Kenan Evren’in Ortada Kalan Cenazesi 12 Eylül Rejiminin Krizini Simgeliyor

0

Bu yazı Haziran 2015 tarihli KöZ Gazetesinin 4. sayısında yayımlanmıştır.

Uzun bir süredir makinaların desteği ile yaşatılan Kenan Evren’in ölümü kimse için sürpriz olmadı. Ancak 12 Eylül Rejimi’nin kuruluşunda başrolü oynayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin yedinci cumhurbaşkanlığını yapmış bu generalin ölümünden sonra yaşananlar ülke tarihinde daha önce hiç görülmemişti. Evren öldükten sonra, Silahlı Kuvvetler dışında hiçbir kurum Evren için taziye mesajı yayınlamadı. Yandaş olan ve olmayan gazeteler, televizyonlar Evren’den bir “kaybettik” sözünü esirgediler. Hatta “vefat etti”, “yaşamını yitirdi” bile kullanılmadı. Ölümü “Evren Öldü” manşetleriyle duyuruldu. Evren ölür ölmez, cumhurbaşkanının büyük hizmetlerinden söz etmek yerine 12 Eylül’deki gözaltı, işkence ve idam sayıları TV kanallarında ifade edilmeye başlandı.

EVREN’İN CENAZESİ ORTADA KALDI
Ve yine bir ilk olarak kısa süre yine tüm kanallardan “Evren nasıl defnedilecek?” altyazısı geçmeye başladı. Belli ki kızlarının Evren’in önceki cumhurbaşkanları için nasıl bir tören düzenlendiyse öyle bir tören düzenlenmesini talep etmesi yürekleri hoplatıyordu. Zira bu durumda cenazeyi Meclis’e getirmek ve neredeyse hiçbir milletvekilinin katılmayacağı, askerlerin varlığının bu rezaleti örtemeyeceği bir tören düzenlemek gerekecekti. Kızlarının ısrarcı davranmaması rezaletin daha da büyümesini engelledi. Ancak şu gerçek değişmedi: İlk kez bir Cumhurbaşkanı’nın ölüsü deyim yerindeyse ortada kaldı. Doğrusu bu durumun, siyaseti yüzeysel bir şekilde izleyen bir gözler açısından şaşırtıcı olması gerekirdi. Zira Beştepe’de ikamet eden kişi Anayasa’nın verdiği yetkileri sonuna kadar kullanacağım diyen bir Cumhurbaşkanı’ydı, Anayasa’ya sadakat yemini ederek meclise girmiş, benzer bir yeminle Cumhurbaşkanı olmuştu. Anayasayı yaptıran ise Evren’in ta kendisi idi. Erdoğan ve danışmanları son iki senedir “milli ordumuza kumpas kurdular” diye feryat ediyordu; Balyoz ve diğer darbe girişimi davaları da yine Erdoğan’ın girişimiyle düşmüş, müebbetle yargılanan generaller beraat etmişlerdi. Geçtiğimiz günlerde ise 28 Şubat davası, iddianamedeki CD’lerin sahte olduğu gerekçesiyle düşmüştü. Tüm generaller aklanmıştı. Evren de AKP’nin hâkimlerinin akladığı bu ordunun Genelkurmay Başkanları’ndan biriydi.

Aynı bakış açısıyla muhalefet partilerinin de Evren’e sahip çıkmalarını beklemek gerekirdi. Zira muhalefet rejimi değiştirip saltanat kurmak istediğini söylüyordu. Yine 2010 referandumunda CHP ve MHP 12 Eylül Anayasa’sının değişmesine karşı çıkmışlardı. Erdoğan’ın sürekli Anayasa’yı çiğnediğinden dem vuran, yolsuzluk iddialarıyla 12 Eylül Rejimi tarafından oluşturulmuş özel yetkili mahkemelerde yargılanmasını talep eden de yine aynı muhalefetti.

