(Bu yazının orijinali KöZ Gazetesi 2001 8. sayıda yayımlanmıştır.)
Her Savaş Karşıtlığı Bolşevizm Değildir
Savaşa karşı tutumun bolşevikleri bütün diğer akımlardan ayırdeden en hassas ölçü olduğu bilinir; ve sık sık tekrarlanır. Tutarlı bir antiemperyalizmin de, şovenizme karşı kararlı bir tutumun ve enternasyonalizmin de mihenk taşının savaşlar olduğu kimse için sır değildir. Ak koyunlar, kara ve mor koyunlar en iyi emperyalist savaşların ışığında birbirlerinden ayırdedilir. Bu söze bakarak oportünistlerle ve orta yolcularla ayrım çizgilerinin çekilmesi için savaşları beklemek gerektiği sonucuna varanlar da az değildir. Söz konusu ayrım çizgilerini çekmek için savaşları bekleyenleri beklememek gerekir; çünkü bu bekleyiş sonsuza dek sürebilir. Zira savaş sınavı gelip çatmadan evvel başka vesilelerle oportünistlerle ve sosyalyurtseverlerle yollarını ayırmamış olanların savaş telaşı içinde bunu yapabileceğine ancak savaş koşullarının kendiliğinden bir devrime yol açabileceğini umanlar inanabilir. Her iki beklenti de boştur. Savaşın oportünizmi devrimci saflardan ayıklamak ve işçi hareketi içinde tecrit edebilmek için bir fırsat sunması ancak bolşevizmi kılavuz edinenlerin önceden bu akımlarla yollarını ayırmış olması şarttır. Bolşevikler ta baştan itibaren Rusya’daki oportünistlerle yollarını ayırmış oldukları için, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde İkinci Enternasyonal’in ölümünü ilk ilan edenler oldu ve Komünist Enternasyonal’e öncülük edebildiler.
Genellikle, kendi imanlarından kuşkusu olmayanlar savaşın sadece oportünistleri ilgilendiren bir sınav olduğunu düşünme eğilimindedir. Aksine, savaşın oportünistleri apaçık meydana çıkarabilmesi için bolşevik bir tutumun açık seçik ortaya konması şarttır. Aksi takdirde, savaş sınavında yalnızca farklı renklerden oportünistler olacaksa, bu sınav oportünistlerle bolşeviklerin ayırdedilmesine hizmet etmez. Sadece en mahir oportünistlerin ötekilerin arasından sıyrılıp kendini kitlelere devrimci diye yutturmasına hizmet edebilir savaş koşulları.
Bu yüzden savaş koşulları asıl bolşevizmin çizgisini takip etme iddiasında olanlar için bir sınavdır; eğer bolşevik mirasın takipçileri bu sınavdan geçmeyi başarabilirlerse, oportünistlerin her çeşidini bir tarafa itebilmek ve hem devrimci safları oportünizmin etkisinden kurtarmak hem de işçi hareketini oportünistlerin etkisinden kurtarmak mümkündür; bunun başka yolu da yoktur.
Bugün 11 Eylül bahanesiyle başlayıp, Afganistan bahanesiyle ivmelenerek gelişen savaş koşulları tam da böyle bir sınav oluşturmaktadır. Bu koşullarda her taraftan savaş karşıtı sesler yükselmekte, savaş karşıtlığı konusunda birbirleriyle yarışa kalkanlar günden güne artmaktadır. Bu yarış içerisinde savaş karşıtlığı ile antiemperyalizm ve devrimcilik adeta birbirlerinin yerine geçen tutumlar olmaya yüz tutmaktadır. Bu hengamede savaşa ve emperyalizme karşı devrimci tutumun ne olduğu giderek önemsizleşmektedir. «Savaş karşıtı olup olmamak» başlıca ve başlı başına bir devrimcilik ölçüsü gibi görülebilmektedir. Oysa yanılgının en büyüğü budur; bugüne kadar bu büyük yanılgıyı büyük felaketler ve hüsranlardan başka birşeyin izlediği görülmüş değildir.
