Bu yazı Temmuz 2013 Tarihli Komünist KöZ gazetesinde yayımlanmıştır.
Gezi Ayaklanması ve Mısır’daki gelişmelerin damga vurduğu şu süreçte, devrimcilerin içinde bulunduğu somut durumu göz önünde tutarsak ilk olarak ele alınması gereken konu elbette devrimci partinin eksikliğidir. Söz konusu eksikliği adet yerini bulsun diye yahut iman tazeleme kaygısıyla değil bugünün acil siyasal görevlerinin neler olduğunu ortaya koymak için vurgulamak gerekir. Hareketin daha düşük tempoda seyrettiği, siyasal mücadelenin gündemine esas olarak hâkim sınıflar yahut emperyalistler arasındaki çelişkilerin damga vurduğu dönemlere kıyasla bir şahlanışın gerçekleştiği dönemlerde devrimci partinin eksikliğinin sınıf mücadelesinde daha belirleyici olduğu akılda tutulursa bu vurgu daha da önem kazanır.
Gezi’nin, Türkiye açısından uzun zamandır görülmemiş çapta bir ayaklanma olduğu doğrudur ama Mısır’daki her iki ayaklanmayla kıyaslandığı zaman Gezi’nin çok küçük çapta kaldığını da teslim etmemiz gerekir. Ancak, Mısır’da çok daha büyük çapta olmakla birlikte, her iki durumda da devrimci partinin eksikliği sürece damgasını vurmuştur.
GEZİ AYAKLANMASI VE DEVRİMCİ PARTİ EKSİKLİĞİ
İçinden geçtiğimiz dönem Türkiye’de devrimci bir partinin eksikliğini iki açıdan gözler önüne serdi:Bunlardan ilki bir partinin sınıf mücadelesi içinde kazanacağı bir vasıf olan önderlik boşluğudur. Taksim’de önder bir partinin olmadığı ise zaten ortadaydı. Sol-siyasi hareketlerin sadece Gezi Parkı’nda forum yapan kitleleri değil; Beşiktaş’ta barikat kurup saldıran; Ankara’da, İzmir’de, Adana’da çatışan kesimleri de yönlendirme kapasitesi nerdeyse sıfırdı. Geçelim bu hareketlere önderlik etmeyi, sol akımlar yaşanan çatışmaların hep takipçisi oldu. Harekete yön vermek şöyle dursun her seferinde ona ayak uydurmak durumunda kaldı.
Gezi Ayaklanması gibi kitlesel bir başkaldırı aynı zamanda ortada bağımsız bir siyasal çizgi belirleme kapasitesine sahip bir partinin bulunmadığını da gözler önüne serdi. Sınıf mücadelesinin düşük tempoda seyrettiği dönemlerde çeşitli kampanyalar ve kurultaylarla siyasal ve ekonomik gündemlere müdahale etmeye çalışan, emekçi yığınlara ezberlenmiş ve masa başında tasarlanmış çerçeveler ışığında “bilinç verme” iddiasında olan irili ufaklı akımların hiçbiri bağımsız bir siyasal çizgi tespit edip hayata geçiremedi. Kitleleri siyasal mücadeleye çağıranlar, kitleler sokağa çıktıklarında siyasetsiz kaldılar. Parti olmayan akımlar için anlaşılır olan bu durum, parti olma iddiasındakiler için elbette kabul edilemezdir.
Mısır’da sınıf mücadelesinin temposu daha yüksek olduğu için bu durumun sonuçları daha da belirleyici olmuştur. Tahrir Meydanı’nda iki sene arayla, iki kez Orta Doğu’da eşi benzeri görülmemiş kalabalıklar var olan hükümeti devirmek için toplanmışlar, alanı işgal etmişler, polisle çatışmışlar, günler boyunca alanda kalmışlardır. Bu yıkıcı güç karşısında her iki seferde de hükümetler ayakta kalamamıştır. Ancak her iki seferinde de iktidar karşı devrimci güçlere teslim edilmiştir.
