Bu yazı KöZ’ün Nisan 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır. KöZ yayınları tarafından 2012’de yayımlanmış ve bugün baskısı tükenmiş olan “Ermeni Sorunu Hakkında Söylenmeyenler” broşüründen seçilmiş parçalardan oluşmaktadır.
Soykırım Kavramı Emperyalistlerin İcat Ettiği Bir Terimdir
Bütün bu tarihi gerçekler bir yana, Ermenilere yönelik baskı ve katliamların soykırım kavramıyla gündeme getirilmesi bir başka bakımdan üzerinde durulmayı hak ediyor. Bunun için birinciyi bir an için bir kenara bırakıp, ikinci emperyalist paylaşım kavgasının sonunda galip devletlerin icat ettiği bu soykırım kavramının mahiyeti üzerinde düşünmekte yarar var.
Ermenilerin (ve onlarla birlikte başka gayri- müslim azınlıkların) tarih boyunca maruz kaldıkları kitlesel kıyım ve katliamlar hiç değilse 19. yüzyılın sonlarından itibaren sistematik biçimde sürmüştür. 1948’de soykırım bir uluslararası hukuk terimi haline gelinceye kadar bu kıyımlar ‘katliam’, ‘kıyım’, ‘büyük felaket’ (yahut Ermenicesiyle ‘Meds Yeghern’) gibi terimlerle anılagelmiştir. Zaten Yahudiler de resmi jenosit kavramından önce ve hala aynı olayı kendi dillerinde Shoah (felaket) olarak anmaktadır.
İkinci paylaşım savaşı sona erdiğinde, bu savaşın galipleri bu galibiyeti temsil eden güçler dengesini kalıcı kılmak üzere BM teşkilatını kurup, buna göre kimi hukuki düzenlemeler yaptı. Soykırım kavramı da bu çerçevede icat edildi. Esas olarak Almanya’yı ve münhasıran Yahudilere karşı sistematik kıyım tutumlarından dolayı mahkûm etti.
Oysa o dönemde Nazilerin toplama kamplarında veya toplu kıyımlarda katlettiği sivillerin toplam sayısı 17 milyon civarında sayılırken, Yahudiler bunlar içinde 6 milyon civarındadır. Buna karşılık örneğin aynı furyada mutlak rakamlarla değilse bile, oransal olarak Yahudiler kadar kıyıma uğrayan Çingeneler (Romanlar) resmen soykırım mağduru olarak görülmedi. Aynı dönemde Avrupa’daki tam sayıları bilinmeyen Romanların ve Sintilerin (genel olarak Çingene diye anılırlar) yarısının tamamen yok edildiği düşünülmektedir. Onlar da kendi dillerinde bu olayı herkesi öldürme anlamına gelen ‘samudaripen’ kavramıyla anmaktadır.
Ama ne Nürnberg mahkemeleri sırasında, ne de sonradan bu kıyım, resmi soykırımın çerçevesine pek girememiştir. O nedenle olsa gerek, bugün Fransa’da Yahudilere yönelik latife yapmak dahi anti-semitizm olarak kınanmakta, hatta dava konusu bile edilebilmektedir. Oysa Romanlarla dalga geçmek, onları horlayıp dışlamak âdeta olağan sayılır; en azından bir suç teşkil etmez. Hatta Fransız hükümeti 2010 yılı içinde on bine yakın Romanı kaçak oturma izinleri bulunmadıkları gerekçesiyle sınır dışı edecek kadar pervasızdır.
Nazi toplama kamplarında Yahudilerle Romanların yanı sıra, eşcinseller, özürlüler, Yahudi olmayan Polonyalılar vb. de topluca katledildi. Onlarla birlikte komünistler ve anti-faşistler de toplu kıyıma uğradı. Ama BM tarafından kabul edilen bu ayrımcı soykırım sözleşmesi ‘görüş ve inançlarından ötürü’ ibaresini içerse de, onlar bu uygulamanın mağdurları arasına ancak Yahudi kökenli oldukları ölçüde girebildi ve öyle anıldı. Keza aynı savaşın mağlupları arasındaki Japon İmparatorluğu’nun doğu Asya’da uyguladıkları sistematik katliam ve kırımların da bu resmi soykırım kavramı çerçevesinde anıldığına rastlanmaz.
