(Bu yazının orijinali Ekim 2005 tarihli Proleter Devrimci KöZ Gazetesi Sayı 28’de yayımlanmıştır.)
Yaşadığımız topraklardaki ezilenler ve emekçiler bugünlerde cumhuriyet tarihinin en kapsamlı saldırılarından biriyle karşı karşıya bulunuyor. İşsizlik gün geçtikçe büyüyen bir kâbus, yoksulluk gitgide artan sayıda insanın günlük yaşamının bir parçası olmuş durumda; gitgide daha çok insan daha fazla yoksullaşıyor.
Kürdistan’daki özel savaş koşullarının ortadan kalkmasıyla kısılan kirli rant musluklarının açığını kapatmak uğruna KİT’ler yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor ve emperyalist kuruluşlarla hem işsizliği hem yoksullaşmayı kamçılayan kölelik anlaşmaları imzalanıyor.
Bu tedbirlerin aksamadan uygulanabilmesi için emperyalist efendilerin «teröre karşı topyekûn savaş» ilan etmelerinin sağladığı imkanlardan da ilham ve cesaret alarak baskı tedbirleri arttırılıyor. Emekçilerin ve ezilenlerin bu baskılara karşı direnmelerine imkan vermemek, onları büsbütün silahsızlandırıp uysallaştırmak için türlü entrikalar tertipleniyor. Sendikalar işe yaramaz içi boş kabuklar haline getirilirken, siyasi ve demokratik örgütlenmeler «havuç ve sopa» yöntemleri ile gerici yasalara boyun eğmiş kısır ve eylemsiz uysal muhalefet odakları haline getirilmek isteniyor.
Bugünlerde tırmanan işsizlik yoksulluk ve bunlara koşut olarak artan baskılar elbette sermaye düzeninin doğası ile izah edilebilir ve temel çelişkilerinden ileri gelir. Ama son 20 yıldır bu topraklardaki işsizlik ve yoksullaşmanın sermaye düzeninin genel sonuçlarından ayrı tutulması gereken özel nedenleri de vardır. Somut çözümlere ulaşabilmek için asıl bunlara ışık tutmakta yarar var.
İşsizlik Yoksullaşma ve Baskıların Özel Nedenleri
Hiç değilse 80’li yılların ortalarından beri yaşadığımız topraklarda işsizlik, sermaye düzeninin olağan işleyişinden ziyade özel kirli savaş yöntemleri ile körükleniyor. Köyleri yıkılan, ekinleri meraları yakılan, sürüleri telef edilen, kendi köylerinde kendi kimlikleri ile yaşamaları imkansız hale getirilen milyonlarca Kürt yerlerinden yurtlarından edildi. Bir lokma ekmek uğruna ve altında barınabilecekleri eğreti bir dam bulabilmek için çoluk çocuk hep birlikte çalışmak üzere kentlere göç etmek zorunda bırakıldılar. Uzun zamandır işsizlik bu zorunlu göç ile kamçılanıyor; yoksulluk onların yaşam koşullarına göre şekillenerek boyutlanıyor.
Daha az ücretle daha kötü çalışma koşullarına boyun eğerek daha kötü yaşam şartlarına razı edilmiş Kürt yığınları kentlere yığıldıkça, oradaki emekçilerin iş güvencesi de kalmaz oldu. Onlar da daha düşük ücretlerle daha kötü şartlarda çalışmaya ve yaşamaya razı olacak hale gelmeye başladılar. Böylece bir yandan da emekçiler arasında rekabet ve düşmanlık tohumları ekilmek istendi. İşsizliğin nedeni Kürtler, yoksulluğun adı Kürtler gibi yaşamak zorunda kalmak gibi gösterilmek istendi. Kürdistan’dan sürgün edilen emekçiler adeta büyük kentlere oradaki emekçilerin ekmeğini elinden almak ve yaşam standartlarını düşürmek maksadıyla akın eden bir çekirge sürüsü gibi gösterilmek istendi.
