Bu yazinin orijinali Proleter Devrimci KöZ’ün Mart 2004 tarihli 17. sayısında yayımlanmıştır.
Devrimci hareket neredeyse üzerinden 10 yıl geçmiş bulunan 1995 Gazi ayaklanması sonrasında, bu deneyimin derslerini çıkaramamıştır. Öncelikle bu ayaklanmayla ilgili tespitlerin ders çıkarmaya müsait olmadığını belirtmek gerek. Devrimci hareket bu ayaklanmayı anti-faşist bir direniş olarak değerlendirmiş “direnişin” sonunda çıkan ölü sayısına bakarak da, Gazi mahallesinde yaşananlara “bir katliam”dır tespitini yapmıştır. Komünistlerin birliğini savunan komünistler, Gazi ayaklanması sonrasında devrimci hareketin ve genel olarak bu ayaklanmayla ilgili sol hareketten gelen saptamalara yönelik değerlendirmelerini bu olayların sıcağında çeşitli yayınlarda yapmışlardır.
Burjuva basında Gazi mahallesi olayları diye geçen bu ayaklanmanın üzerinden 9 yıl geçti. Gazi ayaklanması halen hafızalarda tazeliğini korusa da yeni bir kuşak devrimci artık bu ayaklanmayı, bulabilirse, tanıklarından dinliyor ya da yıldönümlerinde çıkan gazete yazılarından öğreniyor. Bu gazetelerden öğrendikleri de, Gazi olaylarının failleriyle ilgili açılan dava, bu davanın o kentten bu kente sürülmesi, halen adaletin sağlanamaması, faillerin bulunmamış olması vs.dir.
Gazi ayaklanmasıyla ilgili olarak solun ve devrimci hareketin değerlendirmelerinden, halen patlama dinamikleri taşıyan sınıfın ayrıcalıksız kesimlerini gören ve buraya sınıf perspektifiyle giden bir tutuma rastlayamıyoruz. Gazi ayaklanmasıyla ilgili komünistlerin önceki değerlendirmelerini, komünist hareketle yeni tanışan genç devrimciler için bir kez daha hatırlatma gereği görüyoruz
***
12 Mart 1995 akşamı saat 9 sularında Gazi mahallesinde 4 kahvehane ve bir pastane tarandı. Bu saldırıda cemevinde barınan bir alevi dedesinin öldürülmesi, uzun zamandır bu bölgede biriken öfkenin bir anda Gazi mahallesi sokaklarına dökülmesine yetti. Tepkiler orada kalmayıp başka mahallelere yayıldı; başka mahallelerden Gazi’ye kitlesel, ya da grup grup seferler yapıldı; İstanbul dışında da dayanışma eylemleri gerçekleşti. Bu ilk tepki İstanbul’un varoşlarında bir süredir biriken patlayıcı maddenin hem niteliğini hem de boyutlarını dosta düşmana gösteren bir eyleme, küçük çaplı bir ayaklanmaya büyüdü.
Gazi mahallesindeki tepkilerin yayılarak sürmesi, birçok mahalle ve kentten destek bulması; ölü sayısının artması (ayaklanma başladıktan sonra sayı 17’ye çıkmıştır ) ve yaralanmalara rağmen, yenilmeden sona ermesi; büyük çaplı çatışmalara rağmen, belki de bu yüzden kitlesel gözaltıların olmayışı ve kayda değer bir tutuklanma olmaması ayaklanmanın önemli bir başarısıydı.
Devlet ve düzen güçleriyle devrimciler Gazi mahallesinde kurulan barikatlar etrafında saflaşmışlardı. Kuşkusuz bu saflar ilk defa ve sadece Gazi barikatlarında ayrışmış değillerdir. Ama 12-16 Mart 1995 günlerinde gelişen olaylar siyasal mücadelede sıradan bir gelişmeyi değil önemli bir dönemeci ifade ediyordu. Bu dönemece dokuz yıl sonra tekrar ışık tutmakta yarar var.
Saldırıya Geçen Halk Yığınları, Direnen ve Kendini Savunan Düzenin Güçleridir
Her yıldönümünde ve başka vesilelerle 1995’teki olaylar genellikle «Gazi Direnişi» diye anılmaktadır. Öncelikle belirtilmesi gereken Gazi mahallesindeki olayların bir direniş hareketi olmadığıdır. Aksine 12-16 Mart eylemleri küçük çaplı bir emekçi ayaklanmasıdır; emekçilerin kendiliğinden patlak veren bir kitlesel meydan okuyuşudur.
