[Aşağıdaki yazı Proleter Devrimci Köz’ün 2003 yılında yayımlanan 15. sayısından alınmıştır.]
Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla sonuçlanan «emperyalistler arası Irak savaşı», Bush’un geçen 1 Mayıs’ta ilan ettiği gibi sona ermemiştir. Geçtiğimiz ay Saddam’ın ele geçirilmesiyle de sona ermiş değildir. Çünkü ABD’nin Irak’a saldırmasının asıl amacı Baas rejimini devirmek ve ele geçirmek değildi. Zaten asıl savaşın ABD’nin başını çektiği koalisyon ile Irak’ı yöneten Baas diktatörlüğü arasında geçtiği de doğru değildir. Irak’a saldırmak isteyen emperyalistlerle buna karşı olanlar arasındaydı asıl savaş.
Irak topraklarına ABD ve müttefiklerinin saldırmasıyla başlayan savaş, esasen Ortadoğu’nun emperyalist güçler arasında yeniden paylaşılması amacıyla çıktı. Ortadoğu’nun hangi güç dengelerine göre ve nasıl paylaşılacağı kesinleşmeden bu savaşın bittiği söylenemez. Öte yandan bu paylaşım kavgasının sırf Ortadoğu ile ilgili olduğu ve orada biteceği de doğru değildir. Tek bir cephede yürüyen bir dalaş değildir söz konusu olan.
Ama sadece Ortadoğu cephesi ele alınacak olursa, tabii ki Baas diktatörlüğünün alaşağı edilmesi ve Saddam Hüseyin’in ele geçirilmesi, ABD ve müttefiklerinin asıl amaçlarına yönelmek üzere atmak zorunda oldukları ilk adımlar arasındaydı.
Bu adımlar artık geride kalmıştır. Şimdi asıl kritik dönemeç hızla yaklaşmaktadır. Yani Saddam sonrası Irak’ın nasıl şekilleneceği hakkındaki tartışma ve hesapların giderek önem kazanacağı süreç fiilen başlamıştır.
Geçici ve taktik işbirlikleri ile stratejik ittifaklar ve ilişkiler arasındaki ayrımlar da bundan sonra daha net görülecektir. ABD saldırısı başlamadan önce savaş sırasında ve sonrasında, vaatler, temenniler, veya kısmi/geçici tavizler olarak dile getirilen pek çok söz, şimdi yeniden ve değişik biçim ve içeriklerle söylenecektir. Dengeler şimdiden değişmiştir ve yeni dengelerle ilişkilere gebedir.
Kürtler Öne Çıkıyor
Bu süreçte ilk adımı atanlar Kürtler oldu. Saddam Hüseyin’in yakalanmasından on gün sonra, Erbil’deki (Hewler) Kürdistan Parlamentosu, Kürdistan hükümetinin Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan anayasa taslağını Geçici Hükümet Konseyi’ne ve ABD yetkililerine sundu.
Anayasa, «Kürdistan ve Arap bölgelerinden» oluşan Federal Irak Cumhuriyeti’ni tanımlıyordu. «Kürdistan bölgesi» Duhok, Erbil, Kerkük ve Süleymaniye’nin yanı sıra, kısmi olarak Musul ve Diyala kentlerini de kapsıyordu. Birleşik parlamentodan ayrı bir Kürdistan Parlamentosu ve ona bağlı kurumlar tarif edildiği gibi, ayrı bir bayrağı, ayrı resmi dili, ayrı silahlı kuvvetleri (peşmerge) öngören anayasa taslağı, «Irak Federal Cumhuriyetinin yetkileri her iki bölgenin sorumlularının onayı olmadan değiştirilemez. Aksi takdirde Kürdistan bölgesinin halkı kendi kaderini kendisi belirler» diye sona eriyor.
Sadece bu kısa özet bile, ABD’nin Irak’a müdahalesinin gündeme geldiğinden beri, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kaygı ve endişelerini içermektedir. Bu anayasa taslağına uygun bir şekillenme meydana gelmese bile, TC’nin korktuğu şimdiden başına gelmiş gibidir.
Türkiye’nin Korktuğu Başına Geldi
Ortada henüz resmen ilan edilmiş bir Kürt devleti olmasa bile Kürdistan’ın en büyük bölümü alttan alta kaynamaya başlamış; bir süredir küllenmeye yüz tutmuş yüreklere yeniden kor düşmüştür bile.
Öcalan’ın savunması, demokratik cumhuriyet perspektifini bugünün nesnel koşullarının artık bağımsız bir Kürdistan kurulmasına müsait olmadığı saptamasına dayandırıyor; ve Güneydeki tıkanıklığı da buna delil olarak gösteriyordu. Güney Kürdistan’daki gelişmeler bu fikri benimseyenlerin imanını da sarsacak niteliktedir. Hiç şüphesiz DEHAP’ın kitlesinin dikkati ve ilgisi de Güney’e çevrilmektedir. Milyonlarca Kürdün yüreği yitirdiklerinin yeniden gülen yüzleriyle ısınmaktadır.