Ancak hiç de böyle olmadı. İktidar da muhalefet de, güç durumda kaldıkları zaman kullandıkları, “ölünün arkasından konuşulmaz” mazeretine sığınmaya bile gerek görmeden 12 Eylüle ve darbecilere verip veriştirmek için bir yarış içine girdiler. Hatta muhalefet ve onun akıl hocası olan liberaller aslında Erdoğan AKP’sinin sansür ve yasaklarının 12 Eylül generallerininkine rahmet okuttuğunu ifade ettiler. Böylelikle “Evren öldü 12 Eylül Rejimi yaşıyor” tespiti tüm bu süreçte burjuva muhalefetinin temel tespitlerinden biri haline geldi.

EKSİK VE YANILTICI BIR TESPİT: “EVREN ÖLDÜ 12 EYLÜL YAŞIYOR”
Kenan Evren’in şahsında simgelenen 12 Eylül Rejimi’nin gadrine uğrayan asıl kesim elbette sol akımlardı. Ancak bu kesimlerin verdiği tepkiler de esas olarak “Evren öldü 12 Eylül Rejimi yaşıyor”un, Erdoğan’ın despotik eğilimlerini teşhir etmenin ötesine geçmedi.

12 Eylül Rejimi’nin yaşadığına, 12 Eylül gericiliğinin katmerlenerek sürdüğüne dair tespit kuşkusuz yanlış bir tespit değildir. Nitekim bu tespit özelikle 2010 referandumuna ön gelen günlerde ve sonrasında KöZ sayfalarında sıkça tekrarlandı. Kürt ve işçi düşmanı politikalarıyla, seçim barajıyla, siyasi partiler kanunuyla, özel yetkili mahkemeleriyle, kitlesel ve hukuksuz gözaltı ve tutuklamalarıyla, sorumsuz fakat yetkili Cumhurbaşkanı ile 12 Eylül rejimi elbette sürmektedir.

Hatta aslına bakılırsa ironik bir biçimde, 12 Eylül Rejimi bugün de sürüyor tespiti tam da bu tespiti tekrarlayan sol akımlar açısından çelişkili bir pozisyon yaratmaktadır. Zira bu akımların önemli bir bölümü Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri yahut Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden beri faşist bir diktatörlüğün hüküm sürdüğünden söz etmektedir. Bu türden akımlar için 12 Eylül Rejimi diye özel bir rejim türünden söz etmek, yahut 12 Eylül’deki darbeyi faşist askeri darbe olarak tanımlamak başlı başına çelişkidir. 12 Eylül Darbesi’ni faşist bir askeri darbe diye tanımlayan kesimlerin bir kısmı ise 1983 seçimleri, 1987 Referandumu, 1989’de Evren’in Cumhurbaşkanlığı’nı bırakması, 2001 yılındaki kapsamlı Anayasa değişikliği, 2002’deki AKP’nin seçim zaferi en son da 2010 referandumundan sonra 12 Eylül faşizminin yerini burjuva demokrasisine bıraktığını ifade eden saptamalarda bulunmuşlardı. Bunların en sonuncusu ise dördüncü kongresinde rejim değişikliği tespitinde bulunan MLKP idi. Çizgisini benimseyen gazetenin sayfalarında, ESP’nin kuruluşuna ön gelen süreçte Türkiye’deki faşizmin yerini kademeli bir şekilde çözülerek burjuva demokrasisine bıraktığını ileri sürmüş olan bu parti, bu seneki kongresinde bu sefer de Türkiye’deki faşist diktatörlüğün yarı askeri niteliğini yitirmesinden söz ediyordu. Dolayısıyla tüm bu akımlar için de 12 Eylül Rejimi’nin sürüyor olması mümkün değildi. Benzer bir çelişki 27 Mayıs darbesinden bu yana Türkiye’de burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğünü savunan TİP’in TKP’si için de geçerlidir. Uzun zamandır AKP iktidarıyla birlikte Cumhuriyet’in çözülmüş yeni bir rejimin kurulmuş olduğunu savunan TKP’nin de 12 Eylül’ün sürdüğünü savunması mümkün değildir.

