[Bu yazı Proleter Devrimci KöZ Gazetesinin Eylül 2003 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştır.]
İşçi Sınıfı Sendikalı İşçilerden İbaret Değildir
İşçi sınıfını sendikalı veya sendikalı olmaya en müsait gibi görünen büyük işyerlerindeki işçilerden ibaret sanmak oldukça yaygın bir yanılgıdır. Oysa işçi sınıfının, en yoksul, örgütsüz, küçük işyerlerinde çalışan kesimlerini, özellikle de geniş “işsizler” yığınını işçi sınıfının dışında saymak, sendikalist bir bakış açısının tipik ifadesidir. İşçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimi dünyanın heryerinde olduğu gibi, yaşadığımız topraklar üzerinde de işçi sınıfının çok küçük bir azınlığını ifade etmektedir; üstelik dünyanın heryerinde olduğu gibi, bu topraklarda da sermayenin üretimi yeni bir biçimde örgütleme planlarına, esnek üretim saldırılarına paralel olarak günden güne küçülmektedir.
Bununla birlikte, işçi sınıfı dendiğinde, pek çoklarının aklına önce, büyük fabrikalardaki mavi tulumlu işçiler gelmektedir. Bu fabrikalarda kart basılarak tam saatinde işbaşı yapılır, gecikenler ceza alır; paydos zili ya da düdüğüyle topluca yine kart basarak paydos edilir; değişik yönlerden servis arabalarıyla gelinip, servis arabalarıyla kentlerin ayrı ayrı köşelerine dağılınır. Bu fabrikalarda sigara, çay içmek için, tuvalete gitmek için paydosu beklemek, yahut izin almak gerekir. Bu fabrikalarda işbaşındaki kaçamakların dışında sohbet mekanları tuvaletler, yemekhaneler, servis arabaları, eğer varsa, nadiren kullanılan sendika odalarıdır.
Sınıf Mücadelesi Fabrika Disiplinine Uydurulabilir mi
Sendikal örgütlenmelerin hedef kitlesi bu işçilerdir. Sendikal eylemlerin tasarlanması örgütlenmesi de aynen fabrikadaki düzeni andırır. Servis araçları gibi otobüslerle gelinip, otobüslerle dağılınan, kart basar gibi sıraya girip, denetimden geçerek katılınan mitingler fazlasıyla büyük fabrikalardaki düzeni andırır. Sendikalarla bu fabrikalardaki sendikalı işçilerin ilişkisi de adeta fabrika idaresi ile işçiler arasındaki gibidir. İşçiler çoğu kez sendikacıların karşısına önlerini ilikleyerek, fabrikadaki idare personelinin karşısına çıkar gibi gider, yahut böyle yapmaları beklenir, istenir. Sendika binalarının mimarisi bile adeta bu düzene göre tasarlanmıştır.
Başlangıçta bir dayanışma fonu oluşturmak, ileriye dönük hazırlık yapmak amacıyla tasarlanan sendika aidatlarının alınması bile, yaşadığımız topraklarda olduğu gibi, pek çok ülkede de check-off denilen sistemle, yani aidatın tıpkı sigorta, vergi kesintisi gibi, işveren tarafından bordrodan kesilip sendikaya havale edilmesi biçiminde toplanır.
Büyük fabrikada çalışan işçilere sendikacıların gözlüğünden bakanların eylem hayalleri de, kapitalistin işçilere bakışının tersyüz edilmiş halini yansıtır. Kapitalist, düzenli biçimde işbaşı yapıp, saniye kaybetmeden üretim yapılsın ister, sendikacı yahut sendikalist gözbağlarına sahip olanlar da, disiplinli biçimde iş bırakıp, üretimi durdurmayı en büyük eylem olarak görür.