Buna rağmen Kürdistan’da sert bir kavga sürdüğü müddetçe eşitsizlik ve yoksulluk kıskacı altındaki emekçi yığınlar arasında bir Kürt-Türk kavgasının nifak tohumları atılamadı. Buna zemin sağlayacak gelişmelere neredeyse hiç rastlanmadı. Bırakalım bunu, bu gün iç savaş çığırtkanlığı yapanların hiç biri bu nedenle patlak verebilecek bir iç çatışmadan söz etmeyi bile aklından geçirmedi o zaman. Aksine özellikle düzen güçleri Kürdistan’da bir savaş yürürken kentlerde gerilimin artmaması için özel bir özen gösterdi. Devletin iki cephede birden savaşmak zorunda kalmaması için kentlerde nispeten daha barışçıl koşulların sürmesine dikkat etti. Hatta bu maksatla kentlerdeki boyundurukların görece gevşetilmesine ve barışçıl siyasal mücadele kanallarının açılmasına bilhassa gayret gösterildi.
Sonuç itibariyle on binlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının göç etmesine mal olduğu halde, 15 yıllık savaş koşullarında bir Kürt-Türk çatışması kışkırtılamadı. Çatışma Kürtlerle Türk devleti arasında kaldı.
Son zamanlarda bir Türk-Kürt çatışması yaratılmak istendiği hakkında kopartılan yaygaranın bahane ettiği gelişmelerle kıyaslandığı zaman kat be kat vesile bulmak mümkün olduğu halde, devlet ve onun hizmetindeki şoven milliyetçi akımlar kendi denetimlerinde bir kitle hareketini ne kadar uğraşsalar da kışkırtamadılar. Aksine hem savaşıp hem barış isteyen Kürtler daima düzenin ve düzen savunucularının yüreğini hoplatan büyüklükte kitleleri seferber etmekte zorlanmadılar. Bu hareketin etrafında toparlanan destek ve dayanışma hareketleri de daima Türk-Kürt çatışması niyaz edenlerden daha güçlü ve etkili oldu. Hala da öyledir.
Daha Önce Yaşananlardan Daha Keskin Bir Çatışma Ortamı mı Var?
Bununla birlikte, düzenin temsilcileri ve savunucuları geçen yıldan beri kontrollü ve sınırlı bir kışkırtmayı körüklerken burjuva medya bunu pompalayıp alarm zilleri çalıyor. Türkiye sanki bir iç savaşın eşiğinde imiş ve her zamankinden daha ciddi bir iç savaş olasılığı varmış gibi bir ortam yaratılıyor. Ama bu vaveyla yükseldikçe, bir iç savaştan sahiden korkması gerekenler değil, bundan en az endişeye kapılması beklenenler telaşlanıyor.
Daha ilginci bu telaş içinde özellikle devrimciler arasında çarpıcı bir hafıza kaybı bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor. Geçmişi unutmak ve unutturmak isteyen tasfiyeciler de burjuvazinin hizmetkarlarına paralel bir gayret içinde bu bellek silinmesi işlemine katkı sunmaktan geri durmuyorlar.
Hangi soruların sorulması gerektiği de bu hengame içinde belirsizleşiyor.
Niçin on binlerce insanın öldüğü daha fazlasının işkencelerden geçtiği zindanlara tıkıldığı milyonlarca Kürdün yerinden yurdundan edildiği yıllarda yani sahici bir savaşın sürmekte olduğu zaman koparılmadı bu iç savaş yaygaraları?
Niçin devlet ordusu helikopterleri ile kendi zindanlarına sefer düzenlediğinde kimse «ne oluyoruz acaba iç savaş mı var?» sorusunu sormadı?
Niçin devlet askeri ve polisi ile panzerleri ve greyderleri ile gecekondu mahallelerine sefer düzenleyip orada «kondumuzu yıktırmayız» diyen emekçilerin barikatlarıyla karşılaştığında bunun bir iç savaş görüntüsü olup olmadığını kimse sormadı?
Sahiden Bir İç Savaş Olasılığı mı Var?