Nitekim bugünlerde, reformistlerle devrimcilerin, troçkistlerin her çeşidiyle troçkizmin amansız düşmanı olmakla övünenlerin, sendika ağalarıyla bunlara karşı bayrak açanların adım adım savaş karşıtlığı ekseni üzerinde buluşmak üzere harekete geçtikleri görülmektedir. Üstelik daha önce Seattle, Cenova vb. anti emperyalist eylemlerin zemininde bu tür bir yakınlaşmanın ısınma hareketlerinin yapıldığı göz önünde bulundurulursa, bugün savaş karşıtlığı ekseni etrafında oportünist bir kaynaşma olasılığının hafife alınacak bir olasılık olmadığı da açıkça görülebilir.
Bu nedenle, bugünün en önemli ve acil ödevlerinden biri savaş konusunda bolşevik tutumun ne olduğunun ortaya konması ve bu mihenge vurarak oportünizmin ve merkezciliğin muhtelif türevlerinin açığa çıkartılmasının sağlanmasıdır. Bu acil görevin yerine getirilebilmesinin birinci adımı ise bu ayrışmanın bugüne kadar en net bir biçimde sağlandığı deneyimi hatırlamak üzere bellekleri tazelemektir.
***
Birinci Emperyalist Savaş Karşısında Devrimciler ve Barışseverler
Veliaht Ferdinand’ın bir Sırp tarafından Bosna’da öldürülmesi üzerine, 1914 yazının başında Avusturya Sırbistan’a savaş ilan ettiğinde bu olayın bir dünya savaşının ilk adımı olduğunu anlamayan olmamıştı. İkinci Enternasyonal’e bağlı örgütler de 29 Temmuz günü Brüksel’de büyük bir gösteri yürüyüşü örgütlendi. Onbinlerce işçi «Kahrolsun Savaş Yaşasın Barış! Yaşasın Uluslararası Sosyalizm!» sloganlarıyla saatler boyu Brüksel sokaklarını doldurdular. Aynı gün toplanan İkinci Enternasyonal’in üst örgütü Uluslar arası Sosyalist Büro da bir dünya savaşının bütün ülkeleri tehdit ettiğini belirtip, bütün ülkelerin işçilerinin savaş karşıtı gösterilerini sürdürmekle kalmayıp, bunları arttırması gerektiğini vurgulayan bir açıklama yaptı. Aynı açıklamada «çarlığa karşı kahramanca mücadele eden Rus proletaryasının bir dünya savaşı tehdidine karşı en büyük güvence» olduğu belirtilmişti. USB aynı gün «proletaryanın barış isteminin güçlü bir ifadesini ortaya koymak» üzere 9 Ağustos’ta Paris’te bir olağanüstü toplantının örgütlenmesini de kararlaştırdı.
Ama bu toplantı hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti. Zira aynı gün Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Meclisteki önde gelen temsilcilerinden Südekum Başbakana bir mektup göndererek «sosyal demokratların barış isteklerinden endişe duymalarına gerek olmadığını; asla bu isteğin bir sabotaja neden olmayacağını» bildirmişti. Ertesi gün Başbakan Prusya Devlet bakanına «sosyal demokratların savaş karşıtı ajitasyonundan endişe duymamak gerektiğini» bildiren bir yazı yazdı. 4 Ağustos günü ise Meclis’ teki Sosyal Demokrat Parti grubu adına bir bildirge okundu:
“Uğursuz bir saat gelip çattı. Emperyalizm silahlanma yarışı çağı haline geldi ve uluslar arasındaki çelişkileri keskinleştirdi. … Bu gelişmelerin sorumluluğu emperyalist politikaları izleyenlerin omzundadır; bizim değil. Sosyal demokrasi bu meşum gelişmeye karşı bütün gücüyle mücadele etmiştir. Hatta yakın zamana kadar, Fransız kardeşlerimizle de işbirliği halinde (29 Temmuz mitingi kastediliyor-KöZ) bütün ülkelerde barışı koruyabilmek için güçlü gösteriler düzenledik. Ama çabalarımız boşa gitti.
Şimdi savaşın soğuk gerçeği üzerimize çökmüştür. Düşman işgalinin dehşetiyle tehdit ediliyoruz….