Hatta yaşadığımız topraklarda, özellikle son yıllarda grev kavramı bile sendikal yasaların tanımladığı çerçevede anlaşılmaktadır. Bu yasalara göre, grev toplu sözleşme düzenine bağlıdır; genellikle iki yılda bir toplu sözleşme pazarlıkları tıkandığında, uzlaşmazlık saptanıp araya giren yasal arabulucular da uzlaşmayı sağlayamadığı takdirde grev hakkı doğar ve bu durumda yasal sürelerin dolmasını bekledikten sonra greve çıkılır; o durumda bile kimlerin greve katılıp katılmayacağı yasalarla belirlenmiştir. Grev sırasında fabrikada üretime devam edilip edilemeyeceği, mal çıkarılıp çıkarılamayacağı vs. de özellikle 12 Eylül yasalarıyla düzenlenmiş ve grevcilerin eli kolu bağlanmıştır.
«Bu yasalarla da grev yapılabilir» iddiasını somutlaştıran 1987 NETAŞ grevi, aslında 12 Eylül yasalarını delen bir eylem olduğu halde, bugün bambaşka bir sürecin dönemeç noktası haline gelmiş durumdadır. O günden beri, grev kavramı, yasalarda tarif edilen grev tanımına indirgenmiştir. Öyle ki, bu sınırların dışına taşan iş bırakma eylemleri, devrimciler tarafından bile grev olarak değil, «direniş» olarak tanımlanmaktadır. Grev diye toplu sözleşme düzenine bağlı «eylemlere» denmektedir.
Grev Nedir?
Grev işçi hareketinin en eski eylem biçimlerindendir. İşçilerin ekonomik, siyasal yahut dayanışma amaçlarıyla topluca işi durdurmaları anlaşılır grev dendiğinde. Her ne kadar sendikacıların gözünden bakarak patronu zoru sokmak zarar ederek dize gelmesini beklemek biçiminde anlaşılsa ve sadece bu anlama geldiği zannedilse de, grevin içeriği bu değildir. Aslında işçilerin topluca patronun iradesine başkaldırmaları üretim sürecinde kimin efendi olacağını sorgulama arzusunu belli etmelerini ifade eder. Bu nedenle fabrika işgali, üretim araçlarına el konması hatta üretimin işçiler tarafından ve onların kontrolü altında sürdürülmesine kadar varabilir bu sorgulama.
Bu derin anlamıyla grev eylemi, yaşadığımız topraklarda da çok zengin ve etkili (hatta kimi zaman silahlı) eylem örnekleriyle şekillenmiştir. DİSK’in kuruluşuna hayat veren süreçte gerçekleşen ve dillere destan olan KAVEL, Gislaved, Demir Döküm, Profilo, Singer vb. işgalli ve çatışmalı iş durdurmalardan, Alpagut’taki gibi üretimin sürdürüldüğü işgallere ve Aşkale grevi gibi silahlarıyla birlikte poz veren grev gözcülerinin nöbet tuttuğu «yasal grev»lere kadar uzanan oldukça zengin ve geniş çaplı bir deneyim birikimidir söz konusu olan.
Ne var ki, şeklen o günlerden beri sürekliliğini koruyan örgütlere inat, 60’lı 70’li yılların zengin deneyimlerinin birikimi bugüne bir nebze bile yansımamaktadır. Yeni işçi kuşakları ve devrimci kuşaklar el yordamıyla ve daha küçük ölçekli eylemlerden öğrenmekte ve bu öğrendikleriyle yol almaya çalışmaktadırlar.
Bu ise, hakim ideolojinin ve hakim sınıfın çizdiği rotada yürümekten kurtulamamanın en garantili yoludur. Daha doğrusu devrimci sınıf bilincinin oluşması yolunda bir çıkmaz, çarpılacak bir duvardır.
İşçi sınıfını büyük fabrikalardaki işçilerle sınırlı olarak gören ve onlara da sendikacıların gözlüğünden bakanların bir duvara toslamamaları, bu çıkmazda kaybolmamaları mümkün değildir. Sırf bu tablo bile işçi sınıfının tarihsel belleği rolünü de oynaması gereken bir devrimci sınıf önderliğinin yokluğunun başlı başına bir işaretidir. Bu tablo aynı zamanda böyle bir önderliğin yaratılması için nelerin yapılması ve nelerden kaçınılması gerektiğine de işaret eder.