Bununla birlikte, bugünlerde yükseltilen iç savaş yaygaralarına neden olan gelişmeler elbette görmezden gelinemez. Ne Trabzon’da TAYAD’lılara yönelik linç girişimi ve onu izleyen gelişmeler; ne Cunda adasında, Manisa’da ve başka yerlerde olanlar; ne de en son Bozüyük’te meydana gelen saldırılar hafife alınacak gelişmeler değildir. Ama devrimcilerin bu gelişmeler karşısında düzenin temsilcilerinin ve savunucularının söylediklerine bakarak hareket etmesi, reformistlerin reflekslerini tekrarlaması şart mıdır?
Aksine bugün bu provokasyonların ardındaki güçlerin yaratmak istediği tabloya aldanarak değil, önceki deneyimlerin dersleri ışığında bu gelişmelere yaklaşmak gerekir. Aksi takdirde bu provokasyonları tertipleyen düzen güçlerinin beklediği refleksleri göstermek işten bile değildir. Öte yandan geçmişin üzerine sünger çekip sözüm ona yeni reçetelerle tasfiye planlarını hayata geçirmek için fırsat kollayan tasfiyecilerin tepki ve değerlendirmelerine kulak vermek de en az bu provokasyonları tezgahlayanların beklentilerine uygun davranmak kadar tehlikelidir.
Bu gelişmeler karşısında devrimcilere düşen, hafızaların tazelenmesini sağlamak ve aynı topraklar üzerinde yaşanmış benzer gelişmelerle bugünküleri serinkanlı bir biçimde kıyaslayarak bugünkü tablonun gerçek mahiyetini ve çapını ortaya koymaya öncülük etmektir. Çünkü bu deneyimlerini donanmak bugün sahneye konmak istenen tertipleri boşa çıkarmanın en önemli gereklerinden biridir.
Yakın tarihimizde Maraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da yaşananların canlı tanıkları hala aramızdadır. Açıktır ki henüz bu çapta bir saldırıyla kıyaslanamayacak kışkırtma ve saldırılar söz konusudur. O kadar uzağa gitmeye de gerek yok. Daha yakın zamanlarda Aziz Nesin’i bahane ederek kışkırtılan aynı güruhun Madımak oteline sığınanlara yönelik hiddet ve şiddeti ile Bozüyük’teki otobüse saldıranlarınki de kıyas kabul etmez. Acaba Madımak oteline sığınan aydınlar, faşist güruh için Öcalan’ı ziyaret etmeye giden DEHAP’lılardan daha fazla kin ve nefreti telkin eden bir topluluk mu oluşturuyordu? Acaba onlara yönelik saldırı toplumda daha fazla meşruiyet bulması olası bir saldırı mıydı?
Uzatmaya gerek yok. Besbelli ki bugün iç savaş alarmları çalınmasına neden olan olaylar yakın bir geçmişteki benzer gelişmelerle kıyaslanması mümkün olmayan çapta gelişmelerdir. Bunlar karşısında gösterilen panik bu gelişmelerin çapı ile orantılı değildir.
Bu açıdan bakıldığında burjuva medyasından solun değişik akımlarının yayınlarına kadar yaygın bir ölçekte iddia edildiği gibi ortada bir iç savaş olasılığı yoktur.
Buna karşılık böyle bir olasılığı acil ve yakın bir tehdit gibi göstermek isteyenler vardır. Bunların başında bu yaygaranın çıkmasına vesile olacak saldırıları tertipleyenler ve onlara yol verenler gelir. Söz konusu olan düzenin gerçek efendileri ve onların uşaklarıdır. Yani emperyalistlerle onların uşaklarıdır.