Yenilgi psikolojisi ve başka etkenlerin katkısıyla şikayetçi, muhalif bir söylem devrimcilerin literatürüne hakimdir ve ayaklarına dolanmaktadır. Devrimciler uzun yıllardır aldıkları yenilgilerin moral bozukluğu içinde mahcup, çekingen ve kuşkucudurlar; savunmada kalmaya neredeyse alışmışlardır. Saldırıya uğrayan, hakları elinden alınan, mağdur olan hep onlar olmuş, bunları geri almak için meşruluklarını mağduriyetlerinden alma eğilimine neredeyse teslim olmuşlardır. Bu nedenle Gazi’de başlayan ayaklanmayı bir başkaldırı olarak değil bir saldırıya karşı savunma, direnme eylemi olarak görmeleri anlaşılır bir durumdur.
Ne var ki, devrimcilerin bu konumu nesnel durumlarıyla olduğu kadar ideolojik gözbağlarıyla da ilgilidir. Kentlerde saldırıyı taktik, savunmayı stratejik bir görev olarak kabul eden halk savaşı teorileriyle şekillenmiş popülist bilinç, neredeyse tüm gövdeleriyle kentlerde yer alan akımların içinde bile hala yaşamaktadır. Birçoklarının Gazi’de kendilerini hala savunma hakkıyla kısıtlı görmesi ve bunu bir direniş söylemiyle dile getirmesi rastlantı değildir.
Mart 95 Ayaklanması’nda İşçi Sınıfı Yok muydu?
Dokuz yıl önce pek çokları Gazi ayaklanmasının en önemli zaafının «işçi sınıfından kopuk» oluşu olduğunu öne sürdüler. Yahut aynı bakış açısıyla güya işçi sınıfı bu olaylara tepki vermedi diye işçi sınıfından umudu kesenler oldu. Bu saçmalıkları başka vesilelerle sürdürenler de az değildir.
Halbuki 12-16 Mart eylemleri, işçi sınıfının devrimci potansiyelinden kuşku duyulmasını doğrulayan hiçbir yön taşımamaktadır. Son yıllarda yaygınlaşan bu modanın savunucularına inat, 1995 Mart eylemleri tam da bu potansiyelin açığa çıktığı ve bağıra bağıra kendini belli ettiği bir deneyim sunmuştur.
Buna karşılık, 12-16 Mart eylemlerinin fabrikalara sıçramadığı, fabrikalarda işçi eylemlerinin kendini göstermediği de bir gerçektir. Buna bakarak da bu eylemlerin işçi sınıfının eylemleri olmadığı sonucuna varılabilir; böyle yapanlar az değildir. Halbuki işçi sınıfının eyleminin fabrikalarla sınırlı olduğu, olması gerektiği yaygın ama yanlış bir düşünüştür; bir yanılsamadır. Aksine işçi sınıfının fabrikalarla sınırlanan eylemi sendikalist bir eylemdir; bu alanla sınırlı mücadelelerden edindiği bilinç de sendikalist bilinçtir. Bu saptama yapılalı çok zaman geçmiştir; belki unutulması bundandır!
Mart eylemleri hiç değilse, yaşadığımız topraklar üzerinde bu yanılsamanın kırılması için iyi bir fırsat oluşturmuştur. Ama bu fırsattan yararlanabilenler pek azdır.
Hatta sonraki gelişmelere bakılırsa o zaman Gazi ayaklanmasında işçi sınıfının olmadığından yakınanların aslında neyin peşinde oldukları daha açık görülmüştür. Gazi’de işçi sınıfı yoktu diyenlerin pek çoğunun Seattle’dan Bombay’a uzanan sözümona küreselleşme karşıtı denen emperyalist güdümlü eylemlerde işçi sınıfı hayalleri görmeleri ibret vericidir.
Gazi Ayaklanması ve Genel Grev Hayalleri
1995 Ayaklanmasının önemli bir sonucu da genel grev yanılsamalarına ışık tutması idi. Sendika bürokratlarının kuyruğunda ve onlar eliyle gerçekleştirilecek bir genel grevi tılsımlı bir silah sanan ve yıllardır bu tehlikeli oyunun içinde debelenenlere gerçek bir genel grevin nerelerden, hangi güçler eliyle, hangi yol ve yöntemlerle gelişebileceğinin ilk işaretleri de 1995 yılında İstanbul’un varoşlarında görülmüştür.