İşçi sınıfını sınıf düşmanının denetimi altındaki sendikal mücadelelerin kıskacından kurtarabilmek için de evvela sınıf tanımını yerli yerine oturtmaya gerek vardır. İşçi sınıfının en devrimci en bilinçli unsurlarını örgütlemesi gereken devrimci partinin hazırlık faaliyetinin nerede ve nasıl yürütülmesi gerektiği konusunu netleştirmek için de bu açıklığa ihtiyaç vardır.
İşçi Sınıfına Sendikacıların Gözlüğünden Bakarak Ona Önderlik Edilemez
Oysa bugün devrimcisinden reformistine pek çok akıma egemen olan işçi sınıfı tanımı ile sendikacıların tanımladığı işçi sınıfı neredeyse özdeş gibidir. Sendikacıların gözünde işçi kavramı, sendikal yasaların tanımladığı ve kendisinin üye olarak kaydedebileceği işçilerle sınırlıdır. Bir kez bu kavramın cenderesine girildiğinde insanın etrafını görmesi bile mümkün değildir.
Nitekim sendikalı işçilerin giderek azaldığı ve sınıfa bu gözlükten bakanların körleşmekte olduğu apaçıktır. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Fransa’daki bütün sendikalı işçiler işçilerin yüzde 10’unu oluşturmaktadır ve bu 2 milyon civarında işçi demektir; Üstelik bu rakama sendikalaşma hakkı olan öğretmenler, kamu çalışanları vb. dahil; hiçbir yerde kayıtlı gözükmeyen ama en az sendikalı işçiler kadar oldukları kesin olan kaçak işçiler; en az onlar kadar bir kütle oluşturan evde çalışanlar vb. dahil değildir! Sendikalı işçilerin yüzde sekseni ise neredeyse tamamen öz be öz Fransız olanlara mahsus olan işlerde çalışmaktadır. Bu tür işler genellikle işvereni devlet kurumları, belediyeler vb. işletmeler yahut devletin ortak olduğu işletmeler ya da başlıca müşterileri resmi kurumlar olan işletmelerdir.
Yaşadığımız topraklarda ise, sendikalı işçiler 1,5 milyon civarındadır; buna kamu işçileri dahil değildir. Kayıt dışı çalışanlar, «çocuk işçiler» evde çalışanlar, geçici işçiler, tarım proleterleri, işsizler vb. ise yalnız devletin kayıtlarında gözükmemekle kalmamaktadır; en önemlisi bunlar işçi sınıfına önderlik etme iddiasıyla yola çıkan ve çoğunlukla bu kesimlerle iç içe yaşayan devrimcilerin de gözünden kaçmakta, akıllarına geldiğinde de işçi sınıfının asli bir parçası olarak değil, müttefikleri olarak ifade edilmektedir.
İşçi Sınıfının Görülmeyen Kesimleri Büyümektedir
Yaşadığımız topraklarda, işçi sınıfına sendikaların gözlüğünden bakanlar için çetrefilli sorunlardan biri de, 657 sayılı memurin kanununa bağlı olarak çalışan işçilerin nereye konacağı konusuydu. Sendikal yasalara ve işkolları tüzüğüne göre nereye konacağı kestirilemeyen kamu işçileri kendi gayretleriyle yollarını açtılar; sendikalarını kurdular, toplu sözleşme yapma hakkı için mücadele ederek kendilerini işçilerin arasına kabul ettirme yolunda epeyi mesafe kat ettiler. Bugün gelinen noktada hala memurların hangi sınıfa mensup oldukları konusunda türlü rivayet olsa da, kamu işçileri bu sayede en azından sendikaların ve sendikalist gözlüklere sahip olanların muhatapları olmayı başardılar. Üstelik, «hizmet üretiminden gelen güçleri»ni kullandıkları ölçüde, onları işçi sınıfı içinde saymayanlar bile kamu işçilerini hiç değilse, işçi sınıfının en önemli müttefikleri (hangi sınıfa mensup oldukları sorusu cevapsız kalsa bile) arasına katmak zorunda kaldı.