Açıktır ki, bunlar istikrarın bozulmasını, ülkenin bir iç çatışmaya sürüklenmesini en son isteyecek olanlardır. Bu bakımdan bu cenahtan yükselen iç savaş alarmları bir iç savaşı kışkırtmak için değil, bilakis böyle bir olasılığın önünü kesmek için çınlamaktadır. Burjuvazinin hakim kesimleri bir iç savaş umacısı yaratarak Kürtleri ve devrimci akımları bir adım daha geriletmek, hem sol görünümlü hem de milliyetçi bir çizgide buluşmalarını sağlamak istemektedirler. İç savaş umacısı ve bu maksatla tertiplenen provokasyonlar bu toparlanma ve buluşmayı sağlamak içindir. Pusuda bekleyen legalist tasfiyeci odaklar da bu gelişmelerden kendileri için yeni bir fırsat olarak yararlanmanın ümidiyle iç savaş korolarına eşlik etmektedirler. Bunlar da alamet-i farikaları olan uzlaşma ve barış çizgisine rağbetin artması ümidiyle iç savaş çığırtkanlığı korosuna katılmaktadırlar.
Buna karşılık, her ne kadar bugün iç savaş vaveylası esas olarak kontrollü bir biçimde öne sürülüyorsa da, tamamen bir senaryodan ibaret değildir. Aksine düzen saflarında böyle bir çatışma ortamını sahiden yaratmak isteyen ve bundan kendilerine siyasi bir yarar sağlamayı ümit eden kesimler de vardır.
Bunlar daha çok sermayenin kendi içindeki dalaşın bir önceki evresinde yenik düşmüş olan ve rakiplerini yıpratarak ikinci devrede öne çıkmaya heveslenen kesimlerdir. Kuşkusuz böyle bir çatışma ortamında kendilerine başlı başına bir misyon bulabilecek olan faşistler, şovenizmin önünün açılmasıyla yıldızları yeniden parlamaya başlayan Kemalistler de bunların arasındadır. Bunların da solun en şoven kesimlerinden gelen destek kuvvetleri giderek artmaktadır. Bundan ciddi olarak ürktükleri halde iç savaş yaygarasından ılımlı bir uzlaşma çizgisinin ön alması için yararlanmak isteyenlerin aksine, bu kesimler bir çatışma ve gerilim ortamının doğmasını gerçekten istemektedirler.
Niçin Şimdi?
Bu karmaşık ve çelişkili tablonun ne yöne evrileceğini kestirebilmek için sadece görünürdeki güç dengelerinin nasıl şekillendiğine bakmak yetmez. Bu ortama hayat veren koşulların hangi gelişmelerin peşinden geldiğini de belirlemek lazımdır. Bu maksatla son yıllardaki gelişmeler üzerinde kısaca ve bu bakış açısıyla bir kez daha göz gezdirmek gerekir.
15 yıllık yıpratıcı bir savaşın sonunda Kuzeyli Kürtler emperyalistlerin de devreye girmesiyle büyük bir kıskaca alındılar. Öcalan’ın İmralı’da rehin tutulması ile birlikte Kürtlerin haklı barış ve huzur talepleri teslimiyet ve köleliğe boyun eğme yönünde istismar edilmeye başlandı. Kürtler savaşmaktan vazgeçtikçe şovenist saldırılar cesaretlenip ivme kazandı. Onlar bir adım geri attıkça devlet beş adım üzerlerine vardı. O zamana kadar sesini çıkarmayan pek çok odak da bundan cesaret alıp meydana çıkmaya başladı.
Yıllarca kendi kimlikleri ile kendi başlarına savaşan Kürtlere kendi kimlikleri ile reformist bir çizgide siyaset yapmak bile yasaklandı. Kendi kimlikleri ile kitle gösterisi yapmaları, kendi bayramlarını kendi bildikleri gibi kutlamaları bile çok görülür oldu.
Onlar «Türkiyelileşmek istiyoruz» dedikçe Kürt kimliğini unutmaları ve Türklüğü kabul etmeleri dayatıldı. Öcalan’ı her şeye rağmen kendi önderleri olarak görmeye devam ettiklerini görünce bu sefer Atatürk’ü en büyük önder olarak benimsemeleri dayatıldı. Hatta bunun Kürtlere en çok itibar ettikleri kimselerin ağzından söylenmesine özen gösterildi.