Aslına bakılırsa, “12 Eylül sürüyor” saptaması bile darbesinin ve sonrasında kurulan rejimin niteliği konusunda kafası karışık olan solun kendi iç çelişkilerini ortaya çıkarmaktadır. Başka bir zamanda bu doğru saptamadan yola çıkarak faşizm ve burjuva demokrasisi konusundaki Marksizm dışı görüşlerin ipliğini pazara serebilirdik. Ancak içinden geçtiğimiz dönemde, değişen koşullar altında, “12 Eylül sürüyor” saptamasının doğruluğundan çok eksikliğine işaret etmek gerekir. “Evren ölse de 12 Eylül Sürüyor” saptaması bütün yarım hakikatler gibi içinden geçtiğimiz dönemdeki karşımızda duran fırsatları görmeyi engelleyen bir perde niteliğindedir. Bu saptamanın, bugün olduğu gibi günü kurtarmaya yarayan bir tekerlemeye çevrilmesi günün devrimci görevlerini omuzlamanın da önünde engeldir.

İçinden geçtiğimiz dönem sadece 12 Eylül karanlığının pekiştiği değil aynı zamanda KöZ sayfalarında iki yıla yakın bir süredir ifade edildiği üzere 12 Eylül rejiminin gittikçe derinleşen bir krize sürüklendiği bir dönemdir. Ordusundan yargısına rejimin tüm payandaları yıpranmıştır, polisinden yüksek seçim kuruluna tüm devlet organları itibarlarını tümüyle yitirmiştir. Sadece burjuva partileri değil aynı zamanda devlet kurumları kıyasıya bir rekabet hali içindedir. Dahası, bu artan rekabetin de bir sonucu olarak, 1982 Anayasası’nda cisimleşmiş olan 12 Eylül Rejimi tüm siyasi aktörler tarafından karalamaktadır. Krizin en çarpıcı göstergesi tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır zaten: AKP’sinden MHP’sine, Anayasa Mahkemesi’nden Meclis Başkan’ına rejim içindeki aktörler bir yandan 12 Eylül Rejimi’ni lanetlemek için birbiriyle yarışmakta, ama hiçbir aktör rejimi değiştirmek için kararlı bir adım atamamaktadır. Atılan tüm adımlar ise mevzuatlara takılmakta yahut bir diğer aktör tarafından çelmelenmektedir.

Kenan Evren’in ortada kalan ölüsü ancak bu kriz çerçevesinde anlaşılabilir. Kim 12 Eylül’den daha fazla nefret ediyor yarışmasına tutuşmuş düzen partilerinin ve devlet kurumlarının temsilcileri elbette cunta generalinin cenazesine gitmeyeceklerdi. Hâlbuki tüm bu parti ve sivil bürokratik kesimler 2005 yılında Milli Güvenlik Konseyi’nin bir diğer üyesi Nurettin Ersin’in cenazesine gitmek ve Evren ile fotoğraf çektirmek için yarış halindeydiler. Ordunun bu yıpranmışlığı, darbeciliğin herkesin birbirini itibarsızlaştırmak için kullandığı bir küfre dönüştüğü bugün ise o eski günlere geri dönmek, 12 Eylül rejimine eski itibarını kazandırmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Erdoğan’ın akıl hocalarından Yiğit Bulut’un ifadesini kullanmak gerekirse “Lider Rubricon’u geçmiştir.” Ancak bu durum sadece dalkavuklarının Sezar’a benzetmeye çalıştığı Erdoğan için değil tüm siyasi aktörler için geçerlidir. Evren’in cenazesinde bir kadının tüm kurmay erkânın önünde “Haram Olsun” diye bağırması MHP, CHP ve onlara çanak tutan TÜSİAD medyasının gayretinden bağımsız anlaşılamaz. Gelinen noktada 12 Eylül düşmanlığı kamuoyunda bir norm haline gelmiştir. Bu bakımdan Kenan Evren’in ölümünün ardından sadece 12 Eylül’ün sürdüğünü söylemek asıl hakikatin artık sıradanlaşmış yarısıdır. Önemli olan hakikatin perdelenmekte olan hakikatin diğer yarısının altını çizmek 12 Eylül rejiminin geri dönüşsüz bir kriz içine girdiğini göstermektir. “Zar atılmış”, ok yaydan çıkmıştır. Meselenin bu noktasına parmak basmak dikkatleri 12 Eylül rejiminin nasıl değişeceği sorusuna çekecektir. Bu soruyu yanıtlamak içinse, 12 Eylül Rejimi’ne lafta bu kadar karşı çıkan aktörlerin nasıl olup da bu rejimi değiştiremediklerinin üzerinde durmak gerekiyor.