Buna karşılık, işsizler ve kayıt dışı çalışanlar kamu işçileri kadar şanslı değiller. Bunlar herhangi bir sendikanın üyesi olamazlar; çünkü işkolları belli değildir; her şeyden önemlisi aidatlarını kesip sendika hesabına havale edecek bir işverenleri yoktur! Üstelik bunların büyük bir kısmını (örneğin işsizlerin yanı sıra ve onlarla iç içe bulunan inşaat işçilerini, temizlik işçilerini ve genel olarak tek bir patrona bağlı olarak çalışmayanları) sendikal sınırlarda kavranan «sınıf mücadelesi»ne çekmek bile mümkün değildir. Çünkü bunlar indirecek bir şalterden bile mahrumdurlar; genel
tabirle sözüm ona «üretimden gelen bir güce» sahip olamamaktadırlar!
İşsizleri işçi kavramının içine bir türlü sokamayan sendikalist bakışla malul anlayışlar en iyi olasılıkla bunları sınıf dışına düşmüş unsurlar olarak görmekte ve tekrar bir büyük fabrikada işbaşı yapıp, sınıfa dahil olmasını beklemeye koyulmaktadırlar. Öte yandan «sınıfın dışına düşmüş unsurlar» eğer gerçekten proleter iseler, yani yaşamak için mutlaka çalışmak zorundaysalar, sendikalist gözlüklere sahip olanların gözünde her an sınıf değiştirme durumuyla yüz yüzedirler.
Öyle ya, kazara seyyar satıcılık yapma durumunda kalsalar, küçük burjuvaziye terfi edebilirler! Böylece, eğer bu körleşmenin sonucunda yaşadığımız topraklar, en hızlı sınıf atlanan ülke olmaya adaydır. Düne kadar işçi sınıfının «en belirleyici sektörleri»nden birinde, örneğin metal işkolundaki bir büyük fabrikada çalışan bir işçi; işten atılırsa, yahut emekli olup da yine çalışmak zorunda kalırsa, ve kazara yapacağı iş pazarcılık olursa birden bire sosyal statü (gelir düzeyi) bakımından aşağı düşmüş, sınıfsal konumu bakımından küçük burjuvazi saflarına terfi olmuş olacaktır.
Gözden Kaçanlar Yalnız İşsizler Değil
Ne var ki, memurlardan ve işsizlerden daha kötü durumda olanlar da vardır. Küçük işyerlerinde, yahut birbirinden kopuk birimler halinde parçalanmış büyük işyerlerinde (örneğin McDonalds zincirlerinde vb.), geçici işlerde, kayıt dışı çalışan işçiler; sürekli iş bulsalar bile, işi gereği sık sık işverenleri değişen işçiler (örneğin inşaat işçileri vb.); yahut büyük bir fabrikada o fabrikanın işçileriyle birlikte, sürekli çalıştığı halde, o fabrikanın işvereninden değil bir taşeron firmadan ücret alan işçiler; evinde yahut kendi evinden biraz daha hallice olan bir fasoncunun atölyesinde belki
dünyanın en ünlü tekstil firmalarından birinin pazarlayacağı malları üreten, veya büyük bir otomotiv firmasına dünya çapında kullanılabilecek küçük bir parça üreterek ömrünü tüketen işçiler; mevsimlik tarım işçileri vb. Yaygın olan ve sendikacıların gözünden tarif edilen işçi kavramının dışına düşmektedirler.
Klasik sendikacılık açısından bu kesimlerin örgütlenmesi çok güç ve «masraflı» olduğu açıktır. Hele yasal mevzuata uygun biçimde örgütlenmeleri çoğunlukla imkansızdır. Çünkü genellikle kayıt dışıdırlar ve dolayısıyla sendikaya da kaydedilemezler; zaten bordrolu olmadıkları için aidatları da kesilemeyecektir. Bunların kendi başlarına örgütlenip, aidatlarını elleriyle sendikaya teslim etmeye razı olduklarını kabul etsek bile, yasalara saygılı bir sendikanın yapabileceği fazla bir şey yoktur. İşverenleri belli değilse, sürekli değişiyorsa, yahut geçici işlerde çalışmaları söz
konusu ise, işkolunu belirlemek, işkolu düzeyinde yetki almak mümkün değilse, sendikaların toplu sözleşme yapacakları bir muhatap da yoktur.
