Bu yazı Temmuz 2016 tarihli KöZ Gazetesinin 11. sayısında yayımlanmıştır.
KöZ’ün sayfalarında uzunca bir süredir Erdoğan’ın gerileyişine dair saptamalar yapılmakta, bu saptamalar KöZ’ün arkasında duran komünistleri sol içerisindeki diğer akımlardan ayırt etmektedir. Zira bu tespit esas olarak nesnel gelişmelerin okunmasındaki bir farklılıktan çok, var olan nesnel gelişmelerin yarattığı dinamikler ve imkânlara dair farklı bir konumlanışa işaret etmektedir. Erdoğan’ın güçlenerek, önündeki engelleri teker teker kaldırarak, adım adım diktatörlüğe yürüdüğü tespitinde bulunanlar aynı zamanda “siyaset alanının daraldığını”, siyasi mücadelede imkânların tükendiğini, emekçi kitlelerin giderek çaresizleştiğini, tekrarlamaktadır. Oysa bu tutum Erdoğan’a karşı savunmayı örebilmek için burjuva akım ve kurumlarıyla emperyalist bağlantılı odaklarla işbirliği yapmaktan başka çare kalmadığını savunmaya varır. Doğrusu Erdoğan’ın diktatörlüğe yürüdüğü tespiti bu teslimiyetçi, uzlaşmacı tutumu örten bir kılıftır. Bir kılıftır zira herhangi bir burjuva aktörün yahut karşı-devrimci odağın güç kazandığı dönemlerde devrimci siyasal mücadele verilmez demek külliyen yanlıştır.
Erdoğan Diktatörlüğe mi Yürüyor?
Bununla birlikte olgular “diktatörlüğe ilerleyen Erdoğan” tespitinin çürüklüğünü iyiden iyiye ortaya koymaktadır. Erdoğan’ın KöZ sayfalarında daha önce de işaret edilmiş açmazları bugün de geçerliliğini korumaktadır. Erdoğan uluslararası düzlemde sıkışmıştır, Amerika ile arası giderek bozulduğu gibi bu durumu telafi etmek için başka bir devletle ortaklık ilişkisi geliştirememektedir. Son günlerde, kanlı bıçaklı olunan Rusya’dan itibarsızca dilenen özür, İsrail’e ödünler verilmesi üzerine varılan anlaşma ve hatta Suriye ve Mısır’la gizli kapaklı yapılan görüşmeler bu tespiti tümüyle teyit etmektedir. Erdoğan sıkıştıkça manevra yapmaya çalışmaktadır, fakat bu manevraların, içinde debelendiği krizi çözeceği şüphelidir.
Devlete hâkim değildir. Anayasa Mahkemesi, yargının diğer ayakları düzenli olarak Erdoğan’ı çelmeleyen adımlar atmaktadır. Akademisyenler ve Can Dündar davaları bunu doğrulayan örneklerdir. Yargıtay ve Danıştay’daki son operasyonlar da bu duruma karşı Erdoğan’ın son hamleleridir. Ne var ki Anayasa Mahkemesi üyelerinin ancak yaş haddinden koltuklarını terk edeceklerine dair düzenleme nedeniyle bugüne kadar Sezer’in atadıklarından sadece bir tanesi ayrılmış, Gül’ün atadıklarının ise üç ila beş yıldan önce yerlerini boşaltmaları mümkün değildir. Bu da en az başkanlık kadar Erdoğan’ın yeni Anayasa arayışlarının konularından biri olsa gerektir.
7 Haziran seçimlerinden beri Erdoğan’ın her konuşması onun siyasi olarak Ergenekon artıklarıyla faşist-milliyetçi güçlere teslim olduğu saptamasını doğrular niteliktedir.
Ama Kuzey Kürdistan’da Erdoğan’ın başlattığı iç savaş onun açmazını daha da büyütmektedir. Uzunca bir süredir zaten Kürtlere vadedeceği bir şey kalmamış olan Erdoğan şimdi ise Cumhuriyet tarihinin en büyük kan dökücüleri arasına girmiştir. Operasyonların amacına ulaşamayıp, Erdoğan’ın Kürdistan’da çakılı kalmış olması, başka bir deyişle Cumhuriyet tarihinin bu en büyük operasyonunda Cumhuriyet tarihinin en büyük bozgununa doğru ilerlemesi kendisi açısından durumu daha da vahim kılmaktadır. Kendi zemininde kolay bir başarıyla rakiplerini sindireceğini sanan Erdoğan’ın fiyaskosu desteğini almayı umduğu milliyetçi kesimleri kendi tarafında uzun süre tutmasını güçleştirmektedir.