Kürtler «etle tırnak gibiyiz bizi kimse ayıramaz» dediklerinde «siz etsiniz, tırnak biziz ve sizi tırmalamaya devam edeceğiz» dendi. Kürtler geri adım attıkça daha fazla üzerlerine gidildi; uzlaşmak istedikleri devlet üzerlerine geldikçe Kürtler daha fazla geri adım atmaya zorlandı.
Bununla birlikte, hedefine vardığı anlaşılan bütün bu tertiplere rağmen devletin Kürtlerle olan sorunu bitmedi. Başbakan Diyarbakır konuşmasında bir bakıma bunu resmen ilan etti. Kenya’da başlayıp süregiden tertiplerle ve İmralı’da rehin tutulan «önderliğin» gayretlerine rağmen Kuzeyli Kürtlerin Türkiyelileştirilememesinin nedenleri sadece Türkiye’ye bakılarak anlaşılamaz. Devletin «Kürt sorunu» da sadece oraya bakılarak anlaşılamaz.
Zira Kürtler sadece TC sınırları içinde tutsak değildirler; ve Kürdistan Misak-ı Milli hudutlarının ötesine yayılan bir ülkedir. O nedenle Kürdistan’ın kuzeyinde yaşayanların Türkiyelileşmesi sağlansa bile, diğer parçalarında buna uyumlu ve eşgüdümlü bir gelişme sağlamak, şimdiye kadar defalarca görüldüğü gibi, mümkün olmamaktadır. Kürtler parçalanmış bir ezilen ulus olsalar da onları bölen sınırlara rağmen bir ulusal varlık oluşturmaktadırlar. Bu koşullarda Kürdistan’ın parçalı yapısı paradoksal bir biçimde ulusal hareketin eşitsiz ve sıçramalı bir gelişme göstermesine neden olmaktadır. Nitekim son yıllarda Kürtlerin en büyük kısmını oluşturan Kuzey kesiminde göreli bir geri çekilme yaşanırken ve Kuzeyli Kürtler ulusal kimliklerini terk etmeye mecbur edilirken, diğer parçalardaki Kürtler uzun yıllardan beri ilk kez ulusal kimliklerini ve varlıklarını yüksek sesle duyurmaya ve bundan onur duyarak umutlanmaya başlamışlardır. Sınırların ötesinde gelişen bu rüzgar Kürtlerin en büyük bölümünün yaşadığı topraklara da yansımaktadır. O nedenle önderlikleri geri adım atarken bile Kürt yığınları arasında ileri çıkma eğilimleri baş göstermekte, Kürt siyasi akımları umutlarını kah ABD’nin planlarına kah AB sürecine bağlarken ezilen Kürt yığınları kendi kaderlerini kendi ellerine alma arzusunu her geçen gün biraz daha fazla belli ediyor. Kürdistan’ın bütün parçalarında ulusun özgürlüğü ülkenin bağımsızlığı umuduyla çarpmaya başlayan yüreklerin sayısı günden güne artıyor. Yıllardır hep önderlikleri ile özdeş kabul edilen Kürt yığınlarının bağımsız bir ulusal devrimci dinamik olarak öne çıkmasının imkanları arttıkça bundan endişe duyanlar, Kürtleri ezen ulus devletlerinin siyasi çerçevesine entegre etmek için tezgahlanan tertipler de artıyor.
İşte bugünlerde kışkırtılan linç saldırıları ve medya tarafından pompalanarak çınlatılan iç savaş alarmları bu iklimden beslenmektedir. Hem Kürtlerin bir devrimci dinamik oluşturmasından kaynaklanan endişeler sahicidir hem de bu gelişmelerin ileriki seyrinin nasıl olacağını kestirebilmek için bunları muhakkak akılda tutmak gerekir.
Bu bilinçle “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” sloganıyla sosyal şovenizmin ve kirli iç barış şakşakçılığının değirmenine su taşıyanların karşısına “Ezenle Ezilenler Arasında Sömürenle Sömürülenler Arasında Barışa Hayır!” şiarlarıyla dikilmek komünistlerin boynuna borç olmalıdır.