1995 Mart eylemleri işçi sınıfının en çok ezilen sömürülen kesimlerinin kentlerin en yoksul kitleleriyle birlikte gerçekleştirdikleri eylemlerdir. Bu eylemler fabrikaların dışında ve varoşlarda gelişmiştir ve fabrikalara sıçrayamadığı doğrudur. Ne var ki, bu eylemlerin fabrikalara sıçrayamamış olması, fabrikalara sıçrama şansı olmadığından değildir. Aksine bu eksikliğin nesnel değil öznel nedenleri vardır. Bu öznel nedenlerin bir ucunda sık sık genel grev tehdidini ağzına sakız eden sendika bürokratlarının ihanet politikaları olduğu gibi, bir ucunda da bu hayallerle oyalanan devrimci akımların ufuklarının darlığı ve hazırlıksızlıkları yatmaktadır.
1995 Mart ayaklanması bu gerçekleri çırılçıplak ortaya çıkarmıştır. Bu deneyimin dersleri ışığında görünen gerçek, devrimci bir yol açacak bir genel grevin varoşlarda tutuşacak yangının yayılması ve büyük fabrikaları sarmasıyla gelişebileceğinin açıkça görünmesidir.
Mart 95 Ayaklanması’nda Kendiliğindenlik ve Örgütlülük
Sonuçlarına bakarak, tarihsel toplumsal olayların sanki planlanarak ve vardıkları yere varmak üzere gelişmiş olduğunu sanmak, yaygın bir yanılgıdır. Bu genelde rasyonalist burjuva ideolojisinin temel yöntemidir. Ama ne yazık ki, Marksistler, Marksist geçinenler de bu türden bir yaklaşıma pek meraklı olurlar. Oysa, birçok toplumsal olay komplocu planlardan bağımsız dinamikler üzerinde gelişir. Hele devrimci patlamalar çoğu kez en umulmadık, en beklenmedik zamanda gerçekleşir; erken gelirler, sürprizli olurlar; devrimci bir karakter taşımaları da bundandır zaten…
Tam da böyle olduğu için, apansız patlak veren devrimci gelişmelere müdahale edebilmek için buna önceden hazırlanmış bir devrimci örgütün şart olduğu ve böyle bir örgütlenmenin bu türden eylemlerin içinde kurulamayacağı vurgulanmıştır. Gazi mahallesindeki devrimci patlama bunu bir kez daha gösterdi: bu çapta bir eyleme hazırlanmış, onu yönetmeye ve yaygınlaştırmaya müsait bir devrimci örgüt yoktu.
Bu eksiklik nedeniyle, eylemin dayattığı örgütlenme ihtiyaçları ve önderlik işlevleri şu ya da bu örgütün militanları, yerel örgütleri, yahut bağımsız unsurların inisiyatifleriyle giderilmiştir.
Olayın bu cephesine bakıp, eylemlerin ardında «kışkırtıcı sol güçlerin parmağı» olduğunu saptayanlar bir bakıma haklıdır. Bunun için büyük gözlüklere ve iyi istihbarat kaynaklarına gerek yoktur. Nitekim, düzen güçleri bunu büyük bir keşifmiş gibi çabucak ilan ettiler; kimi devrimci gruplar da aynı olgulara bakarak eylemlerin kendi imkan ve inisiyatifiyle geliştiğini benimseyip, bununla övünme eğilimine az ya da çok kapıldılar.
Hiç kuşku yok, hiçbir «kendiliğinden» eylem tümüyle kendiliğinden, otomatik ve örgütsüz değildir; içinde mutlaka hem birikmiş bir bilinç ögesini, hem bir örgütlenmeyi, hem de bir önderliği her zaman barındırır. 12-16 Mart olaylarında da bu görülmüştür. Sadece Gazi’deki eylemin geliştirilip sürdürülmesinde değil, onun yaygınlaşmasında da başlıca rolü oynayanlar, bu eylemlerin içinde ve ön saflarında yer alan devrimci örgüt militanları ve taraftarlarıdır; yaralanan yahut ölenlerin de çoğunlukla onlardan olması tesadüf değildir. Devlet güçlerinin saldırı ve manevraları, alevi dedelerinin yahut kimi ünlülerin yatıştırma çabaları büyük ölçüde bu unsurların varlığı sayesinde savuşturulmuş, korkunun yenilmesi ve telaşın önlenmesi onlar sayesinde olmuştur.
12-16 Mart olaylarının çıplak biçimde gösterdiği temel olgu, apansızın gelişen militan kitle eylemlerinin yerel örgütlenmeler ve esnafça çalışma cenderesinde sıkışmış mevcut devrimci örgütlerin hem örgütsel kapasitelerini, hem de siyasal ufuklarını derhal aştığıdır. Gazi olayları hem devrimci bir önderliğin eksikliğini hem de böyle bir önderliğin anlam ve önemini açıkça vurgulamıştır; zira mütevazı bir devrimci önderliğin müdahalesinin dahi olayların seyrini ve anlamını değiştirebileceği açıkça belli olmuştur.