Ahmet Davutoğlu’nun azlini de bu bağlamda okumak gerekir. Davutoğlu’nun görevden alınış biçimi AKP tarihinde bir ilktir ve esas olarak Erdoğan’ın kendi konumunun zayıflamasından ne denli endişe duyduğunu anlatır. Azil vakası komplo teorilerine başvurmadan açıklanması imkânsız bir duruma yol açıp Erdoğan’ı kendi seçmeni karşısında güç duruma düşürmüştür. Aynı zamanda AKP içinde kirli çamaşırların ortalıkta yıkanması dönemi de başlamıştır. Tüm bu gelişmeler, Amerikancı basının iddialarının aksine, Erdoğan açısından erken seçimi tercih edilebilir bir seçenek olmaktan çıkarmaktadır.
Davutoğlu’nun görevden alınması AKP içinde egemenlik savaşı veren iki ihtiraslı politikacının savaşı olarak okunmamalıdır. Daha doğrusu her geçen gün görülmektedir ki Erdoğan içine sıkıştığı açmazın asıl sorumlusu olarak, önceki dönemdeki politikalarını eski ve sadık Başbakanının sırtına yükleyerek çark etmek için fırsat aramaktadır. İsrail ve Rusya’ya dönük hamleleri bunun ifadesidir. Ama bunların Erdoğan’ı içinde bulunduğu açmazdan kurtarması zayıf bir ihtimaldir.
Aslına bakılırsa Davutoğlu’nun kendisi sadık bir Erdoğancı olduğu için Gül-Arınç ve diğer Amerikancı-Cemaatçi unsurları etkisizleştirme operasyonunun başına getirilmiştir. Erdoğan ile Davutoğlu arasındaki gerginlik rejim krizine yol açan siyasi sorunun bir uzantısı olarak okunmalıdır. Erdoğan başkanlık sistemini zorladıkça, yürütmenin başı olarak başbakanı tarif eden 12 Eylül rejiminde, kim başbakan olursa olsun, er ya da geç aynı sorun yaşanacaktır.
Rejim Krizi ve Darbe
Rejim krizi sorunu iki ayrı düzlemde ele alınabilir. Bunlardan ilki daha genel bir açıdan 12 Eylül’den bu yana yaşanan siyasal gelişmelerin Türkiye’nin 1982 Anayasası ile yönetilmesini imkânsız kılıyor oluşudur. Bu anayasanın sunduğu imkanları sonuna kadar istismar ederek ötesine geçen Erdoğan’ın hala rejim krizini derinleştirerek debelenmesi bunun ifadelerinden biridir.
Başka bir deyişle 1990’lardan itibaren Amerika’nın Ortadoğu ve Avrupa’daki hedef ve politikalarının değişmiş olması, buna bağlı olarak Türkiye’ye biçtiği rolün değişmesi esas faktörlerden biridir. Bu nedenlerden ötürü Türkiye’de rejim değişikliğinin giderek büyüyen bir zaruret haline geldiğini söylemek mümkündür. Bu zarureti bir krize dönüştüren şey ise bir rejimi kendi araçları aracılığıyla, içeriden fethederek değiştirmenin mümkün olmamasıdır. Bu soyut ve tarihsel düzlemde Türkiye’de bir rejim değişikliğini zorlayan dinamikler güçlenmektedir. Rejimi kendi mekanizmaları aracılığıyla, o rejimin yasalarına sadık kalarak değiştirmek mümkün olmadığı için de rejimin krizinin derinleştiğini söylemek mümkündür.
Dolayısıyla rejim krizinin derinleşip derinleşmediği meselesini ele alırken öncelikle Amerika’nın Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye dair projelerinde bir yeniliğin olup olmadığına yahut Kürdistan’da 12 Eylül Anayasası’nın deli gömleğine isyanın büyüyüp büyümediğine bakmak gerekir.
