Bu yazının orijinali 2014 yılının Ocak ayında KöZ’ün 34. sayısında yayımlanmıştır.
AKP, 2011 genel seçimlerinde toplam oylarını adeta rekor düzeyde arttırıp yüzde 49,83 oranında oyla TBMM’de 327 sandalye kazanarak seçimin birinci partisi oldu. Burjuva dikta- törlüğünün temsili yahut parlamenter demokrasi denen biçiminin tılsımına ve gerçekten temsilî bir nitelik taşıdığına inanan ve Lenin’in sık sık “parlamentarist ahmaklık” diye tanımladığı arazla malul olanlar bunu büyük bir zafer olarak algıladılar. Sermaye egemenliğinin parlamenter biçiminde sandıktan çıkan oyların değil, burjuvazinin işlerini yürütecek heyeti bünyesinden çıkaran meclisteki sandalye sayısının belirleyici olduğunu unutmayan KöZ, burjuvazinin işlerini yürütmek için AKP’nin giderek güç kaybetmekte olduğuna işaret etti ve AKP’nin artık büyük sermayenin güvenini kaybetmekte olduğuna vurgu yaptı.
28 Şubat müdahalesinin açtığı yoldan ve belli başlı burjuva partilerin bünyesindeki operasyonlardan zuhur eden AKP, ilk girdiği seçimlerde yüzde 34,28 oranında oy aldığı hâlde 363 sandalye ile güçlü bir hükümet kurma ve efendilerinin ihtiyaçlarını sorunsuz bir biçimde meclisten geçirme imkânı elde etmişti. Bir sonraki seçimlerde oylarını yüzde 46,66 mertebesinde arttırarak seçmenlerin gönlünü fethettiğini gösterirken, efendilerinin ihtiyaçlarını görmek için bu sefer ancak 341 sandalyeye sahipti. Yine de mecliste esaslı kararların alınması için gerekli nitelikli çoğunluğa ucu ucuna sahipti ve kritik bir aşamada birkaç milletvekilinin farklı tutum almasıyla bu kudretten mahkûm olmakla yüz yüzeydi. Oylarını daha da arttırarak neredeyse yüzde 50’ye yaklaştığı noktada ise sadece 327 sandalyesi kalmıştı. Güya gücünün doruğunda olduğunu iddia eden ve kimilerinin de öyle sandığı AKP artık tek başına nitelikli çoğunluğu elde edemez durumdaydı. Üstelik tam da yeni anayasa yapma iddialarıyla girdiği seçimlerden tek başına anayasa yapamaz halde çıkmıştı.
Burjuva demokrasisinin esas olarak kitleleri sersemletmek için işleyen mekanizmalarının ve seçim sistemlerinin yanılsamasına kapılanlar bu tabloya bakarak AKP’nin gerçekten güçlü olduğuna inanıp moral kaybettiler. KöZ ise tam tersine AKP’nin güç kaybetmekte olduğunu ve bu suretle arkasındaki seçmen desteğini de hızla kaybedeceğini iddia etti. Emekçi ve ezilen yığınların birleşik kitlesel mücadelesini yükselterek zayıflayan gerici AKP hükümetine yüklenmek gereğine işaret etti. İktidardaki gücü elinden kaçmış olan ve her adımda biraz daha eksilen AKP, çaresizlik içindeki beceriksiz manevralarıyla efendilerinin güvenini yeniden kazanamadığı gibi hızla seçim sisteminin kendisine bir günlüğüne bahşettiği yüzde 49 küsurluk seçmen desteğini de kaybetmeye başladı. Bilhassa sokaklardan yükselen muhalefetin gücü kendini gösterdikçe daha hızla gerilemeye başladı. Ama kendisi de yüzde 49 küsurun tılsımına inandığı için bu gerilemeyi diklene diklene sürdürdü. Diklendikçe hem efendilerinin hem seçmenlerinin desteğini kaybetmeye başladı.
AKP’NIN, TÜSİAD VE CEMAATLE OLAN ÇEKİŞMESİ GEZİ AYAKLANMASİ SONRASI DAHA GÖRÜNÜR OLDU
Son olarak ise Gezi Parkı’ndan başlayarak yayılan ayaklanma bu tabloyu çıplak biçimde gösterdi. Orada ortaya çıkan tablo göre, ne o güne kadar kendisini destekleyen sermaye AKP’nin arkasındaydı ne de kendisine oy veren yüzde 49 küsurluk seçmen kitlesi imdadına yetişebiliyordu.