Mart 95 Ayaklanması’nın Öğrettikleri
12-16 Mart eylemleri hem düzen güçleri hem de devrimciler için ciddi bir uyarı olmuştur. Ancak hakim sınıflar bu uyarının gereklerini yerine getirme bakımından daha hazırlıklı ve örgütlü konumdadırlar. Daha doğrusu Mart 95 uyarısı onlar için zaten yürürlükte olan planlarını hızlandırıcı bir etken olmuştur; bir yönelim değiştirmek üzere değil, mevcut yönelimi sürdürme bakımından bir dürtü oluşturmuştur. Aradan geçen yılların ardından devletin Gazi mahallesini denetim altına almada önemli bir mesafe aldığı apaçıktır. Bunu her geçen yıldönümünde daha büyük bir keder ile görmemek mümkün değildir.
Buna karşılık, Gazi’deki patlamayı emekçilerin bir kitlesel başkaldırısı olarak görüp göstermek yerine emekçilerin ve devrimcilerin maruz kaldığı bir katliam ve saldırı olarak göstermeyi tercih eden devrimcilerin o günden beri daha büyük saldırılarla yüz yüze geldiği ve 1995’teki gibi bir karşı koyuşun bugüne kadar bir daha yaşanmadığı da o kadar açıktır.
Oysa devrimciler açısından Mart 95 uyarısı tam bir alarm anlamına gelmekteydi. Bu alarm, ekonomizmden, ilkellikten, legalizmden uzaklaşma, mevcut statükoları kırma, köklü bir yön değiştirme ihtiyacına işaret ediyordu.
O zaman komünist devrimciler bu dönemeçten şu dersi çıkarttılar:
“….yapılması gereken şudur: ancak kendi mücadelemizle kazandığımız ve kendi örgütlerimizle bekçiliğini yaptığımız mevzilerin kalıcı olabileceğini unutmadan; önümüzdeki örgütsel ve politik görevleri yerine getirmek üzere faaliyetlerimizi yoğunlaştırmaktır.”
Zamanla 1995’te kendini gösteren yükseliş yerini bir geri çekilmeye bıraktı. Kürt hareketindeki gelişmeler ve zindan saldırıları ile birlikte bu geri çekilme keskin bir ivme aldı. Hareketin geri çekilmesiyle birlikte sınıfın en dinamik kesimlerine küsen yahut sınıf mücadelesinin en hassas noktalarında mevzi tutmaktan ürkenler arttı. Kendilerine yeni mücadele alanları yeni öncelikler bulanlar çoğaldı.
KöZ’ün arkasında duran komünistler işçi sınıfının en çok ezilen ve sömürülen yığınlarının barındırdığı devrimci potansiyelden bir an için kuşku duymadan yükseliş döneminde olduğu gibi geri çekilme döneminde de işçi sınıfının en çok sömürülen kesimleri arasında mevzi tutma konusunda kararlı bir tutumu sürdürdüler. Yeni bir yükselişin mimarları olabilmek için geri çekilme dönemlerinde de Gazi ayaklanmasına hayat veren kesimlerin bağrında mevzi tutmak ve bu kesimlerin güvenini kazanmak üzere sebatla çalıştılar.
Şimdi yeni bir yükselişin koşulları günden güne olgunlaşıyor. Bunu görmek için yeni bir Gazi ayaklanmasının olmasını bekleyenler süreci dışarıdan gözleyip bir kez daha geç kalmış olacaklar. Komünistler ise bu koşulların olgunlaşmasını sebatlı çalışmalarının meyve verişine bakarak sezmektedirler.
Bugün işçi sınıfının en dinamik kesimlerini oluşturan emekçi yığınlarının bağrında yenilgilerin yara izini taşımayan ve geri çekilme döneminin tereddütlerinden azade bir genç kuşak yetişmektedir. Bu kuşak Gazi ayaklanmasını yaşamadı ve bu ayaklanmanın dersleriyle yetişmedi. Bu genç kuşağın bu ayaklanmanın derslerini kuşanmasını sağlamak bu alandaki sürekliliği temsil eden komünistlerin ödevidir. Bu ödevin yerine getirilmesi aynı zamanda asıl büyük ödevin yani işçi sınıfının en devrimci ve militan kesimlerini komünist devrimci bir parti çatısı altında birleştirme ödevinin tamamlanmasına bir adım daha yaklaşmak olacaktır. KöZ’ün arkasında duran komünistler bunun için mücadele ediyor.