Mesele bu şekilde ele alındığında ABD’nin bölgeye dair politikalarının değişmemesi bir yana, Türkiye’nin Amerika açısından taşıdığı önemin azalmayıp arttığından da söz etmek gerekir. Dahası Erdoğan ve onun politikaları nedeniyle Türkiye’nin Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarını bozan en önemli aktör olduğunu söylemek mümkündür. Bugün Suriye’de bir Amerikan-Rus çözümünü, İran’ın Ortadoğu’ya Amerika’nın istediği şekilde entegre olmasını engelleyen Türkiye’dir. Güney Kürdistan’la ilişkileniş biçimi ile Irak’ın ulusal birliğinin altını oyan da Mısır’ın önünü kesmeye çalışan da Türkiye’den başkası değildir. Kürdistan’daki başkaldırı, Rojava’da Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin birer birer ihlal edilmesi rejimin krizini derinleştiren nesnel etmenlerdir. Dahası 1990’ların ortalarından beri “demokratikleşme”, “açılım” kodlarıyla yapılan bir dizi değişikliğin kendisi de rejimin bugünkü moda tabirle fabrika ayarlarına dönmesini imkânsız kılmaktadır. Bu bakımdan bir rejim değişikliği yaşanana dek Türkiye’deki rejim krizinin süreceği tespitimiz geçerliliğini korumaktadır. Bu genel makro gelişmelerin hepsi krizi büyüten faktörlerdir.
Ancak KöZ sayfalarında hiçbir zaman rejim krizi böylesine soyut ve genel bir çerçeveyle sınırlı ele alınmadı. Tersine rejim krizini hep somut bağlamı içine oturtarak, yani Erdoğan’ın gerileyişine ve bu gerileyişe karşın gitmeyişine bağlı olarak tarif edildi. Erdoğan gerilerken, onun karşısına rejimin asli güçleri olarak dikilmesi gereken emperyalist güçlerin, onların uzantısı olan sermaye grup ve ittifaklarının, devletin rejimi korumakla yükümlü aygıtlarının ve siyasi partilerinin de tıkanıyor, tökezliyor yahut geriliyor olması 12 Eylül rejimini krize sokan en önemli gelişme idi. Bugün bu durum da değişmemiştir.
Daha somut konuşmak gerekirse, Erdoğan’ın gerilemesi onun devleti ve partisini kendi çiftliği gibi yönetemediği anlamına gelmektedir. Buna karşılık gerileyişine paralel olarak daha da saldırganlaşması, devlet içinde kadrolaşması ve kendi partisindeki temizlik harekâtlarına hız kazandırması meselenin bir diğer yönüdür. Tüm bu girişimleri sonucunda Erdoğan’ın Brezilya’daki Roussef gibi savcılarla kuşatılması ihtimali ortadan kalkmaktadır. Daha doğrusu Roussef Amerikancı Brezilyalı savcılar tarafından itham edilirken Erdoğan şimdilik ancak Amerikan savcılarının ithamıyla yüz yüzedir. Benzer şekilde gerek 7 Haziran-1 Kasım arasındaki koalisyon görüşmelerinde görüldüğü, gerekse de Davutoğlu’nun azlinde fark edildiği üzere Erdoğan’ın kendi partisi içinden kuşatılması ve etkisizleştirilmesi ihtimalleri de zayıflamaktadır.