Avrupalı sömürgecilerin 15. yüzyıldan itibaren Kuzey ve Güney Amerika’da, Atlas Okyanusu’ndaki ve başka denizlerdeki sayısız adada yaşayan halkları çoğunlukla tek bir fert kalmayıncaya kadar katletmesi de asla bu resmi soykırım tanımına girmemektedir. Kuzey Amerika’nın yerli halklarının ve Avustralya’nın aborijinlerinin sadece sembolik ve turistik bir varlığa indirgenmesi de asla soykırım çerçevesinde sayılmaz.
Aynı biçimde Çarlık Rusya’sı döneminde Yahudilere uygulanan sistematik kıyımlar Rusçasıyla Pogrom diye anılagelir ve kimse bu uygulamaları soykırım kavramı çerçevesinde anmaz. Zaten Ekim Devrimi ile birlikte Çarlık tüm mirası ile birlikte tarihe gömüldüğü için pogrom da, kırbaçlama cezasının adı olan ‘nagayka’ da tarihe gömülü kalmıştır.
Bu bakımdan bugün kullanılan resmi soykırım kavramı besbelli evrensel bir ölçü değildir. Daha ziyade, özgül bir çerçeve içinde tutulmak istenmiştir. Uluslararası siyasi çekişmelerde emperyalist devletlerin kendi anlık çıkarlarına göre başvurduğu bir diplomatik/demagojik alet olarak kalmaktadır.
Nitekim Ermeniler bakımından bu kavramın yaygın bir ölçekte kullanılması bile, bu sözleşmenin kabul edilmesi ile birlikte otomatik bir biçimde olmamıştır. Uluslararası dengelerin değişimine az çok koşut bir biçimde gündeme gelmiştir. Somut olarak da SSCB’nin dağılmasına varan süreçte ivme alıp, bu gerçekleştikten sonra az çok sistematik hale gelen bir kullanım söz konusudur.
Zaten birinci dünya savaşını sonlandıran ve galip devletlerin mağluplara dayattığı anlaşmalardan biri olan Lozan Anlaşması’nda dahi, savaş yıllarına tekabül eden ‘1915 olayları’ bahis konusu edilmiş değildir. Ermeniler adına hareket eden siyasi hareketler ve hamileri o aşamada azınlık haklarıyla yetinmiştir. 1915’te ve öncesinde maruz kaldıkları kıyımlarla ilgili herhangi bir talep ve yaptırım istememiştir. Yahut emperyalistlerin kendilerine sunduklarına razı olmuştur.
Komünistler söz konusu olayı ve benzer tarihsel gelişmeleri emperyalist hukukun terimleri çerçevesinde almayı reddetmelidir. Bu tür kırımlara maruz kalanların yapageldikleri gibi, katliam, kıyım vb. terimleri kullanırken herhangi bir komplekse kapılmamalıdır. Çünkü önemli olan bu olayı emperyalist hukuka göre mahkûm etmek değildir.
Emperyalistlerin ve burjuva diktatörlüklerinin tüm günahlarının hesabını bir proleter devrimiyle sormak gerekir. Komünistlerin proleter devriminin ahlakından başka bir ahlakı olmaması da bunu gerektirmektedir.
Bu tür olayları soykırım sözleşmesi ve yaptırımları ile çözmek istemek ise, tarihin hesabını emperyalist paylaşım kavgasının galiplerinin insafına bırakmak anlamına gelir. Ya da bir başka güncel benzetmeyle tarif etmek gerekirse AKP’nin Dersim’in hesabını sormasına razı olmak gibi bir şey olur. Bu da bir yandan Kürtlere karşı ayrımcılık ve katliam hareketlerini sürdürürken, sözüm ona Dersim açılımı yapmayı vadeden AKP’nin demagojisine eşlik etmek olur.
Türkiye’de bilerek bilmeyerek devlet ve burjuva siyasetinin dümen suyunda hareket edenler, tıpkı başka konuları BM’nin İnsan Hakları çerçevesinde çözmek için gayret göstermektedir. Dolayısıyla Ermenilerle ilgili tarihi suça da aynı emperyalist kurumun soykırım sözleşmesi çerçevesinde çözüm aramakta bir mahzur görmezler.
BM’nin kuruluşuna SSCB’nin de ortak olması ve BM sözleşmelerinin altında SSCB’nin imzasının bulunması bu konuda bir yanılsamanın doğmasına yol açmaktadır. Bu durum bu kuruma emperyalist savaşa son veren bir emperyalist anlaşmanın damga vurduğu gerçeğinin görülmesine engel olmaktadır.