12 EYLÜL REJİMİNİ NİYE DEĞİŞTİREMİYORLAR?
Burjuva partilerinden hiçbirinin, tek başına yahut elbirliği ile, 12 Eylül Rejimi’ni değiştiremiyor olmasını bu partilerin niyetsizliği ile açıklamak mümkün değildir. En azından Erdoğan daha Anayasa değişmeden her gün yeni bir Anayasal suç işleyerek fiili bir başkanlık rejimi kurmaya heves etmektedir. Seçim döneminin başından beri de “bana 400 vekil verin, 400 olmasa 330 da yeter” şeklinde meydan meydan dolaşmaktadır. Davutoğlu AKP’si ise Demirtaş’ın “seni de biz kurtaracağız” demesini mümkün kılacak bir pespayelik içinde başkanlık sistemi propagandası yapmaktadır. Muhalefet partileri de 2010 durumundaki pozisyonlarında değillerdir. 2011 seçimlerinden sonra kurulan Anayasa komisyonunu hiçbiri terk etmedi. Bugünkü seçim bildirgelerine bakıldığında yine Anayasa değişikliği talebi başköşede yer almaktadır.

Bugünkü durumda AKP, CHP ve MHP arasındaki rekabet ortak bir Anayasa yapımını bugün iyice imkansız kılsa da söz konusu rekabetin düzen güçlerinin Anayasa’yı değiştirememesinin bir nedeni değil sonucudur. Zira geçmişte partiler arası rekabet bu boyutta değildi. Hatta özellikle 1999-2004 arası dönemde rüzgârlar Avrupa Birliği yönünde eserken ve tüm partiler 28 Şubatçıların kılıcı altından geçip Amerika’ya biat yeminleri ederken de böyle bir Anayasa’yı yapmak mümkün olmadı.

12 Eylül Rejiminin değişmesini engelleyen çok daha esaslı nedenler vardır. Herşeyden önce Türkiye Cumhuriyeti meclisten ibaret değildir. Meclis bürokratik devlet aygıtının en önemli parçası bile değildir. 12 Eylül Rejimi devleti yeniden yapılandırırken Milli Güvenlik Kurulu’ndan özel yetkili mahkemelerine tüm bürokratik kurumlara haddinden fazla yetkiler tanıdı. Bu yetkileri geri alacak yahut bürokrasiyi seçilmiş bir sultan taslağının denetimine sokmak en başta bu devlet bürokrasisinin direnci ve çelmeleriyle karşılaşacaktır. 2002’den bu yana yaşananlar Balyoz Seminerleri, huzursuz olan genç subaylar, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’ye kapatma davası açması, esas olarak bu direncin ürünüdür. AKP’nin başlangıçta Amerika’nın desteğini alarak bu direnci kırmayı başardığı söylenebilir. Ama orduya yönelik bu itibarsızlaştırma operasyonun sonucunda evdeki hesap çarşıya uymamış bu sefer de yine 12 Eylül Rejimi’nden nemalananlar ve onların bürokrasideki uzantıları tarafından başka bir hamle yapılmış bu sefer de Hakan Fidan’ın soruşturulmak istenmesinden 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarına uzanan süreç başlamıştır. Erdoğan’ın bu hamleyi savuşturması ise ancak orduyla ilişkili kurumları güçlendirerek mümkün olmuştur. Tüm bu mücadelelerin sonunda gelinen noktada, rejimi değiştirmek için yola çıkan Erdoğan ayakta kalmak için 12 Eylül kurumlarının tümüne teslim olmuştur.