Burjuva Muhalefetin Açmazları
Erdoğan’ın laiklik, yolsuzluk, savaş konularındaki başarısızlık ve skandallarla sarsılması, bu noktada CHP’nin seçimler aracılığıyla güç kazanarak Erdoğan’ı etkisizleştirmesi yolunu açmıyor. Zira burjuva muhalefetinin açmazları Erdoğan’ınkinden az değildir. Erdoğan başkanlık için parlamenter kanalları zorlarken bir yandan Kürtlerin gönlünü hoş etmeye diğer yandan da MHP’nin tabanını eritmeye çalışıyordu. Bu imkânsız projenin duvara toslamaması mümkün değildi. Nitekim tosladı da. Bugün Amerika’nın CHP aracılığıyla kurduğu proje de aynı derecede imkânsız bir projedir. Zira CHP’nin ulusalcıları yönetimden tasfiye etmesi ama Vatan Partisi’ne kaptırmaması, cemaatçilerin çizdiği rotada yürümesi ama cemaatçi görünmemesi ve Alevilerin tepkisini çekmemesi, Kürtlerle mesafeyi kapatması ama parti içi muhalifler tarafından ve Erdoğan tarafından “terörist” olarak yaftalanmaması gereklidir. Tüm bunların yanında cumhurbaşkanlığı seçimleri örneğinde görüldüğü gibi Erdoğan’a karşı MHP ile birlikte hareket etmeye mecburdur. Bu imkânsız denklem Erdoğan’ın gafları, arsızlıkları ve katliamlarıyla bir burjuva muhalefetine karşı sayısız imkân sunmasına rağmen CHP’nin bu fırsatları ayağıyla tepmesine yol açmaktadır.
Geride bıraktığımız dönemde CHP’nin dokunulmazlık meselesi karşısında önce ikircikli sonrasında Erdoğan’ın ekmeğine yağ süren bir tutum takınması yahut 1 Mayıs mitingini bir seferberliğe çevirmekten kaçınması da esas olarak bu açmazla ilgilidir. Sıkışan ve saldırganlaşan Erdoğan’ın teröre karşı milli mutabakat vurgusu, milli ve gayri–milli unsurlar ayrımı, Erdoğan’a karşı benzemezler cephesi kurmaya çalışan CHP’yi felç edip iyiden iyiye hareketsiz hale getirmiştir. Tam da bu yüzden Erdoğan’ın kitlesel bir miting dalgasıyla istifaya zorlanması seçeneği de kapalıdır.
AKP ve Reisi’nden Parlamenter Yollarla Kurtulmak Mümkün müdür?
Erdoğan’dan parlamenter araçlar ile kurtulmayı mümkün kılacak tüm alternatiflerin hızla boşa çıkması önemsiz bir gelişme değildir, değişim için düzen güçlerine bel bağlayan reformistlerin karamsarlığını ve hımbıllığını bu gelişmeye bağlı olarak açıklamak gereklidir.
Rejimin değiştirilmesi meselesine gelince, son altı aydaki gelişmeler rejimin bir yasama meclisi üzerinden değiştirilmesini güçleştirmektedir. 1 Kasım sonrasında oluşan yasama meclisinden yeni bir anayasanın çıkması için ya AKP ile MHP’nin anlaşarak 330’u geçmeleri, sonrasında da referandumda yüzde elliyi bulmaları gereklidir. Davutoğlu’nun azli ve MHP’nin kendi sorunlarını çözmek için mahkeme kapılarında dolaşan bir duruma düşmesi bu aritmetik hesabı güçleştirdiği gibi, Kürtlere başarısız bir imha kampanyasına girişmiş, “Hoca”sının ipini çekmiş, yerine “düşük profilli bir başbakan” geçirmiş, diktatörlük arzularını gemleyemeyen bir Erdoğan ile kendini seçmenlerine açıklanamaz bir şekilde AKP’ye teslim etmiş bir MHP’nin bu referandumda yüzde elliyi bulması da şüphelidir.
Dokunulmazlıkları kaldırarak erken seçime gitmek, HDP’den boşalan koltukları doldurarak anayasayı değiştirme yolu da güçlüklerle doludur. Can Dündar davasına müdahil olacak derece karışıp da amacına tam olarak ulaşamayan Erdoğan 30 küsür HDP’linin davalarını jet hızıyla mahkûmiyetle sonlandırıp, sonrasında bu bölgelerde baraj sorunu olmadan yapılacak seçimlerde milletvekilliklerinin yarısını elde etmek ve yine partisinden hiç fire vermemek zorundadır. HDP’lilerin milletvekilliğinden topluca istifa edip sonrasında da seçimleri boykot etmedikleri, yani AKP’ye pas atmadıkları bir durumda bu yol da kapalıdır.