O dönemeçte Erdoğan kendisinden yüz çeviren sermaye güçlerine ve uluslararası plandaki destekçilerine sitem etmenin de ötesinde çatmaya başladı. Onlara “faiz lobisi” koduyla saldırırken, faiz deyince günah ve haramı, lobi deyice Yahudileri anlayan seçmen kitlesini avutmayı başardıysa da asıl destekçilerinin arkasından giderek daha hızla çekilmesini tetikleyen bir sürece girdi. Sembolik hedef olarak seçilen Koç Holding’di. Tayyip Erdoğan, otelini eylemcilerin ilk yardım ve barınma ihtiyaçlarına açan zaman zaman iaşe sağlayan Koç Holding’in simgesel olarak temsil ettiği büyük sermayenin artık arkasında değil karşısında olduğunu anlamıştı. Ama büyük sermayenin bir burjuva hükümetini devirmek için bu tür işlerden başka yollar kullanacağını bilmez görünüyordu. Büyük sermaye ne bir partiyi hükümet yapmak için ayaklanma düzenler ne de devirmek için ayaklanmacılara lojistik destek sunar. KöZ, bu gerçeği gözden kaçırmadan büyük sermayenin AKP’ye karşı asıl sillesini yaklaşan yerel seçimlerde vuracağına dikkat çekti.
Ne var ki, destekçilerinin eksildiğini hisseden ve diklene diklene geriledikçe tökezleyen AKP, kendisinden kurtulmak için hazırlanan efendileri son darbeyi kendisine vurmadan, bir karşı hamleyle hala güçlü olduğunu gösterme sevdasına kapıldı ve nihai bir kapışmayı seçimlerden sonra değil seçimlere varmadan yapma gafletine kapıldı. Kendisinden yüz çeviren ve yüz çevirdiği çoktan beri belli olan Cemaat’e bodoslama bir saldırıya kalkıştı ve düşüşünü ivmelendiren bir süreci tetiklemiş oldu. Böylece belki paşa paşa Çankaya’ya çıkmak suretiyle paçasını kurtarma şansını da tepmiş oldu.
Açıktan açığa Cemaat dediği görünüşteki hedefe saldırırken Erdoğan, doğrudan doğruya büyük sermayeye ve arkasındaki uluslararası finans kapitale saldırmış oldu. Erdoğan siyasi iktidarın nimetleriyle kendisini ve yakınlarını kapitalistlerin en irileri arasına çıkarttığı ve sermayenin bazan “Anadolu Kaplanları” denen kesiminin nispeten muhabbet ve desteğine mazhar olduğu için kendi kendini burjuvazinin biricik temsilcisi ilan etmeye kalkıştı. Böylelikle Türkiye’deki burjuvazinin bir hâkim sınıf olduğunu ve uluslararası finans kapitalin hâkim kesimlerine tabi ve bağımlı bir sınıf olduğunu unuttu. Burjuvazi adına kendi başına ve kendi bildiği gibi hükümet edebileceği zehabına kapılan AKP, burjuvaziyi asıl temsil eden büyük sermaye ve uluslararası finans kapitalin zirveleriyle Don Kişotvari bir dalaşa tutuştu.