Aynı zamanda ünlü «otuz altıncı paralel»in çizilmesinde baş rolü oynayan akıl hocalarından biri olan Peter Galbraith’ın 2004 yılının başında tasvir ettiği tabloya bakılırsa bu ruh halini anlamak zor değildir:
“Bağdat’ta kabul edilen yasa, Kürt Meclisi’nden geçmezse Kürdistan’da uygulanmıyor. Kürtlerin kendi hukuk, yatırım ve vergi rejimi var. 2003…yılı başında Irak’ın Kürdistan bölgesi fiili bağımsızlığının 12. yılına giriyordu; …Kürtler tarihlerinde ilk kez kendi kendilerini yönetiyorlardı, 1992’de bir Kürt meclisi ve hükümeti seçmişlerdi. … Kürt yönetimleri gerçek başarılar elde etti. 12 yılda bölgedeki okulların sayısını üç katına çıkardılar, iki yeni üniversite açtılar ve 1980’lerde … yakılıp yıkılan 4 bine yakın köyü yeniden inşa ettiler. Kürt kültürü ve kimliği gelişirken, bir kuşak Iraklılık duygusundan uzak yetişti…2003 sonuna gelindiğinde, Kürdistan’ın liderleri, istediklerini elde etmek konusunda önlerinin açık olduğunu görebiliyor. Bu sadece özyönetim kurumlarının devamını değil, Kürdistan yasalarının bölge dahilindeki egemenliğinin tanınmasını ve Kürtlerin kendini savunma hakkını da içeriyor”
Bu sözlere bakıp Galbraith’ın ABD emperyalizminin dışişleri danışmanı değil de bir Kürt dostu olduğunu zannedenler olabilir; bu sözleri ile Kürtlere iltifat ettiği sanılabilir. Öyle değildir; Galbraith görevini yapmakta ve ABD yönetimini uyarmak üzere bu tabloyu çizmektedir. ABD’yi bağımsızlaşan Kürt dinamiğini denetim altına alması için teşvik etmeyi amaçlamaktadır.
Kürdistan Federasyonu
Nitekim aynı yazısında bu tablonun bazı safdillerin veya ABD hayranlarının sandığı gibi, ABD’nin yaratmak istediği tablo olmadığını da hatırlatıyor. ABD planları kah kendi hataları kah rakiplerinin tertipleri yüzünden başarısız kaldığı için oluşan koşullardan Kürtlerin yararlanması sayesinde bu durumun doğduğuna işaret ediyor:
“Pentagon’un … büyük ulus inşa planında kendi kendini yöneten bir Kürdistan’a pek az yer vardı…. ABD’nin Kürdistan’ı yeni Irak’a hızla entegre etme planı da çöktü.”
“(Kuzey Irak’taki gelişmelerin)… ABD işgal otoritesinin hoşuna gittiğini söylemek mümkün değil; ABD merkezi hükümetin Kürdistan bölgesi üzerindeki kontrolünü artırmak istiyor.”
Amerikalı danışmanın kastettiği ABD planı, Irak’ta çok parçalı ve etnik temele dayanmayan bir eyalet sistemi kurulmasıdır. Bu da çoğu zaman «federasyon planı» diye geçmektedir. Ama ABD’nin planı Kürtlerin 80 yıllık mücadelenin zemininde 12 yıllık bir dönem boyunca yarattığı kurumları ve elde ettikleri siyasi gücü parçalamaya yöneliktir.
Bu maksatla Güney Kürdistan’ı birkaç parçaya ayırıp, her birinin içine yahut yanı başına da nifak tohumları ekmeyi düşünmektedirler. Bunun yanı sıra ABD Kürtlerin kendi pis işlerinin sorumluluğunu almak üzere merkezi Irak yönetimine daha fazla çekilmesini (Afganistan’daki Karzai gibi) istemektedir. Kürtlerin öne sürdüğü Anayasa taslağı ise buna alternatif bir öneridir; hatta mevcut koşullarda ABD’nin emperyalist planlarına alternatif olan tek somut öneridir. Daha önemlisi Güneyli Kürtlerin, bağımsız bir Kürdistan’a kapı aralayan coğrafya temelindeki Kürdistan federasyonu önerisi, aynı zamanda ABD’nin emperyalist rakiplerinin ve bölge devletlerinden herhangi birinin de işine gelmeyen, hepsinin uzak durmaya çalıştığı bir öneridir.