Düşmanlarımız da komşu ülkelerle dostane ilişkiler kurulmasını sağlayan bir barışa razı edilerek, güvenliğimiz temin edilir edilmez savaşın sona erdirilmesini istiyoruz.
Bunu, sadece daima savunucusu olduğumuz uluslar arası dayanışma bakımından değil aynı zamanda Alman halkının çıkarları bakımından da talep ediyoruz.
Umarız acımasız savaş okulu milyonları aşan halk yığınları arasında savaşa karşı bir nefret uyandırır ve onları sosyalizm ve uluslar arası barış ülküsüne kazandırır.
Bu ilkelerin ışığında (savaş için talep edilen) kredileri onayladığımızı bildiririz.” (Lenin’in Devrimci Bir Enternasyonal İçin Mücadelesi, başlıklı derleme; Monad Press; New York; s. 134)
Meclisteki sosyal demokrat milletvekillerinden yalnız Karl Liebknecht bu karara uymayarak savaş kredilerine karşı oy kullandı. Daha sonra Liebknecht’in çeşitli ülkelerde çoğaltılarak dağıtılan bir bildirisi yayınlandı. «Her Halkın Düşmanı Kendi Ülkesindedir» diye başlayıp, «Esas Düşman Ülkemizdedir» diye biten bir bildiriydi bu. RSDİP Petersbourg komitesi de «Esas Düşman Nerede?» diye başlayan benzer bir bildiriyi yayınladı. Duma’daki Bolşevik ve Menşevik temsilciler ortak bir bildiri ile savaşa karşı tutum aldılar. Bulgar sosyalistleri de Bolşeviklerinki gibi bir tutum aldı. Rusya’daki Menşeviklerin büyük bir kısmı zamanla Bolşeviklerden uzaklaşırken, Bulgar sosyalistleri sonuna kadar bolşeviklerle aynı çizgiyi savundular. İtalyan sosyalist partisi de bir bütün olarak savaşa karşı çıkan bir tutumu benimsemişti. Ama Mussolini’nin de önde gelen temsilcilerinden biri olduğu İtalyan Partisi İtalya savaşın dışında kaldığı sürece savaş karşıtı oldu. İtalya savaşa girdikten sonra savaştan yana tutum aldı.
Buna karşılık Avusturyalı Sosyal Demokratlar da Almanlarınkine benzer gerekçelerle kendi hükümetlerinin yanında yer aldıklarını açıkladılar. Onlar «düşman Rusya’dadır» diyorlardı. Orada da Fritz Adler partisinin çizgisine karşı çıkmakla ve savaş karşıtı bir tutumu sürdürmekle kalmadı; 1916’da Avusturya başbakanını bir suikastla öldürdükten sonra idam cezası aldı.
Fransız ve Belçikalı sosyalistlerle İngiliz İşçi Partisi de kısa zaman içinde benzer argümanlarla kendi hükümetlerinin yanında yer aldılar. Ama bu ortak ilke aynı zamanda daha bir hafta önce barış için yürüyen sosyal demokratları karşı karşıya getirmekteydi.
Bolşeviklerse «Düşman İçimizde, Savaşa Karşı Sınıf Savaşı!», «ya devrim savaşı önler, ya savaş devrime yolaçar» diyordu.
II. Enternasyonal’in İhaneti Şaşkınlığa Yolaçıyor
İkinci Enternasyonal önderlerinin savaş karşısında kendi burjuvazilerinin yanında yer alması büyük bir şaşkınlığa neden oldu. İkinci Enternasyonal içinde emperyalizm ve sömürgeciliğin geri kalmış halklar için ilerletici bir rolü olabileceğini savunanların var olduğu öteden beri biliniyordu. Bunlar sosyal demokratların hükümette olduğu emperyalist devletlerin ilerici bir rol oynayabileceğine inanıp bunu savunuyorlardı. Alman, İngiliz ve Fransız sosyal demokrat partileri içinde bunların pek çok türünün mevcut olduğu İkinci Enternasyonal’in her kongresinde görülmekteydi. Bunların emperyalistler arası bir savaşta kendi hükümetlerinin yanında yer alması şaşırtıcı olmazdı. Pek çokları Bernstein gibi açıktan açığa marksizmin revize edilmeye ihtiyacı olduğunu savunanların da bunlarla aynı yolu izleyeceğini tahmin ediyordu. Ama İkinci Enternasyonal’in neredeyse bir bütün olarak bu çizginin peşine takılacağını tahmin eden yoktu.