Bu kavgayı Erzurumlu bir cami imamı ve cemaati ile bir başka İslamcı klik arasında bir skolastik dalaş zannedenler, yürürlükteki dalaşın sonucunun hangi hocanın nefesinin daha kuvvetli oluşuyla tayin olacağını düşünmeye devam edebilirler. Bu dalaşın sonucunu tayin edecek olan Tayyip Erdoğan’ın afra tafrası ve hayalleri değildir. Onun buna öykünmesine bakarak ve adeta “Sultan Bonapart” edasıyla konuşuyor olmasına bakarak Tayyip Erdoğan’ı Bonapartlarla benzeştirenler de fena halde yanılırlar. Bonapart örneklerine hayat veren tarihi şahsiyetlerin de ekseri büyük seçim zaferleriyle iktidar koltuğuna oturdukları doğrudur. Ancak onların ayırt edici yönü bu değildir. Bonapartist rejimlere hayat veren Bonapartlar aynı zamanda geniş yığınları seferber etme kabiliyetiyle ayırt edilir. Tayyip Erdoğan da önemli seçim zaferleriyle iktidar koltuğuna oturmuştur ama kitlelerin sokaktan gelen desteği ile zafiyet halindeki burjuvaziye kendini dayatarak iktidar olmuş değildir. Zaman zaman “evlerinde zor tuttuğu kitlelerden” söz etse de bunları seferber etme yeteneğine sahip değildir. Onu iktidara taşıyan sokaktan yükselen bir kitle hareketi değil seçmen kitlesidir. Üstelik Erdoğan seçmenlerini sokağa dökmekten bahsederken de kof bir blöf yapmaktadır. Aksine bunların seferber olmasından haklı olarak korkmaktadır. Hele 17 Aralık dönemecinden sonra bundan daha da ürkecektir. Erdoğan kendisine oy verenlerin de dâhil olduğu bir kitlenin sokağa dökülmesini önlemek için baskı aygıtlarını giderek daha fazla çalıştırmak zorundadır. Kitleler sokağa döküldüğünde ise onu bulunduğu yerden alaşağı etmek üzere dökülecektir. Gezi deneyimi bunun ilk işareti olmuştur.
YOLSUZLUK, YALAN VE YAĞMA DÜZENI SALLANIYOR; AKP KAN KAYBEDIYOR
KöZ AKP’nin gerilemekte olduğunu tespit ettiğinden beri bu gerçekten hareketle zayıflayan AKP’yi büsbütün geriletmek ve düşürmek için tek yolun emekçilerin ve ezilenlerin birleşik kitlesel bir seferberliği olduğuna işaret etmektedir. AKP de onun yedek lastiği CHP de böyle bir seferberlikten çekinmektedirler. Hele Gezi Parkı’ndan başlayan ayaklanmadan sonra bundan daha da çekineceklerdir ve bunda haklıdırlar.
Sermayenin bir hükümeti alaşağı etmesi için muhtelif başka imkânları, yol ve yöntemleri vardır. 17 Aralık’tan beri yürümekte olan süreç de bunun en bilinenlerindendir. Yolsuzluk, kara para aklama, ihalelerden nemalanma, siyasi iktidarın nimetlerini yakınlarının ve destekçilerinin zenginleşmesi ve vurgun vurması için kullanma ilk defa AKP hükümetinin icat ettiği yöntemler değildir. Bu yol ve yöntemleri bunlardan nemalananlar kadar nemalanamayan kapitalistler de en ince ayrıntılarına kadar bilirler. “Oyunu kuralına göre oynamanın” revaçta olduğu dönemlerde kaybedenler de kazananlar da bu incelikleri adeta birer meslek sırrı gibi saklarlar. Ama büyük sermaye artık iş görmediğine ve zarar vermeye başladığına kanaat getirdiği bir hükümeti alaşağı etmeye karar verdiğinde, bu bilgiler birer silah haline gelir. Üstelik bu tür kavgalarda sadece geçmişte piyangoyu kaçıranlar değil, bu tür işlerden büyük parsalar vuranlar da bu bilgileri kullanarak düşkün hükümetlere vurmaktan çekinmezler.
İşte sermayenin ideoloji ve siyasi davalara göre değil çıkarlarına göre hareket etmesi bu anlama gelir. Tıpkı bir kapitalist iflas ettiğinde bir diğerinin zenginleşmesi gibi, bu tür dalaşlarda bir bütün olarak sermaye daima çıkarlarını korur ve bu dalaştan güçlenerek çıkar. Bugün gelişmekte olan süreçte de bazı sermaye kesimlerinin zarar görmesi nedeniyle bir bütün olarak sermayenin bilhassa uluslararası finans kapitalin herhangi bir biçimde elinin titreyeceğini sanmak, sermaye düzeninden bir şey anlamamış olmak demektir.