DEVRİM, DARBE TARTIŞMALARI
KöZ iki sene önce Arap Ayaklanmalarını bir devrim olarak yüceltenlerin karşısında bu ayaklanmaların devrimci bir durum yarattığını fakat bir devrimi gerçekleştirmediğini ifade etmişti. Yeni rejim denilen şeyin zaten eski rejimin sahipleri tarafından ya da onların koyacağı kısıtlara uygun bir şekilde tasarlanacak bir rejim olacağını bu bakımdan da devlet aygıtının örgütlenmesinin eski rejimden esaslı bir farklılık göstermeyeceğini ileri sürmüştü. Son iki sene de yaşananlar öngörülerimizi doğruladı. Mübarek gitti yerine önce Tantavi ve kurmayları geldi ve sınırları askerler tarafından çizilen bir anayasa oluşturuldu. Askerlerin onay verdiği adaylar seçime girdi. Böylelikle aslında Mübarek’i yıkmış olan işçi ve emekçiler iktidarı altın tepsi ile askerlere ve alanlara kerhen inmiş olan Müslüman Kardeşler ve yandaşlarına vermiş oldu. Bu bakımdan Mısır’daki Şubat Devrimi neredeyse yüz yıl önce gerçekleşmiş Rusya’daki Şubat Devrimi’ne benziyor. 2011 devrimi tıpkı Rusya’daki Şubat Devrimi gibi başarısız bir devrimdi. Emekçilerin başkaldırısı iktidarı sarstı alamadı, aksine iktidarı kendi elleriyle eski rejimin bir parçası olan unsurlara teslim etti.
Ancak Mısır’daki süreç 2011’dekinin tümüyle aynısı değildi, zira Mübarek’in aksine İhvan’ın Mısır’da ciddi bir tabanı olduğu gibi İhvan, hükümeti kolay kolay elinden bırakmaya niyetli değildir, son günlerdeki çatışmalar da bu durumu göstermektedir. Dahası hali hazırda ordunun da İhvan’ı siyaset sahnesinden silebilecek bir çapı olduğu söylenemez. Tahrir alanı, darbecilerle iş tutmaya niyetli muhalefet liderlerinin marifetiyle boşalırken Adeviye alanının kitlesel bir muhalefet merkezi olarak kalması da bu durumu doğrulayan bir gelişmedir. Kuşkusuz Tahrir’i dolduran kitlenin bir anda buharlaştığını söylemek doğru değildir. Ancak önümüzdeki dönemde Mısır’da hali hazırda tarafları burjuva siyasetindeki gerilimlere bağlı olarak şekillenmiş bir kamplaşmada darbecilerin yanında yedeklenmiş ve elbette devrimci dinamizmini yitirmiş bir kitle hareketiyle karşı karşıya kalacağız. Bu tespit, kitle hareketin durmaksızın büyüyüp önündeki engelleri devire devire devrimci bir çizgiye varacağını ileri süren –bugünlerde Kızıl Bayrak ve troçkist akımların tipik örneklerini sergilediği- bakış açısıyla elbette bağdaşmaz.
İki yıl önceki Arap Ayaklanmalarını devrimler olarak yücelten Kızıl Bayrak şimdi de benzer bir tutumu takınmış, hatta başlangıçta aslında Mısır’da darbecilerin hazırladığı yol haritasındaki taleplerin aslında halkın talepleri olduğunu söylemeye kadar vardırmıştır işi. Hatta daha da ileri gitmiş, Rosa Luxemburgçu bakış açısını bir kez daha yansıtmış, Mısır’daki iklimin “işçi ve emekçilerin kendi önderlik sorununu çözmeleri için” uygun bir iklim yarattığını da ileri sürmüştür. Devrimci partinin devrimcilerin mücadelesiyle değil de kitle hareketinin temposuna bağlı olarak kurulacağını savunan, işçiler arasında örgütlenen komünist bir partiyle işçiler tarafından kurulan bir partiyi karıştıran bakış açısının doğal sonucudur.
Kitle hareketini devrimci partinin rolünü unutarak değerlendiren bu yaklaşımlar özü itibariyle siyasal mücadeleyi taraf tutmak olarak kavradıkları için iki sene önceki ayaklanma dalgasında Tunus ve Mısır’daki hareketleri “destekleyip”, Libya’da kafa karışıklığı yaşayıp, “Suriye halkını savunmak” kılıfıyla Irak’takine benzer bir tutum takınarak, Baas rejimine örtülü bir destek vermişlerdir.