Enternasyonal’in baş teorisyeni olan Kautsky de bu tabloyla karşılaşmayı bekleyenler arasında değildi. Yine de Enternasyonal içindeki misyonuna uygun olarak çabuk toparlanıp bu çapraşık duruma ortayolcu bir teorik açıklama getirdi, o günden beri ortacı, merkezci diye anıldı. Enternasyonalizm ve Savaş başlıklı makalesinde şunları söyledi:
“Savaşın patlak vermesi sosyal demokrasi içinde acı bir anlaşmazlığın belirmesine yol açtı. Özellikle de Sosyal Demokrasinin en güçlü olduğu ve kitlelerle en sıkı bağlara sahip olduğu ülkelerde. Her yerde işçiler ve sosyalist örgütler kendi hükümetlerini desteklemek üzere sokaklara döküldüler.
Her ne kadar hemen hemen daha önceki bütün savaşlarda hangi tarafın desteklenmesi gerektiği konusunda aramızda anlaşmazlıklar doğmuş olsa da; kendi saflarımızda hiç bu kadar net bir ifade bulan ulusalcı tutumlar görülmemişti. Oysa savaşta ulusal bir bakış açısıyla taraf olmak, açık bir biçimde Enternasyonal’i tehlikeye atar. Ama bunun nedeni böyle bir tutumun ilkelerimize aykırı olması değildir. Elbette ki, düşman istilasına karşı olan bir savaşa destek olabiliriz…..
Eğer proleter enternasyonalizmi ulusal savunma ile bağdaştırılamazsa çok vahim bir durum doğar. … Yine de bu, ulusal savunmadan yana tutum almanın proleter enternasyonalizminin ruhuna aykırı olduğu anlamına gelmez. Proleterler birbirleriyle düşmanca bir çatışma içine itildiği için ve her ülkede sosyal çelişkiler geçici olarak ta olsa geri plana itildiği için böyle görünmektedir.
Bu enternasyonalist yurtseverlik, zaten pratikte milliyetçi ve şoven yurtseverlikten güçlükle ayırdedilmektedir. Üstelik sıkıyönetim uygulamaları kamu oyu karşısında bu farkı aydınlatmayı önlediği için bu ikisi arasındaki farkı ayırdetmek iyice güçleşmektedir. ….
İşte bu yüzden enternasyonalizm için ciddi bir tehlike doğmaktadır. Bu koşullarda kendimizi bu tehlikeye karşı donatmak her zamankinden iki kat daha önemlidir. Bu yüzden milliyetçi bir tarzda yorumlanabilecek her türlü aşırılıktan kaçınmak ve kendi saflarımızda baş gösteren gerçek şovenizm belirtilerine karşı mücadele etmek gerekir.
Bu tehlike çalışmalarımızı daha bir gayretle sürdürmemize yol açmalıdır. Ama umutsuzluğa yol açacak kadar da büyük bir tehlike değildir. … Enternasyonal savaş zamanı işe yarayacak bir alet değildir; çünkü özü itibariyle Enternasyonal bir barış aracıdır. Dolayısıyla ancak barış zamanlarında tüm gücünü seferber edebilir; ve bu gücün arkasında durabildiği ölçüde daima barış için mücadele eder. Enternasyonal yalnız barış zamanında gücünün doruğuna çıkmakla kalmaz; aynı zamanda barışı korumak için en güçlü araç da odur. ….
(Bu yüzden) … daima uluslar arası dayanışmayı öne çıkarmalı ve asla tartışma konusu etmemeliyiz. Eğer bunu başarabilirsek savaşta taraf tutmuş oluşumuz Enternasyonal’in asıl görevini yerine getirmesine bir engel teşkil etmez. Aksine Enternasyonal büyük tarihsel görevini kararlı ve birlik içinde olduğu takdirde yerine getirebilir: Barış İçin Savaş; Barış Zamanı Sınıf Savaşı!”