Böyle bir durumda rejimi yasama meclisi aracılığıyla değiştirmek için Erdoğan’ın önünde duran tek alternatif erken bir seçimi zorlamak, bu seçimde MHP ve HDP’yi barajın altına iterek parlak bir seçim zaferi kazanıp bu zaferin ürettiği prestijle Anayasa’yı meclisten geçirmektir. Ancak kulağa hoş gelen bu strateji aslında iki ucu keskin bir bıçaktır. Yukarıda tarif ettiğimiz tablo ve özellikle de Kürdistan’daki başarısızlık ve Davutoğlu’nun azli nedeniyle, Erdoğan’ın Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olması daha kuvvetli bir olasılıktır.
“Darbe”den Neyi Anlamak Gerekir?
KöZ sayfalarına daha önce yansıyan saptamalardan bir diğeri ise yasama meclisi aracılığı yahut anayasayı rafa kaldırmadan bu rejimi değiştirmenin mümkün olmadığı idi. Rejimin düzen güçleri tarafından değiştirilmesi konusunda iki ihtimalden bahsedilebilir: Erdoğan’ın yapacağı bir darbe yahut Erdoğan’a karşı düzenlenecek bir darbe. “Darbe”, “darbe tehdidi” siyasi gelişmeleri analiz ederken giderek daha sık kullanıldığı için “darbe” derken ne anlaşılması gerektiğini daha açık tarif etmek gerekir.
Erdoğan’a yönelik bir darbenin ne anlama geldiğini anlamak güç değildir. Böyle bir darbenin gerçekleşmesi için Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamından anayasal olmayan yollardan, zor kullanılarak düşürülmesi gereklidir. Buna karşılık Erdoğan’ın yapacağı bir darbenin ne olduğuna dair rivayet muhteliftir.
Kimileri tarafından 7 Haziran’dan 1 Kasım’a uzanan sürecin kendisi bir darbe süreci olarak tanımlanmaktadır. Aynı kişiler Davutoğlu’nun istifasını da bir saray darbesi olarak tanımlamaktadır.
Her iki durumda anayasanın çiğnendiği açıktır. Birinci durumda Erdoğan anayasanın kendisine verdiği yetkilerin dışına taşarak hükümet kurulmasını engellemiş ve seçimleri geçersiz saymıştır. İkinci durumda ise bir partinin içişlerine müdahale ederek daha önce atadığı genel başkanı istifaya zorlayarak, başbakanı düşürmüştür. Ancak anayasanın çiğnenmesi başka şeydir, ilga edilmesi başka bir şey. Onun için Erdoğan’ın bir darbe yapmaya ihtiyacı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu da henüz olmuş değildir. Birincisi Erdoğan’ın günlük pratiğinin bir parçasıdır.
Ancak Erdoğan devlet demek olmadığı için Erdoğan’ın anayasayı çiğnemesi bir bütün olarak anayasayı geçersiz kıldığı anlamına gelmiyor. Bilakis devlet kurumlarının anayasal düzenin mantığına uygun hareket etmesi ve Erdoğan’ın anayasayı çiğnemesi rejimin krizini derinleştiren bir faktördür. Erdoğan’ın bir darbe yapması için önce anayasayı geçersiz ilan etmesi ve sonrasında da hasımlarını anayasanın kısıtlarına uymadan etkisiz hale getirmesi gereklidir.
Erdoğan’ın parlamentoyu kapatması, CHP’yi yasadışı ilan etmesi vs. bir Erdoğancı darbe anlamına gelse de böyle bir darbenin gerçekleşmesi rejim krizinin çözülmesi anlamına gelmez. Ardından devlet aygıtını yeniden yapılandırması, bunu bir anayasada ifade ederek bu düzeni oturtabilmesi gereklidir.