AKP karşısındaki güçlerin kimler olduğu unutulmadığı takdirde AKP’nin kaybedeceği belli olan bir it dalaşına girmiş olduğu görülecektir. Bunu en çabuk görecek olanlar arasında ise elbette halen AKP saflarında bulunanlar olacaktır ve bu kesimler yavaş yavaş kurulu düzenlerini daha emin sularda sürdürmek için hazırlanmaya başlayacaklardır. AKP’nin bir bütün olarak seferber edebileceğini düşündüğü bürokrasi içindede zamanla eski patronlarını terk edip yeni patronlarına itaat etmeye yönelerek saf değiştirenler hızla artacaktır. Anlaşılan o ki seçimlerden gerileyerek çıkmasına hacet kalmadan AKP’nin kendi bünyesinde ve emir komuta ettiği bürokrasi içinde kopmalar başlamıştır ve bu kopmaların hızla artacağından kuşku duyulmamalıdır. Bugüne kadar en büyük desteği gördüğü medya tekelinin de sonsuza kadar AKP hizmetinde çalışacağını sanmak hayalcilik olur. Güçler dengesinin değişmesine koşut olarak bu desteğin de çatırdayacağından kuşku duyulmamalıdır.
Öte yandan “yolsuzluklara karşı savaşma” iddiasıyla yola çıkmış ve bu sayede geniş yığınların da sempati ve desteğini kazanmış olan AKP’nin bu sempati ve desteği kaybetmesinin en kestirme yolu da gündeme oturan konudur. Daha şimdiden AKP’ye inananların kafasında soru işaretleri oluşmaktadır. AKP borazanlarının bir komplodan operasyondan vb. bahsetmeleri ortadaki yolsuzlukların üzerinin örtülmesine elbette ki yetmeyecektir. Zira mesele bir komplo olsa da olmayan bir şeyi AKP’ye yakıştırmanın söz konusu olmadığı, dumanın yükseldiği yerde epeyi bir ateş olduğu herkes tarafından görülebilecek açıklıktadır. AKP’nin bu kavgadan hem parti teşkilatı hem meclis grubu hem de seçmen kitlesi bakımından parçalanıp zedelenerek çıkacağı daha şimdiden görülmektedir.
Gerileyen AKP, iktidarı büsbütün kaybetmekle yüzyüzedir. İktidarın gerçek sahipleri onu geri alıp yeni ellere teslim etmeye hazırlanmaktadır.
AKP’YI DEVIRMEK IÇIN GEZI VE ROJAVA RÜZGARINI BULUŞTURALIM
Ne var ki öteden beri KöZ sayfalarında gerileyen AKP’nin düşüp düşmeyeceği değil nasıl ve kim tarafından düşürüleceği önemlidir vurgusu yapılıyor. Bugün görünen o ki, AKP kendisini iktidar koltuğuna oturtan efendileri tarafından darbe almaktadır. Oysa bu şartlar ortaya dökülen vurgun ve yağmanın asıl mağdurları olan emekçilerin ve ezilenlerin harekete geçip seferber olması için müstesna elverişli şartları oluşturmaktadır.
Özellikle Gezi Parkı’ndan patlak veren ayaklanmanın dinamikleri henüz yok olmamışken; Rojava’dan esen rüzgâr Kuzey Kürdistanı hâlâ ısıtmaktayken bu iki dinamiğin birleşmesinin koşulları her zamankinden fazla mevcuttur.
Gezi Parkı’na yönelik saldırının baş aktörleri bir bir bu yolsuzluk sarmalında koltuklarından olmuştur bile. İstanbul Emniyet Müdürü ve İçişleri Bakanı artık yerlerinde değildir. Gezi Parkı’nı yıkıp yerine AVM yapacak müteahhitler de bu yolsuzluk dosyalarının baş aktörleri arasındadır. Bu itibarla ortaya saçılan her bir belge, Gezi’nin ateşini biraz daha körüklemeye katkı sunacaktır.