Kautsky’nin broşürü ile aşağı yukarı aynı zamanda, ve hemen hemen aynı başlığı (Savaş ve Enternasyonal) taşıyan bir broşür de Troçki yayınladı (daha doğrusu Troçki’nin broşürünü, Martov’un başını çektiği enternasyonalist menşevikler yayınladı; çünkü daima hizipler ve örgütler üstü bir konumda durmayı tercih eden Troçki’nin o zamanlar da bir örgütü yoktu.)
Troçki’nin broşürü Kautsky’ninki ile kıyaslandığında üslup bakımından daha radikal ve devrim vurgusunu daha sık öne çıkaran bir içerik taşımaktaydı. Ama gerek tahlil bakımından gerekse de vardığı sonuçlar bakımından üst üste düşmekteydi. Troçki de öne çıkarılması gereken fikrin «barış için savaş» olduğunu düşünüyordu. Bunun için de enternasyonalistlerin bu amaç doğrultusunda bir arada bulunması gereğinde ısrar etti. Nitekim Kautsky taraftarı olanlar da dahil enternasyonalizmde ısrar eden tüm sosyalistleri bir araya getirmek üzere tasarlanan Zimmerwald konferansı’nın örgütlenmesinde onun payı büyüktür. Benimsenen nihai bildiriyi kaleme alan da odur.
Zimmerwald Dönemeci
Zimmerwald konferansının devrimci kanalını oluşturan ve «Zimmerwald Solu» diye bilinen grubun Lenin tarafından kaleme alınan bildirgesi doğrudan doğruya yeni bir enternasyonal çağrısı yapmasa da; barışın ancak «sosyalizm için devrimci mücadele» sayesinde kazanılabileceğini savunuyordu. Taslak burjuvazinin devrilmesi ve bir devrim için hazırlanmak gereğini vurguluyor, oportünistleri ve merkezcileri ağır bir dille suçluyordu. (Bkz. TE., c. 21, s. 357361)
Bu iki yönüyle metin tepki topladı; toplantı sonunda 12’ye karşı 19 oyla reddedildi. Buna karşılık Troçki’nin hazırladığı bildiri oy birliği ile kabul edildi. Konferansta kabul edilen Troçki’nin bildirisi aslında, başarılı bir uzlaşma metniydi; oybirliği ile kabul edilmesi bunun kanıtıdır. Bu bildiri tahlil ögeleri bakımından bolşeviklerin metninin ana noktalarını muhafaza etmekle birlikte, asıl vurguyu devrime değil barış sorununa yapıyordu. Bir diğer yönü de «vatan savunmasını» eleştirirken bunun burjuvazinin bir aldatmacası olduğunu vurgulamasıydı; oysa Bolşevikler İkinci Enternasyonal oportünistlerinin bu konudaki sorumluluğuna vurgu yapılmasında ısrar ediyorlardı.
Lenin bu bildiriyi «oportünizm ve sosyalşovenizmden ideolojik ve pratik kopuş yönünde ileri bir adım» olarak niteledi. Bu nedenle de konferansın bileşiminin eklektik yapısına, bildirgenin eksik ve tutarsız oluşuna rağmen bu bildiriyi imzalamanın doğru olduğunu savundu. Ama bu ilk adımın ancak oportünistlerden arınmış bir enternasyonale doğru ilerlendiği takdirde olumlu bir adım olacağını vurguluyordu. Nitekim bolşeviklerin önderliğindeki «Zimmerwald Solu»nun müdahaleleriyle yüzünü Zimmerwald’a dönenler arasında «bir üçüncü enternasyonal yaratmak isteyenler ve buna şiddetle karşı olanlar» biçiminde bir ayrışma başladı. Bu ayrışma aslında oportünistlerle ve tereddütlü unsurlarla kesin olarak yollarını ayırmak isteyenlerle buna engel olanlar biçimindeydi. Bunlardan birisi de Troçki’ydi. Lenin konferanstan sonra «Zimmerwald Solu» içinde yer alacak olan Henrietta Roland-Holst’a yazdığı bir mektupta şöyle dedi:.