Parlamenter imkânların birer birer tükenmesi nedeniyle koşulların istediği rejim değişikliğini gerçekleştirebilmek için Erdoğan’ın bir darbeye mecbur olması başka bir şeydir, Erdoğan’ın böyle bir darbeye kalkışacak cesarete ve imkânlara sahip olması ayrı şeylerdir. Tüm siyasi hayatı boyunca işi kitabına uydurarak ilerlemeye çalışan Erdoğan’ın trajedisi bir bakıma reformizmin trajedisidir. Sahip olduğu kitle (seçmen) desteğine karşın, devleti kendi istediği gibi şekillendirememektedir. Keza kendi partisini de militan bir parti olarak şekillendirememektedir. Yani devlet kurumları üzerinden “reformist” bir darbe yapamadığı gibi, bunu sokaktan ve bir kitle hareketinden destek alarak da yapamamaktadır. Sokaktaki atraksiyonları mafya artığı çetelerin ancak polis ve yargı desteğine güvenerek yaptıkları icraatlarla sınırlı kalmaktadır. Sanıklarının pek çoğu AKP saflarında olmasına rağmen hala yeni bir yıldönümünde olduğumuz Madımak örneğindeki gibi bir tertibin bile ipuçları görünmemektedir. Gerileyen bir güç olarak Erdoğan açısından böyle bir darbenin başarıya ulaşma imkânları gün geçtikçe artmakta değil azalmaktadır.
Buna karşılık Erdoğan karşıtı bir darbenin somut bir olasılık haline gelmesinin birinci yolu tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi ülkenin yönetiminin kademeli bir şekilde ordunun eline geçmesi ve en sonunda sivil yönetimi avucu içine almış generallerin yönetime el koymasıdır. Ancak Kürdistan’daki iç savaşta görüldüğü üzere Erdoğan bu yolu kapatmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Bunun en bariz belirtilerinden biri sıkıyönetim ilanına yanaşmamaktaki ısrarıdır. Ama güçsüzlüğü nedeniyle bu ısrarın bedeli giderek askeri personelin sorumsuzluğunu arttırıp sorumluluğu kendisinin ve hükümete bağlı bürokrasinin sırtında ağırlaştırmak olmaktadır.
Bu yüzden sıkıyönetim yolunun kapanması Erdoğan karşıtı bir darbe ihtimalinin ortadan kalkması anlamına gelmez. Tersine ordunun üst kademelerinin rejimi koruyacak hamlelerde bulunamaması ordunun alt kademelerinde ordu içi hiyerarşiyi bozacak şekilde cunta girişimlerine kapı aralar. Erdoğan “cemaatle” birlikte erkenden tasfiye ettiği pek çok yüksek rütbeli subayın daha çok görünür ve konuşur hale gelmesine paradoksal biçimde yol açmak zorunda kalmıştır. Bunların yerine geçen sınırlı sayıda Erdoğan’a sadık subay olsa da onlar gibi terfi etme umuduna sahip olamayan ve eski komutanlarına kulak vermeye hazır daha geniş bir subay topluluğu olduğu da açıktır. Nitekim askeri personele yasal korunma zırhı sağlayan düzenleme içinde bilhassa albayların emekli olup ıskartaya çıkması yerine bir süre daha bu rütbenin imtiyazlarını korumasına kapı aralayan maddeler üzerinde pek durulmasa da bu tehlikeye karşı bir tedbir olarak anlaşılabilir.
Erdoğan’ın Kürdistan’daki savaşı yürütmek için şoven bir ideolojiye teslim olması, yürütülen savaşta kurumsal olarak olmasa da fiili olarak faşist ve milliyetçi kesimlerin etkili olması böyle bir darbe için elverişli koşullar hazırlamaktadır. Ama yürütülen savaşın Kürdistan’da sarpa sarması devlet hiyerarşisini topyekûn bozacak bir darbe girişimini de maceracı bir girişim haline getirmektedir. Bunun için dışarıdan, “Atlantik ötesinden”, daha güçlü ve açık bir desteğe ihtiyaç olduğu git gide daha çok görünmektedir.
Darbe Tespitleri Neye Hizmet Ediyor?
Bugün Erdoğan’ın olası bir “darbe”sinden söz edenler aslında sahici bir darbe gerçekleştiği takdirde bu darbeye karşı mücadele etme fikrini peşinen pörsütmektedirler. Zira darbe olasılığından söz edenlerin hiçbirisi bu tespitten hareketle mücadele yöntemlerini ve örgütlenme biçimlerini değiştirmekte değillerdir. Örneğin darbe olacak diye legal çalışma koşullarından vazgeçmeye ya da uzaklaşmaya yönelen yoktur. Adeta darbeye karşı burjuva yasallığına hatta 12 Eylül rejiminin yasallığına adını koymadan sığınan güvenen bir tutum kendini göstermektedir. Ama bu şartlarda dahi ilk ve en sık akla gelen şey kitlesel gösteri ve mitinglerden kaçınma eğilimidir. Adeta darbe olasılığına bakarak “aman darbecilere bahane sunmayalım” gibi bir tutum belirmektedir. Bu da gerçekleşmiş ve başarılı olmuş bir darbeye karşı kimseyi koruyacak bir önlem olmadığı gibi olası bir darbeyi önleme konusunda başlı başına bir güçten kendini mahrum bırakmak anlamına gelir.