Nitekim bu taslak meydana çıkar çıkmaz beklenebileceği gibi ABD ve Türkiye ilk olumsuz tepkileri vermiştir. Türkiye ile ABD arasında savaş öncesindekine benzer askeri işbirliklerinin temelleri yeniden atılmaya başlamıştır.
Hemen ardından Suriye ve İran da tepkilerini dile getirmiş ve bu durum Suriye ile Türkiye arasında yarım asırdır duran buzdağlarının erimesine de vesile olmuştur. Yeniden CENTO türü ittifakların hayalini kuranlar boy göstermeye başlamıştır.
Ama daha ilginci, ABD’ye karşı şeytan ile bile ittifak etmeye hazır görünen rakiplerinden herhangi biri de Kürtlerin girişimini destekleme eğiliminde görünmemektedir.
Şovenizm Yükseliyor Daha da Yükselecek
Hiç kuşkusuz Federal Irak Cumhuriyeti Anayasa taslağına ilk ve en sert tepkiler Kürtlerin en büyük bölümünü sınırları içinde mahpus tutan ve Kürtlerle 15 yıllık bir savaştan henüz çıkmış bulunan Türkiye’den geldi. Türkiye’nin bölücülük tehlikesinden tamamen kurtulmuş olmadığı bu vesileyle açıkça görüldü.
PKK-KADEK’in uysallaştırmaya çalıştığı ve «Başkanın sağlığı» ile oyalamak istediği Kuzey’deki Kürt yığınları, Güney’deki gelişmelerden hemen ve dolaysız biçimde etkilenmekte, «tahrik» olmaktadır.
«Kürt Anayasası» açıklanır açıklanmaz, gerek devlet katından, gerekse de devletin paralelindeki akım, kurum ve kalemlerden öfke, nefret ve endişe kusmukları fışkırdı. Çok geçmeden Irak’taki Türkmenler devreye sokuldu.
Bu tepkilerin ana teması tabii ki Musul-Kerkük şifresiyle öne çıkartılan, sözüm ona milli dava teması idi. Ama vaktiyle, 1926 yılında 500 bin sterlin karşılığında vazgeçilen bu sözde milli davayı kaşıdıkça, para karşılığında satılabilen bir milli değerin foyası meydana çıkmaktadır; «ebedi şef»in milliyetçiliğine gölge düşmektedir.
O yüzden bu sorunun kurcalanması milliyetçilerin de işine gelmemektedir. Bu durum «milli gurur ve şuura» pek yakıştırılamadığından olsa gerek, Musul-Kerkük sorunu oldum olası milli bir dava olarak değil, adeta bir «milli korku» vesilesiyle gündeme gelmektedir. Musul-Kerkük sorunu hep Kürt sorunu ile iç içe pişirilip öne çıkarılmıştır. Yine öyle oldu.
Öte yandan, bu iklimi seven ve çoktandır sesleri çıkmayan bozkurtlar ısınma hareketlerine başladılar. Besbelli, önümüzdeki süreçte şoven milliyetçilik daha pervasız bir Kürt düşmanlığı ekseni üzerinde yükselme eğilimindedir. Şimdiden kuvvetli belirtileri görülmüştür.
Şovenizm Sosyal Şovenizmi de Tetikliyor
Ne var ki şovenizmin sadece kendi kaynağında yükseldiği ve burada kalacağı sanılmamalıdır. Öcalan’ın yakalanmasının ardından yükselmeye başlayan ve PKK’nin evrimiyle ivmelenerek yayılan sosyal şovenizm dalgası da, ABD’nin Irak’a saldırmasıyla tetiklenen özgün dinamikler nedeniyle yükselmektedir.
Sağdan yükselen Türk milliyetçiliği ve devletin de giderek artan dozda pompalayacağı Kürt düşmanlığı ilk elde reformistleri kaygılandırmaktadır. Legal mevzilere sığınmış bulunan reformistler, yükselen şovenizmin sertleştirdiği iklimde, bu eğreti mevzilerinde güvenlikten yoksun kalma kaygısına düşecektir.
Buna karşılık Güneyden esen rüzgarın Kürtlerin en kalabalık kısmının yaşadığı topraklarda bir etkisinin olmayacağını sanmak bönlük olur. Nitekim bu rüzgar daha şimdiden Kuzey Kürdistanlıları etkilemektedir. Bunun etkisi en başta DEHAP üzerinde görülebilir. Ama Hak-Par’ın da bu etkiden yararlanmak üzere hareketlendiğini ve bu alanda yer tutmak için yeni girişimlerin gündemde olduğunu görmemek de mümkün değildir. Bu durumda reformist Türk örgütleri kendilerine tahsis edilmiş saydıkları alanlarda reformist Kürt akımlarının rekabetiyle yüz yüze kalmaktan rahatsızdırlar.