“Troçki ile ayrılıklarımızın nerede olduğunu soruyorsunuz. … Birkaç kelimeyle söyleyeyim; o bir kautskisttir, yani enternasyonal içinde kautskistlerle, … birleşilmesini istiyor. Biz ise böyle bir birleşmeye kararlı bir biçimde karşıyız. ” (TE., c.43, s.525)
Troçki’nin öteden beri menşeviklerle bolşevikleri birleştirmek ve bu birliğin bir nevi çöpçatanı olmak gibi bir tutumu benimsediği hatırlanırsa, bu yadırgatıcı değildir. Nitekim Zinoviev de Troçki’nin konumunu şöyle özetledi:
“Troçki’nin yazılarından anlaşılan o ki, siyasi çıkarları, kendi siyaseti sosyal şovenlerden ve oportünistlerden tamamen kopmaktan kaçınma yönündedir. Bu bakımdan savaşın derslerinden hiçbirşey öğrenmemiştir. Troçki hala Troçki’dir. Nasıl ki eskiden likidatörlerle birliği savunuyorduysa, bugün de sosyal şovenlerle birliği savunuyor.
Troçki bizimle sadece örgütsel sorunlarda ayrı olduğunu söylemekten hoşlanır. Bu hiç de doğru değil. Parti yapısının biçim ve ayrıntılarını tartışmıyoruz. Devrimci sosyalizm için bugün örgütsel sorunlar yok; bir örgütsel sorun var. Bu, partinin varlığı sorunudur; sosyal demokrat bayrağa alçakça ihanet edip, sosyalizmi sosyal şovenizm şerefsizliğine düşürenlerden partiyi kurtarma sorunudur. Burada, yani sosyal demokrasinin oportünizme karşı tutumunda ki bu İkinci Enternasyonal’in çöküşünün nedenidir sorunun bam teli bulunmaktadır.” (Zinoviev, Rus Sosyal Demokrasisi ve Sosyal Şovenizm, Akıntıya Karşı Derlemesi içinde, c.1, s.246,247,248)
Ne var ki, bu tutumun Troçki’ye ve kendine açıkça «troçkist» etiketini yakıştıranlara özgü olduğunu sananlar yanılmaktadır. Bazıları aynı çizgiye başka ve daha dolambaçlı yollardan geçerek de varmaktadır.
Merkezciliğe Giden Enternasyonalist Yollar
Özellikle son zamanlarda en revaçta olan yol aynı kuyuya Rosa Luxembourg’un ipi ile inmektir.
“Muhalefet, çoğunluğun politikasına karşı her noktada savaşmak ve muhalefet etmek, kitleleri sosyal demokrasi örtüsüyle gizlenmiş emperyalist politikadan korumak ve partiyi antimilitarist, proleterce sınıf mücadelesi için savaşçı devşirmenin bir alanı olarak kullanmak için parti içinde kalacaktır.” (Aktaran T.Cliff, Rosa Luxembourg, s.64)
Rosa Luxembourg ve arkadaşları bu anlayışın izinde 1918’in sonuna kadar Kautsky’nin partisinde kaldılar. Yani bu süre boyunca Kautsky ile aynı enternasyonal çatısı altında olmayı savundular.
Kuşkusuz pek çokları örgütlenme sorununda Troçki ve Luxembourg’u kılavuz edinmenin doğru olmadığını bilmektedir. Ama merkezci bir tutuma düşüp onlarla veya Kautsky ile aynı tutumu izlemekten kurtulmanın tek yolu bu konudaki hassasiyet değildir. Zira Zimmerwald’dan itibaren bolşeviklerle merkezcilerin ayrım çizgilerinin çekilip kalınlaştığı konular yalnızca bu eski ayrım noktasında değildir.
Troçki Zimmerwald konferansının hemen ardından bu konferansta beliren ayrım çizgilerini anlatırken Lenin ile kendisi arasındaki farkı şu sözlerle özlü biçimde tarif etti:
“Yoldaş Lenin kendisinin barış için mücadele sloganına tamamen olumsuz bir yaklaşımı olduğunu söyledi. Bu konudaki tutumu şu vecizeyle özetleniyordu: görevimiz topların susmasını değil, amaçlarımıza hizmet etmelerini sağlamaktır.
