşım savaşının sonucunda ortaya çıkan tablo tam da bunu gösterir. Her iki savaşın mağlupları savaş öncesinde sahip oldukları sömürgelerini ve egemenlikleri altındaki toprakları büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Örneğin Avrupa’nın en eski ve en haşmetli imparatorluğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adeta Viyana ve çevresiyle sınırlı zengin ama küçük bir devlete indirgenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu 1917 Devrimi’nin yarattığı sürprizli dinamiklerin sonucunda Lozan’da çizilen sınırlara ve ağır bir borç ve tazminat yükünü sırtlayarak razı olmak zorunda kalmıştır.
Öte yandan bu iki savaş boyunca savaşın dışında kalan Portekiz, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka gibi geçmişin büyük sömürge imparatorlukları bu ürkek tutumlarının bedelini bütün sömürgelerini kaybederek ödemişlerdir; bir başka deyişle mönüye dahil olmaktan kurtulamamışlardır. Buna karşılık eski bir İngiltere/Fransa kolonisi olan ABD bu savaşlarda aktif bir rol almasının karşılığında yeni ve büyük bir emperyalist güç olarak emperyalistler kulübünde kendine büyük bir yer açmıştır.
Bu paylaşım kavgasının sonucunda ganimetin belli başlı galip güçler arasında paylaşılması gündeme geldiğinde elbette bu ganimete dâhil olan toprakların parça parça paylaşılması arzu edilir. Bu esas amaç olmasa da kaçınılmaz bir sonuçtur.
Nitekim bu durumun en tipik ve çarpıcı örneğini Ortadoğu haritasına bakarak görmek zor değildir. Her ne kadar bu harita “ilhaksız bir barış” şiarıyla savaşın erkenden sona ermesini sağlayan Bolşeviklerin müdahalesiyle Sykes, Picot ve Rus Çarı’nın bakanlarının çizdiği haritadan farklı biçimde tecelli ettiyse de esasen İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin ve bir ölçüde de ABD’nin belirleyici rolüyle biçimlenmiştir. Afrika’da Asya’da ve Güney Amerika’da da (her ne kadar üzerinde ayrıntılı bir biçimde durmak yaşadığımız topraklarda adetten değilse de) benzer sonuçlar doğmuştur.
Ama hiç kuşkusuz emperyalistlerin “böl parçala yönet” diye bir ilkesi olduğuna dair efsane Balkan savaşlarından başlayıp Birinci Emperyalist Savaşın sonuçlanmasıyla ortaya çıkan tablodan esinlenen bir varsayımdır.
Bu saptama aynı zamanda ve esasen emperyalizm çağına Kautsky’ci bir bakış açısının ürünü olan yanılgıyı anlatır. Zira Kautsky’ci bakış açılarına göre emperyalizm çağının belirleyici özneleri belli başlı emperyalist güçlerden ibarettir.
Oysa Leninist emperyalizm tanımı ise madalyonun öteki yüzüne de ışık tutar; hatta daha çok bu yöne dikkat çeker: buna göre söz konusu olan sadece “emperyalizm çağı” değil “emperyalizm, proleter devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri çağıdır”.
BİR ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ TANIMI GEREĞİ BÖLÜCÜ OLMAK ZORUNDADIR
Bu itibarla bu çağda dünyanın siyasi haritasının muhtelif parçalar halinde yeniden şekillenmesinin tek ve başlıca nedeni emperyalistlerin dünyayı bölüp parçalama niyetleri değildir. Bilakis emperyalist güçlerin birbirleriyle kaçınılmaz bir savaşa tutuşmasını fırsat bilerek, kendi devletlerine karşı bozgunculuğu esas alan bir proleter devrim mücadelesine girişen emekçilerin önünü açar. Bunun yanı sıra sömürge ve ilhak boyunduruklarına karşı kendi kaderlerini tayin etmek üzere ayaklanan ezilen halklar da dünyanın çehresinin değişmesinde belirleyici özneler haline gelir.
Bu etken dikkate alındığı takdirde elbette “şu ya da bu ülkenin toprak bütünlüğünün bozulması esasen emperyalistlerin amaç ve niyetidir” diye bakılamaz. Zira bu bütünlüğün bozulmasında çıkarı olan ve bunu isteyerek bu amaçla ayaklanan ezilen halklar da vardır.
Bu nedenle, her ne kadar ulusal kurtuluş mücadeleleri bir ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit ederek bir “parçalanmaya” yol açıyor olsa da böyle bir parçalanmaya karşı çıkmak komünistlerin ve ulusal devrimcilerin değil şoven ve sosyal şovenlerin bakış açısını anlatır. Leninist yaklaşım da bu nedenle “ezen ulusun milliyetçiliği ile ezilen ulusun milliyetçiliği” arasındaki ayrıma vurgu yapar. Ezilen ulusların milliyetçiliğini kayıtsız şartsız meşru kabul ederek bu doğrultudaki mücadele eden komünist yahut ulusal devrimci akımları destekler.
Bu hatırlatmaların ardından tekrar somut olarak Suriye ve Ortadoğu’daki duruma dönersek; herhangi bir emperyalist gücün Ortadoğu’yu veyahut Ortadoğu’daki devletlerden herhangi birini bölüp parçalayarak bu parçalardan biri üzerinde hâkimiyet kurmak gibi bir amacı yoktur. Aksine her biri bir bütün olarak Ortadoğu üzerinde ve hiç değilse bu haritayı oluşturan devletler üzerinde kendi hâkimiyetini sağlama peşindedir. Orta Doğu’nun veyahut Ortadoğu denilen bölgeyi oluşturan devletlerden bir kaçının yahut birinin parçalanması ancak belli güçler arasındaki paylaşım kavgasının sonucunda ortaya çıkabilecek olan bir sonuçtur. Bu kavga henüz sonucuna varmış değildir.
Ama madem ki emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası Ortadoğu’nun muhtelif bileşenleri olan devletlerin parçalanmasıyla sonuçlanma ihtimalini taşımaktadır o halde bu devletlerin toprak bütünlüğünü savunmak ve egemenlik alanlarını arttırmak da bu devletlerin çıkarlarını savunanlara düşer. Kendilerini devletleriyle özdeşleştirerek böyle davrananlara şoven denir. Sosyalist bir kimlikle kendini tanıtıp böyle davrananlara da sosyal şoven denir. Kendi ulusal çıkarlarını önde tutmak yerine kendilerini ezen devletinkileri öne çıkaranlara da kendilerini ulusal kurtuluş hareketi olarak takdim etseler de ulusal hain denir.
Komünistler ise emperyalist savaşlarda “kendi devletimizin yenilgisi ehveni şerdir” diye yola çıkar ve bu yenilgiye katkı koyacak ulusal devrimci kurtuluş hareketlerini de temel müttefik olarak görür.