Bu nedenle de kimse Birleşmiş Milletler’e Komünist Enternasyonal’in Milletler Cemiyeti’ne yaklaştığı gibi yaklaşmamaktadır. BM ve sözleşmeleri söz konusu olduğunda kimse bu referanslara başvurmayı aklından bile geçirmemektedir.
KöZ’ün arkasındaki komünistler başka konu larda olduğu gibi, bu konuda da referanslarını şaşırmamakla yükümlüdür. SSCB’nin 1934’te Milletler Cemiyeti’ne üye olması, bu emperyalist kurumun niteliğinin değiştiğine değil, SSCB’nin ve bu tutumu onaylayan Komünist Enternasyonal’in niteliklerinin değiştiğine delalet eder. İkinci emperyalist paylaşım kavgasında SSCB’nin taraf olmuş olması da, bu savaşın karakterinin değiştiğine değil, SSCB’nin karakterinin değiştiğine delalet eder. O nedenle de komünistlerin bu emperyalist kuruluşları ve onların kurallarını meşru ve muteber saymaları için herhangi bir neden yoktur. Aksine Birleşmiş Milletler örgütünü de zamanında Komünist Enternasyonal’in Milletler Cemiyeti için kullandığı sıfatlarla anmaya devam etmek gibi bir ödevleri vardır.
Bununla birlikte, Türkiye’de solu oluşturan akımlardan hiçbiri, hatta o dönemlerde SSCB’yi herhangi bir vesileyle karalamak için fırsat kollayan troçkistler dâhil hiç kimse bu soykırım kavramının kıskacından kurtulma ihtiyacını hissetmekte değildir. Tıpkı sömürgeciliği meşru kabul eden İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi konusunda olduğu gibi…. Bu nedenle de Ermeni sorunu gündeme geldiğinde, oportünistler, revizyonistler ve merkezciler sorunu komünistlerin ölçü ve terimleriyle ele almak yerine, burjuvazinin araç ve terimleriyle yaklaşmaktan kurtulamamaktadırlar.
Soykırımı Reddedenlerin Öne Sürdüğü ‘Tehcir’ Daha Hafif Bir Suç Değil
TC ve taraftarları ise bir başka sıkıntı içindedir. Hem soykırım sözleşmesini meşru sayıp, hem de soykırım suçlamasından kurtulmak istemektedir. Bunun için “soykırım yok tehcir var” demagojisine sığınmaktadır. Solda yer alan kimileri ise, soykırım terimi üzerinde vurgu yapma eğilimindedir. Sanki soykırım yerine tehcir dendiğinde Osmanlı İmparatorluğu’yla mirasçılarının suçları hafiflemiş olacak gibi davranmaktadırlar. Böylece soykırım-tehcir kısır döngüsüne girmeye razı oldukları gibi, aynı zamanda olayı sadece 1915 çerçevesinde ele alma tuzağına da düşmektedirler.
Bu da demokrasi ve insan haklarına dair sorunların çözümünün burjuvazinin sorunu olduğu ve komünistlerin ödevlerinin de burjuvazinin bu sorunları çözmesini teşvik edip, desteklemekle sınırlı olması gerektiği hakkındaki Menşevik tutumun kaçınılmaz sonuçlarından bir başkasıdır.
Komünistler ise, her türlü baskı ve katliama karşıdır. Dolayısıyla da ister Hamidiye alayları eliyle, ister başka yol ve yöntemlerle ezilen Ermeni halkına karşı yapılan katliamlara da karşıdırlar. Bunları herhangi bir burjuva kategorisine sığdırma gayretkeşliğine düşmezler. Emperyalistlerin suçlarının emperyalistlerin kanunlarına göre ve onların mahkemelerinde görülmesine razı olmazlar.
Bu eylemlerin hepsini büyük/küçük demeden suç sayarlar. Daima ezilen ulusların isyan ve tepkilerini meşru kabul etmeye de özen gösterirler. Böylece soykırım-tehcir demagojisinin gizlediği başka gerçeklere dikkat çekme imkânı da elden kaçmaz.
TC ve taraftarı sosyal şovenler tehciri savaş koşullarında başvurulan bir uygulama olarak mazur gösterme eğilimindedir. Buna karşılık aynı TC, aynı gerekçelerle benzer uygulamalara şiddetle karşı çıkmaktadır da.