İlginç bir tesadüf olarak ilk açılan dosyalar doğrudan doğruya gerici İran rejiminin kara paralarının aklanmasıyla ilişkilidir. Bir yandan PJAK militanlarını katleden, idam sehpalarına gönderen bir yandan da Rojhilat’da TC ile ortak operasyonlar yapmaktan geri durmayan İran rejimi ile AKP hükümetinin sadece tatlı yolsuzluk planlarında ortaklık etmedikleri sır değildir. Aynı zamanda bu yolsuzlukların Rojava’ya saldırtılan çetelerin silahlandırılması, donatılması ve seferber edilmesiyle yakinen ilişkili olduğu da şimdiden ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar İran’ın gerici molla rejimi Suriye’deki gerici Esad rejimini destekliyor olsa da; beri yandan kirli ticarette işbirliği yaptığı AKP hükümetinin El Kaideci Çeteleri desteklemesinden bu çeteler Esad’dan çok Rojava’ya saldırdığı müddetçe pek rahatsız görünmemektedir.
Bütün bu somut gerçekler bugün patlak veren yolsuzluk dosyalarının yarattığı ortamda Gezi rüzgârıyla Rojava’dan esen rüzgârın gerileyen AKP hükümetine karşı seferber edilmesine son derece elverişli bir iklim yaratmaktadır.
Buna karşılık AKP’nin rakipleri tarafından parçalanıp yerini yedeklerine bırakmasına seyirci kalmak AKP hükümeti altında emekçilerin ve ezilenlerin maruz kaldığı baskı ve sömürüyü katmerli bir biçimde davet etmek anlamına gelir. Bunu ufukta görenlerin AKP’nin zayıflayarak da olsa ayakta kalmasını tercih etme eğiliminde olması vahim bir yanılgıdır zira efendileri tarafından yıkılması tasarlanan AKP’ye destek olmakla olsa olsa o enkazın altında kalmak nasip olur. Buna karşılık AKP’nin rakipleri ve efendileri tarafından yıkılmasını beklemeden, emekçilerin ve ezilenlerin birleşik kitlesel seferberliğini yükselterek yerel seçimlere kadar uzanan süreci bugünden başlayarak örmek ödevi bu kesimlerin çıkarlarını savunma iddiasında olan her kesimin ödevidir.
Seçim kampanyalarının yolsuzluk dosyalarıyla hükümet kriziyle iyice kızışacağı 8 Mart, Gezi’de omuz omuza mücadele eden kadın hareketleri ve LBGTT haklarını savunan akımlarla omuz omuza AKP hükümetine (eğer hala böyle bir hükümet kalmışsa!) yüklenen ve onun yedek lastiği olan CHP’ye yol vermeyen; Rojava’da savaşan Rojhilat’ta idam edilen, Kuzeyde mücadele eden Güney’de hala özgürlüğün tadına varamayan Kürt kadınlarıyla dayanışmanın yükseldiği bir eylem günü olmalı.
12 Mart, AKP’den Denizlerin, Mahirlerin, İboların hesabının onların öfkesiyle sorulacağı ve onlarla birlikte bugüne kadar aramızdan ayrılanların tümünün yanısıra Gezi şehitlerinin anılacağı bir gün olmalı. 16 Mart’ta, Roboski’de ve Rojava’da katledilenlerle Halepçe’de katledilenlerin, Beyazıt’ta katledilenlerle Haziran ayaklanmasında katledilenlerin birlikte anıldığı bir gün olmalı. 2014 Newroz’u bütün bu öfkenin bir şenlikli alevin tüm özgürlük düşmanlarına korku saldığı ve AKP’ye kanma CHPye yol verme şiarının hem Kürdistan’ın tüm parçalarından hem Gezi’nin hatırası forumlardan yakılan ateşlerle birlikte yükseldiği bir topyekûn mücadele günü olmalı.
Böylece 30 Mart seçimlerinde CHP’ye yol vermeden AKP’yi sandığa gömmek mümkün olabilir. 1 Mayıs’a AKP’nin enkazı üzerinden ve CHP’nin önünü kesmek üzere gitmek böyle olur. Emekçilerin ve ezilenlerin çıkarları için mücadele edenlerin ortak ödevi budur. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin gayretleri aynı istikamette gidenlerle birlikte bu yönde olacaktır.
Hem AKP’den kirli ittifaklar içinde yaptıkları yolsuzlukların hesabını sormanın hem de onun yerini almaya hazırlanan CHP’nin aynı yolsuzluklara yeltenmesine bile izin vermemenin biricik yolu buradan geçer.