Kuşkusuz devrimciler barışçılardan askeri imkanları da proleter devrimin araçları haline getirmek istedikleri için ayrılırlar. Ama bu görevi barış için mücadelenin karşısına çıkarmak tamamen yanlıştır. Alman proletaryasının büyük silahlarını sınıf düşmanlarına çevirmek istemesinden önce bu silahları sınıf kardeşlerine çevrilmekten vazgeçmesi lazımdır. Siperlerin ötesindeki sosyal müttefiklerini de kendisini de tüketen ve yaralayan bu savaşa karşı birleşmelidir evvela.Savaşa son verme şiarı sosyalist proletaryanın kendi kendini korumasının bir ifadesidir. Bu şiar bir enternasyonalist yaklaşımın ifadesidir; aynı nedenle de devrimci faaliyetin bir ön koşuludur. …”
Lenin hem Troçki’ye hem de başkalarına aynı yanıtı vermekteydi:
“Gerici bir savaş sırasında devrimci bir sınıf kendi hükümetinin yenilgisinden başka bir şeyi isteyemez. Bu bir kuraldır. Ve bu kuralı yalnızca sosyalşovenlerin bilinçli taraftarlarıyla sosyalşovenlerin çaresiz uyduları tartışmak ister. Birinci grubun içinde örneğin Semkowsky (menşevik) vardır; ikinci gruba ise Troçki, Bukvoyed (Riazanov) ve Almanya’da da Kautsky girer…Savaşa karşı bir devrimci mücadele» eğer savaş zamanında bile kendi hükümetine karşı mücadele anlamına gelmeyecekse boş bir sözdür… Oysa savaş sırasında kendi hükümetine karşı mücadele etmek demek hiç tartışmasız onun yenilgisini istemekle de kalmaz böyle bir yenilgiyi kolaylaştıran başlı başına bir olgu haline gelir….
Savaş zamanında devrim iç savaş demektir. Hükümetler arasındaki savaşı iç savaşa çevirmek ise, bir yanda hükümetlerin aldıkları askeri yenilgiler sayesinde kolaylaşır; öte yandan da hükümetlerin yenilgi almasını kolaylaştırmaksızın savaşı iç savaşa çeviremezsiniz…
(Kendi hükümetinin yenilgisini isteme) sloganının yerine ne öneriliyor? «Ne savaş ne barış!». Bu slogan «anayurdu savunma» fikrini başka bir biçimde söylemekten başka bir anlama gelmez. … Bu bütün emperyalist ulusların şovenistlerini haklı çıkarmaktır. Çünkü onların burjuvaları da daima «yenilmemek için» savaştıklarını söylerler. Nitekim Alman oportünistlerinin başı olan David, «4 Ağustos’ta kullandığımız oy savaş için değil, yenilmemek içindi» diyor.”
Savaşın ardından Lenin’le diğer enternasyonalistler arasındaki, bütün Zimmerwald’cılarla «zimmerwald solu» arasındaki başlıca sorun yeni enternasyonal konusundaki tereddütler ve İkinci Enternasyonal artıklarıyla ilişkiler konusuydu; ama biricik sorun bu değildi. Savaşa ve barışa karşı tutum da başlı başına bir ayrım konusuydu. Bu konuda değişik nüanslarıyla barışçı eğilimler bir yana bozgunculuk fikrini savunanlar bir yana ayrılmışlardır; bu ikinci tarafta duranların komünist bir enternasyonal için en ısrarlı kesim olması da tesadüf değildir. Ne var ki bu konularda Lenin’le bütün diğer Bolşeviklerin hemfikir olduğu sanılmamalı. Bolşevikler ayrı bir örgütlenme ve İkinci Enternasyonal’den kopuş konusunda diğer Avrupalı enternasyonalistlere göre daha net bir tutum benimsemişlerdi. Örneğin Zinoviev bu noktada bir bakıma Lenin’in Avrupa’daki sözcüsü gibi davranmıştı. Ama İkinci enternasyonal çizgisinden politik anlamda kopma konusunda Bolşeviklerin bir kısmı (ki Zinoviev de bunların arasındadır) da en az Avrupalılar kadar tutuk ve çekingen davranmışlardır. Bu tutukluğun bir ifadesi Zimmerwald’dan Lenin’in ısrarlarına rağmen bir türlü kopamamakta ifade bulmuşsa, bir ifadesi de savaşa karşı tutum konusunda öne çıkmıştır.