Örneğin ikinci emperyalist savaş sırasında Nazilerle işbirliği eğilimindeki toplulukların topluca sürgün edildiği SSCB örneğinde de böyledir. Bilhassa Kırım Tatarları, savaşta Nazilerle işbirliği yaptıkları ve Kızıl Ordu’ya karşı sabotaj faaliyetleri tertipledikleri gerekçesi ile, topluca Kırım’dan Orta Asya içlerine sürgün edilmiş ve bu sürgün sırasında önemli bir kısmı katledilmiştir. TC ve milliyetçi şoven akımlar bu uygulamaya oldum olası ve şiddetle itiraz etmektedir. Ama Ermenilere yapılanları güya meşru bir tehcir kılıfına gizleyerek mazur gösterme çabalarını da elden bırakmamaktadır.
İşin doğrusu, 1915’te, Prusyalı ortaklarının da ısrarı ile Osmanlı devleti tarafından benimsenen ve bizzat Talat Paşa tarafından yürütülen resmi adıyla Ermeni Tehciri, pek çok burjuva devletinin de başvurduğu gerici baskı tedbirlerinden biridir. Bu baskı tedbirleri çerçevesinde yapılanlar BM’nin soykırım tarifine uysa da uymasa da insanlığa karşı bir suçtur.
Kaldı ki aynı savaşta o zaman kullanılan kimyasal silahlar da sonradan ‘gayrı insani’ bulunup yasaklanmıştır.
Ama kimse bu silahların kullanılmasıyla bir insanlık suçu işlendiğini geriye dönük olarak soruşturma zarureti görmemiştir. Zira emperyalist anlaşmalarla belirlenen bu tür kurallar paylaşım savaşlarının sonuçlarını tescil etmek ve bunun gereklerini dayatmak için yapılır. Amaç insanlığa karşı işlenen suçları kovuşturmak ve bu suçların faillerinden hesap sormak yahut bu tür suçların tekerrürünü önlemek değildir. Böylece bir savaşta klor gazının kullanılmasını suç ilan edip, sonra nükleer silahla veyahut napalmlarla toplu katliam yapmak suç sayılmaz. Bilakis teknolojik gelişme ve modernleşme bağlamında görülür. Zira bu insan hakları vb. düdüklerini çalanlar daima galipler, güç ve silahı elinde tutanlardır. Onlar da genellikle uluslararası finans kapitalin üstün gelen kesimlerinin paralı hizmetkârları, bekçileridir.
Ulusal yahut dini veya siyasi tutum ve görüşlerinden ötürü, topluca suçlu sayılarak şu ya da bu mazeretle kitlesel halde yerlerinden edilmesi ve yol boyunca kitlesel olarak kıyıma uğratılması daima bir suç sayılmalıdır. Ama komünistler bakımından bu suçun hesabı ‘Türkler’den değil, gerici Osmanlı devletiyle onun mirasına sahip çıkanlardan ve emperyalistlerden sorulacaktır. Bu bakımdan bu suçun emperyalistlerin soykırım tanımına girip girmemesinin bir ehemmiyeti yoktur.
Kimileri emperyalistlerin koydukları ölçüleri esas almakta mahzur görmeyip, tersinden “tehcir değil soykırım var” diyerek TC’nin maskesini düşürdüklerini sanmaktadır. Bu tutarsız ve ikiyüzlü tutuma soldan gelen bir eleştiri ile karşı çıktıklarına pek rastlanmamıştır.
Oysa tehcir yahut toplu sürgün tedbiri, her burjuva diktatörlüğünün savaş ve ‘ülkenin birliği’ söz konusu olduğunda azınlıklara, ezilen halklara veya muhalif/bozgunculara karşı meşru kabul ettiği ve sistematik olarak uyguladığı bir baskı ve kıyım tedbiridir. Zaten ne Osmanlı ne de mirasçısı TC bu uygulamayı Ermenilere mahsus bir uygulama olarak görmediklerini yıllar boyunca göstermiştir ve hala uygulamaktadır. Bu bakımdan “soykırım yok tehcir var” derken veya “bu sorunu tarihçilere havale edelim” derken, aynı zamanda bugün terör bahanesiyle köyleri yakılıp, sürüleri telef edilen ve sürgün edilen Kürtlere karşı yaptıklarını da meşru göstermek istemektedir.
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin ‘zorunlu iskan’ adı altında tabi tutuldukları toplu sürgün ve göç ettirmeler, köylerin ormanların yakılması sürülerin telef edilmesi nedeniyle Kürtler de topluca göçe zorlanmıştır.
Bu uygulamalar sırasında maruz kaldıkları baskı ve katliamları da BM’nin ‘soykırım’ tanımına girip girmediğine bakmaksızın aynı çerçevede görmek ve mahkûm etmek de komünistlerin ödevleri arasındadır.