Önümüzdeki yerel seçimler hem reformist sosyalistlerin, hatta hem de has burjuva partilerinin kuzeyli Kürtler üzerinde türlü ince hesaplarına gebedir. Bu nedenle seçim döneminde şovenizme ve sosyal şovenizme karşı duruş ve Kürtleri yalnızlaştırma girişimlerinin önünü kesmek önem kazanacaktır.
Devrimci Saflarda Sosyal Şoven Eğilim
Ne var ki bu tutumu ortaya koyması beklenebilecek olan Türkiyeli devrimci akımların bir kısmı da sosyal şoven bir etkinin altındadır. ABD’nin Irak’a saldırması, genellikle antiemperyalizmi antiamerikancılık olarak algılayan devrimci akımlar üzerinde çok aykırı etkiler yapmıştır.
Yıllarca Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının savunuculuğunu yapmış kişi ve akımlar bile, ABD’nin Irak saldırısı karşısında pusulalarını şaşırdılar. «ABD’ye karşı Irak halkını destekleyeyim» derken, ister istemez Saddam’ı desteklemeye vardılar. Bunun en hazin örneği olan Muzaffer Oruçoğlu «Saddam müttefikimizdir» bile dedi. Ne yazık ki Oruçoğlu bu konuda siyasette olduğu kadar yalnız değil.
Oysa eğer «düşmanımın düşmanı dostumdur» mantığı ile Kürtlerin azılı düşmanı olan Saddam’ı müttefik ilan ederseniz, ister istemez Kürtlerin de düşmanı olursunuz. Hiç değilse, Kürtlerin size düşmanca davranmasını hak etmiş olursunuz. Onların da «düşmanımın dostu da düşmanımdır» dememesi için bir neden yoktur.
Öte yandan, bu mantığı savunanların Kürtlerin Saddam’ı deviren ABD’yi dost görmesini de meşru saymaları gerekir. Halbuki kimse kendisi için meşru gördüğü tutumları Kürtlere yakıştırmak istememektedir. İşte bu tutum dolaysız bir şoven tutum olmasa da, Kürtleri aşağılayarak şovenizme kan taşıyan bir tutumdur.
Şovenizm sağ taraftan «kansız Kürtler» diye gelirken, «ABD işbirlikçisi Kürtler» söylemiyle soldan destek almaktadır.
Ezen Ulus Milliyetçiliğine Karşı Mücadele Komünistlerin Ödevidir
Bu durumda şovenizme ve sosyal şovenizme karşı öncülük ödevi ve özgürlük yolunda kritik bir döneme giren ezilen Kürt ulusu ile dayanışma ödevi bütün ağırlığı ile komünistlerin omuzlarındadır.
Kürdistan sorunu herhangi bir başka ulusal soruna benzememektedir. Bağımsız ve birleşik bir Kürdistan ancak bölgedeki dört tane burjuva diktatörlüğünün parçalanmasıyla kurulabilir. Kürdistan’ın parçaları üzerinde hüküm süren burjuva diktatörlüklerinin gerçekten parçalanmasının biricik yolu, bir proleter devrimidir. Bu diktatörlükler parçalanmadan özgür bir Kürdistan’a ulaşmak mümkün değildir.
Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin gerçekten tayin etmesi anlamına gelen bu çözüm, Kürdistan topraklarında yaşayanların tümünün biricik özgürleşme yoludur ve hepsinin özlemidir.
Kürtleri ayrı ayrı ezen ulusların özgürleşmesinin birinci adımı da, başkalarını ezen bir ulus olmaktan kurtulmalarıdır. Kürtlerin özgürleşmesi onları ezenlerin özgürleşmesinin de koşuludur.
Üstelik sadece Kürtleri ezen ulusların işçi sınıflarının değil, sınıfsız sınırsız bir özgür dünya toplumundan başka kurtuluşu olmayan dünya işçi sınıfının çıkarı da özgür ve birleşik bir Kürdistan’ın kurulmasındadır.
150 yıl önce Birinci Enternasyonal Polonya’yla dayanışma maksatlı bir toplantının içinden çıktı. Bugün onun mirasına sahip çıkan komünistlerin öncelikli görevi aynıdır.
Dünya devriminin partisinin üzerinde yaşadığımız devrim topraklarından başlayarak yaratılması için, önümüze çıkan fırsat ve ortamı değerlendirmek gerekiyor. Komünistlerin güncel ödevi Kürdistan’daki son gelişmelerle hem acilleşmektedir; hem de bu engin kaynaktan beslenerek ileri çıkma olasılıkları her zamankinden fazla artmaktadır.
Gelecek kuşaklar, bugün komünist devrim mücadelesini yürütenler hakkında bu kritik dönemeçte ne yaptıklarına bakarak hüküm verecektir. KöZ’ün arkasında duran komünistler bu sorumluluğun bilinciyle ve sabırlı bir telaş ile ödevlerine yoğunlaşmaktadırlar.