1917 martından sonra, yani Stalin ve Kamenev’in sürgünden dönüp Pravda’nın yönetimini ellerine alışlarından itibaren, Bolşeviklerin bu yayını Geçici Hükümet’le uzlaşmacı bir çizgiyi temsil etmenin yanısıra, savaş karşısında savunmacı bir tutuma doğru savruldu. Pravda’ya göre, alman ordusu imparatorlarına itaat ettiği sürece rus askeri «mevzisinde sağlam durmalı, her kurşuna kurşunla, her gülleye gülle ile cevap vermeli» idi.
“Tutarsız «Kahrolsun Savaş!» sloganını benimsemeyeceğiz. Şiarımız geçici hükümet üzerinde baskı yapmak ve onu bütün savaşan ülkelerin derhal görüşmeye oturmasını sağlama hedefiyle hareket etmeye zorlamaktır. Ama bu noktaya kadar herkes mevzisini korumalıdır!” diye yazıyordu. (Aktaran Troçki, Rus Devrimi Tarihi, Fransızca baskı,c.1; s.336)
Lenin Finlandiya Garı’nda Rusya’ya ayak basar basmaz Kamenev’e hışımla bu tutumun ne anlama geldiğini soracaktı.
Lenin yalnız “yurt savunması”na karşı açık tutum almakla kalmayıp, sermayenin iktidarı proletaryanınkiyle yer değiştirmeksizin gerçekleşecek ateşkes ya da barışın emperyalist savaştan kurtulmak anlamına gelmediğini savunuyordu. Emperyalist savaşın sınıf savaşına (iç savaş) çevrilmesi ve proletaryanın iktidarı eline geçirmesi gerektiğini; bunun da işçilerin silahlarını kendi hükümetlerine çevirmesi demek olduğunu vurguluyordu. Rusya’daki şubat devrimini bu yönde önemli bir ilk adım olarak görüyordu. Bu görüşün dolaysız sonuçları savaşa devam eden ülkelerden hiçbirinin hükümetiyle ne savaşta ne de barış için uzlaşmamaktı. Savaşı durdurmak için hükümetlere baskı yapmak yerine, savaştan onları devirmek için yararlanmak; bütün bunları yapabilmek için de savaş hükümetleriyle işbirliği yapanlardan da, bunlardan kopmamakta ısrar edenlerden de ayrı devrimci bir enternasyonali biran evvel kurmak gerektiğini savunuyordu. Bolşeviklerin bir kısmı ise bu tutuma aykırı bir duruş içindeydiler.
Demek ki, Kautsky’nin temsilcisi olduğu merkezcilik tuzağına basanlar yalnızca Troçki’nin Rosa Luxembourg’un vb. görüşlerini benimseyenler değildir. Merkezci-ortacı bir tutuma düşmek için Kautsky’ye bağlılık yeminleri etmeye de gerek yoktur (yaşadığımız topraklarda bunu açıkça söyleyen M. Ali Aybar’dan başkası çıkmamıştır). Zaten kimin kautskist, troçkist olduğunu anlamak için kimin bunlara en çok kulak verdiğine bakmak da doğru değildir. Doğrusu, kimin bolşeviklerin ve Komünist Enternasyonal’in izinden gittiğine bakmaktır. Zira bir kez bu yoldan çıkıldıktan sonra şu ya da bu dolambaçtan geçerek merkezci-ortacı bataklığa bulaşmamak güçtür.
İşte savaş koşulları tam da bu ayrışmanın sağlanması için elverişli bir sınavdır.
Komünistlerin Birliğini savunanlar bolşeviklerin izinden giden bir partinin mevcut olmadığını vurgulayarak bu ilkeleri bayrağına yazacak bir komünist enternasyonalin yaratılması için mücadele ediyor. Ancak o zaman kimin kautskist kimin troçkist kimin leninist olduğu açık seçik belli olacak.