Bu nedenle, geleneksel sendikalar oldum olası bu kesimleri örgütlemekten kaçınmaktadırlar; onlar bu kesimlerden uzak durdukça gözlerini sendikalara ve sendikalı işçilere dikmiş olan devrimciler de bu kesimleri işçi sınıfı içinde görmemekte, yahut nereye koyacaklarını bilmemektedirler.
Bu durumda, bu kesimlerin işsizlerden farklı olarak, «üretimden gelen bir güçleri olduğu» kabul edilse bile; bu «üretimden gelen gücün» klasik sendikacılık çerçevesinde ve yasal mevzuata uygun bir biçimde kullanılması mümkün değildir.
Bu durum işçi sınıfının bu kesimlerinin neden sendikacıların gözünden kaçtığını, neden onlar tarafından görmezden gelindiğini anlatmaktadır. Ama devrimcilerin bu olguyu görmezden gelmelerinin tek izahı önderlik etme iddiasıyla yola çıktıkları sınıfa sendikacıların gözlüğünden bakıyor olmalarıdır.
Kayıt Dışı Sektör Büyüdükçe Büyüyor
Halbuki bu kesimlerin varlığı ve büyümekte oluşu gözden kaçacak gibi değildir. Hatta ileri dönük planlar yapan kapitalistler ve onlara hizmet sunan burjuva iktisatçıları bile bu olgu ile yakından ilgilenmektedir. Kaldı ki bu kesimler sadece yaşadığımız topraklarda değil, dünya çapında işçi sınıfının en büyük giderek büyüyen bölümünü oluşturmaktadır; aynı zamanda yine işçi sınıfı kütlesinin en önemli bölüğü olan işsizlerle iç içe ve sürekli bir rotasyon halindedirler. Üstelik bu işçiler işçi sınıfının ve sanayileşmenin evriminin daha ileriki bir aşamasında büyük fabrikalarda toplanmaya aday durumda değillerdir. Aksine sanayinin «esnek üretim» denen günümüzdeki örgütlenmesinin bir sonucu olarak, büyük fabrikalarda çalışan işçilerin sayısı her geçen gün ve dünyanın her yerinde azalmakta, bu kesimin safları her geçen gün kalabalıklaşmaktadır.
Bugün dünyada kayıtlı çalışan işçilerin oranı giderek azalmaktadır. Dolayısıyla da sendikalaşma oranı da hızla düşmektedir. Sendikalı olmak ve sendikal haklardan yararlanmak adeta bir ayrıcalık haline gelmektedir. Ama işçi sınıfının sınıf mücadelesinde ilk adımlarını ifade eden, sınıf dayanışmasının en ilksel örnekleri arasında olan sendikal örgütlenme ve mücadelenin sınıfın küçük bir kesimin ayrıcalığı haline gelmesi başlı başına bir çelişkidir. Bunun sadece düşünsel düzeyde bir çelişki olduğu da sanılmamalıdır.
Çünkü kayıt dışı ve sendikasız kesimlerin büyümesi demek aynı zamanda güçler dengesinin kağıt üzerinde yazılı olduğu gibi kalmasının da mümkün olmayacağının işaretidir. Bu anlamda geçmiş mücadeleler sayesinde ve ağır bedeller karşılında kazanılmış olan temel kazanımlar da sınıfın sendikasız ve kayıt dışı kesimleri büyüdükçe kağıt üzerinde kalması işten bile değildir. Nitekim öyle olmaktadır. Sermayenin ücretli köleleri içinde örgütsüz ve güvencesiz olanların oranı büyüdükçe örgütlü olanların sahip oldukları haklar da bir bir tehdit altına girmekte ve geri alınmaktadır.