Bu bakımdan eğer darbe olasılığına karşı bir tutum değişikliğinden söz edilecekse bu olumsuz anlamda yani var olan eylem ve etkinliklerin dahi tatil edilmesi anlamında bir değişikliktir. Dolayısıyla darbe tespiti bugün için sadece yanlış bir tespit değildir, aynı zamanda darbecilere karşı teslimiyet yahut darbecilere karşı düzen güçleriyle uzlaşma çağrısıdır. Başarısız darbe girişimlerinin devrimci dinamikleri tetikleyeceği koşullar altında bu çağrıların bir kitle seferberliğinin önünde engel olacağı açıktır.
Derinleşen Rejim Krizi ve Düzen Güçlerinin Açmazı
Derinleşen bir rejim krizi ve düzen güçlerinin bunu bir darbe yoluyla çözme konusundaki isteksizliği ve cesaretsizliği düzen güçlerinin şu ya da bu kesimine bel bağlayan reformistlerin karalar bağlamasına yol açmaktadır. Bununla birlikte rejimin krizinin derinleşmesine yol açan dinamikler aynı zamanda Kuzey Kürdistan’da hükümetin başlattığı iç savaşın bırakalım Türkiye çapında yayılmasını Kürdistan’ın diğer kesimlerine bile yayılmasına yönelmemek teslimiyetçi tutumun başlı başına bir ifadesidir. Bu tutumu gerilla eylemleriyle örtme girişimleri ise ancak gözü gerillacılık göz bağıyla bağlı olanlara hitap eden bir gayrettir. Görüldüğü üzere kitlesel öfkenin ve devrimci enerji dinamiklerinin kontrol dışına çıkmasından ölesiye korkan reformistlerin bir kitle seferberliği yoluyla Erdoğan’ı devirip rejimdeki tıkanıkları aşması da mümkün değildir. Tersinden Erdoğan’ın bir emekçi seferberliği ve halk ayaklanması ile gönderilmesini hedeflemeyen reformist akımlar bugün kitle hareketinin önündeki en önemli engellerden biridir.
Bununla birlikte reformistlerin bir kitle seferberliğinin önünü kesen bir rol üstlenmeleri de paradoksal olarak, emperyalist güçler nezdindeki gelişmelerde bir değişiklik olup da Amerikan emperyalizminin geçici bir toparlanma içine girmesi söz konusu olmadığı takdirde, devrimci bir ayaklanma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Verili güç dengeleri içinde düzen güçlerinin maceracı, başarısız darbe girişimleri de bu ihtimali kuvvetlendiren gelişmeler olacaktır.
Yaşadığımız coğrafyada bir devrim ihtimalinin düzen güçlerinin rejim krizini çözme yolundaki başarısızlıklarına paralel olarak kuvvetlenmesi, devrimci bir partinin olmadığı koşullarda başarılı bir proleter devrimin gerçekleşeceği anlamına gelmez. Bilakis devrimci bir partinin olmadığı koşullar altında bu devrim en iyi ihtimalle 1905 Devrimi’nden yahut 1917’deki Şubat Devrimi’nden farklı bir devrim olmayacaktır. Kısacası başarısızlıkla sonuçlanacaktır.
KöZ’ün arkasında duran komünistler bakımından güçlenen bir devrim ihtimalinden söz etmek böyle bir devrime bel bağlama değil, devrimci bir partiyi inşa etme görevinin aciliyetine işaret etmek anlamına gelir. Eksikliği gidererek daha yakıcı bir biçimde kendini gösteren devrimci komünist partinin yaratılması sürecinde reformistlere ve onların belirginleşen engelleyici yönelimlerine karşı mücadeleyi yükseltme ödevine işaret eder.