Aynı akımlar bugün de benzer bir kafa karışıklığını Mısır’daki gelişmeleri yorumlarken yaşamaktadırlar. Ortada BDP gibi her türlü darbeye karşı olanlar, TKP gibi düzenli orduların yapabileceği darbelerin ilericisi olabileceğini kabul edip bu darbenin Amerikancı ve halka karşı yapılmış bir darbe olduğu iddia edenler vardır. “Darbe devrimin önünü kesti” ise solun genel bir kesimi tarafından durumu savuşturmak için takınılan genel pozisyondur.
Mısır’da bir darbe olduğu kesindir. Önce ordu Türkiye’de 12 Mart’ta, yahut 28 Şubat’ta olduğu gibi bir muhtıra vermiş hükümeti devirmek istemiştir. Hükümet ise varolan politik iklime ve son günlerde 90’ların başında Yeltsin’le birlikte moda hale gelen, Türkiye’de de 27 Nisan’dan sonra popüler olan “dik durma” sevdasına kapılmış, bunun üzerine de 12 Mart’taki muhtıra27 Mayıs’takine benzer bir darbeye dönüşmüş ve başkan tutuklanmış sonrasında da senato kapatılmış, yine 27 Mayıs’ta olduğu gibi kitleler bu durumu sevinçle karşılamıştır. Ortada düpedüz bir askeri darbe vardır. Üstelik Mısır’da darbe öncesindeki kitlesel hareketleri göstererek darbeyi devrim diye yutturmaya çalışanların hali hazırda Tahrir cılızlığı karşısında Adeviye meydanındaki kitlesel gösterileri açıklamak durumunda kalmışlardır. Ordunun alkışlanmasını devrim, Mursi’nin alkışlanmasını karşı devrim olarak tanımlamak ancak orduyu devrimci bir kurum olarak görmekle mümkündür.
Darbeyi lanetleyenlere geldiğimizde, 2011’deki gelişmelere devrim diyenlerin bu sefer darbe demeleri bu akımların kuyrukçuluklarından kaynaklanan kendi çelişkileridir. Mursi’nin seçimle gelmiş olduğunu vurgulayanların, onun düne kadar ülkeyi parlamentosuz bir şekilde yönettiğini, anayasayı yapan kurucu meclisin ise yine öncesinde feshedilmiş meclisin gösterdiği adaylardan oluştuğu unutuyor olmaları da mümkün değildir zaten. Ancak bu çelişkiler birer detaydır, darbeyi lanetleyen görüşün asıl tehlikesi başka bir yerde yatmaktadır. Darbeyi lanetleyenler, bunu seçimle gelenin seçimle gitmesi gerektiğini söyleyerek yapmaktadır. Halbuki seçimle gelenin devrilmesinin meşru olup olmadığını tartışmak devrimcilerin işi değildir. Zira parlamento da ordu da devletin bir parçası olduğuna göre, böyle bir tartışmada taraf olmak devletin bir kurumu yoluyla iktidara gelinmesini diğer kurumlarına kıyasla daha meşru görmek anlamına gelir. Devleti yıkmak isteyenler bu tartışmalarda taraf olamazlar.
Darbenin devrimi önlediğini söylemek ise soyut gerçekleri tekrarlayarak asıl önemli noktayı perdelemeye hizmet eder. Bütün askeri darbeler karşı devrimci olduğu için darbenin devrimi önlediği soyut olarak doğru bir tespittir ama halihazırdaki durumu açıklamaya yetmemektedir. Zira asıl önemli olan soru başkadır: kitlesel bir ayaklanmayla sarsılan bir hükümete darbeyi emekçiler değil askerler vurmuştur? Sorunun yanıtı da bellidir: Mısır’da devrimci bir parti konspiratif bir darbeyle hükümeti deviremediği için darbeyi askerler yapmıştır. Bugün yapılması gereken darbeyi bir öcü olarak göstermek değil, hükümete emekçilerin nasıl bir darbe vurmasının gerekli olduğunu tartışmaktır.