Kazanılmış Hakların Korunamamasının En Büyük Nedeni Sınıfın Örgütsüz Kesimlerinin Örgütlenmemesidir
Örneğin emeklilik hakkı bu konuda en çarpıcı işarettir. Yıllarca prim ödedikten sonra emekli olmayı gözleyen sigortalı işçiler bugün dünyanın bir çok yerinde emekli olamama tehdidi ile yüz yüzedir. Çünkü patronlar işçilerin emekli maaşlarını onlardan kestikleri primleri biriktirerek ödemezler. Önceden kestikleri primleri de sermayelerine çoktan katmışlardır. Emekliye ayrılanların maaşlarını halen çalışmakta olanlardan kesilen primler sayesinde ödemeyi planlarlar. Bu durumda her emekli için fiilen prim ödeyen daha fazla işçi olmalıdır. Bu da demektir ki patronların egemen olduğu bir düzende emeklilik mekanizması ancak sigortalı işçi sayısının emekli olanların sayısına oranla
artmakta olmasını gerektirir. Sendikalı işçilerle birlikte sigortalı çalışanların ve düzenli işi olanların sayısı da azalmakta olduğu için emekliliğe hak kazanmakta olanların maaşları ya devlet kasasından yahut işverenleri tarafından ödenirse karşılanacaktır. Onların bunu kendi rızaları ile vermeyeceğini öğrenmek için alim olmak gerekmez.
Ama sayıları gederek azalan sendikalı sigortalı işçilerin bu haklarını «söke söke almak» için gerekli kitleselliğe ve güce sahip olmadıkları ve günden güne çaptan düştükleri de kesindir. Bugün dünyada ayrıcalıklı bir azınlık oluşturan sendikalı işçilerin sayısı günden güne düşmektedir. Genel olarak emekçi yığınların içindeki oranları azalmaktadır; tabi ayrıcalıkları da bu sürece doğru orantılı olarak azalmaktadır.
Bu durumda işçi sınıfının örgütsüz kesimlerini kayıt dışı çalışanları ve işsizleri örgütleme konusundaki ihmalin, kazanılmış haklarını çantada keklik zanneden kesimlerin ellerindeki ayrıcalıkların da berhava olmasına neden olduğu bu örnekten açık seçik görülmektedir.
Oportünizm İşçi Aristokrasisinin Bağrında Yetişir ve Oradan Beslenir
Demek ki işçi sınıfının kazanılmış haklardan yararlanan kesimleri kendi hallerine bırakıldıklarında, hakim ideolojinin ve onun işçi sınıfı içerisindeki taşıyıcısı olan sendika bürokrasisinin müdahaleleriyle, sınıf mücadelesinin öncü unsurları olmak yerine ayrıcalıklarının bekçisi konumuna düşmektedirler. İşçi sınıfının bu kesimleri çoğunlukla reformizmin güç kaynağı olması tesadüf değildir; radikal bir devrimci çıkışın kendiliğinden buralarda filizlenmemesi de.
Tam da bu noktada belirginleşmektedir ki, sendikaların sorunlarının çözülmesinin de, klasik sendikacılığın tıkanıklıkların aşılmasının ve dolayısıyla sendikalı işçilerin ellerindeki haklarını koruyabilmelerinin de yolu aynı yerden geçmektedir: bunun için düzenin koyduğu yasal sınır ve engelleri bir kenara iterek işçi sınıfının asıl dinamik ve patlayıcı öğelerinin bulunduğu kesimlere yönelmek, onların sorunlarını sorun ederek bu mücadelelerden öğrenmek gerekir.
Komünist Enternasyonal işçi aristokrasisi üzerinde hakimiyet kurmuş olan sendika bürokratları ve reformistlerin sınıfın en temel sendikal mücadelelerini yürütme konusunda bile yetersiz kalacağını ve komünistlerin sınıfın en temel örgütlenmelerini sağlamak ve en basit mücadelelerini başarıya ulaştırmak için bile komünistlere ihtiyaç olduğuna işaret etmişti.
Bugün işçi sınıfı dünya çapında giderek şiddetlenen kapitalist saldırılarla yüz yüzeyken bu tespit bir kez daha değerli bir ders olarak öne çıkmaktadır. Komünist Enternasyonal’in kuruluş dönemi belgelerini kılavuz edinen komünistler açısından da bu tablo önlerine koydukları görevlere bir kat daha yoğunlaşmak ve bunu daha geniş kesimlere anlatmak için bir alarm işaretidir. KöZ’ün arkasında duran komünistler bu ödevlerinin bilinciyle ve kalkış noktası olarak benimsediklerin kılavuzun doğrulanmasının verdiği şevkle yapmakta oldukları işlere yoğunlaşacaklardır.