Rejimin sadece kurumları değil aynı zamanda düzenlemeleri de 12 Eylül’ün tanımlayıcı özelliklerini değiştirmeleri mümkün değildir. Sadece seçim barajı bile buna örnek verilebilir. Türkiye’de yüzde on seçim barajı olmadığı takdirde geçelim tek partiyi iki partinin dahi birlikte Anayasayı değiştirebilecek bir çoğunluğa ulaşması mümkün değildir. Dolayısıyla Anayasa’yı değiştirmek için güç sahibi olmak ve bu gücü korumak isteyen bir siyasi partinin, AKP örneğinde olduğu gibi, 12 Eylül rejiminin bu en gerici özelliğine sahip çıkması gerekir. Bu da daha baştan rejimin değiştirilememesi anlamına gelir.

12 Eylül Rejimi, öncesindeki 1961 ve 1924 rejimleri gibi, sadece bürokratik bir örgütlenme ve mevzuatlar yaratmakla kalmamış aynı zamanda siyasi partilerin önüne çok katı kısıtlamalar koymuştur. Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk üç maddesini hatırlamak yeterlidir. 12 Eylül Rejimi bu maddelerle Kürtleri inkâr eden bir Türk şovenizmi temelinde bir rejim örmüştür. Bu temelleri kabul etmeyen partilerin başının üzerinde ise Siyasi Partiler Kanunu’nun kılıcı sallanmaktadır. Hâlbuki bu üç maddede cisimleşmiş Türk şovenizmi yaşadığımız toprakları, en azından Kürtler örneğinde, bu Anayasa ile yönetilmez kılan temel etmenlerden biridir. Başka bir deyişle Kürt düşmanlığı üzerine kurulmuş bir rejimi, Türk şovenizminin koyduğu yasalar çerçevesinde değiştirmek mümkün değildir.

BURJUVA SİYASETİNİN AÇMAZI
Düzen partilerinin 12 Eylül Rejimini değiştirememesinin nedenlerini bu şekilde sıralamak mümkündür. Ancak söz konusu sorun sadece Türkiye somutunda yaşanan bir sorun değil burjuva siyasetinin açmazlarına işaret eden genel bir sorundur. Zira hiçbir rejimi o rejimin koyduğu yasaklara bağlı kalarak değiştirmek mümkün değildir. Rejimi değiştirmek için önceki rejimin yasalarını hiçe saymak gerekir. Başka bir deyişle rejim değişikliği ancak yasaklama ve kısıtlamadan uzak bir şekilde oluşturulan kurucu meclisler tarafından
gerçekleştirilebilir. Yasaların içinde mücadele etmek için kurulmuş burjuva siyasi partileri ise tanımları gereği yasaları çiğnemeye müsait bir örgütlenmeye ve hareket tarzına sahip değildir. Aynı durum burjuva siyasetini işçi sınıfı içinde taşıyıcısı olan reformist akımlar için de geçerlidir.

Burjuva siyasetinin açmazı da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Burjuva rejimleri krize girip sürdürülemez hale geldiğinde burjuva partileri ve burjuva parlamentoları bu görevi omuzlayamaz hale gelmektedir. Tam da bu nedenden ötürü siyasi kriz rejim değişikliği ihtiyacını ayyuka çıkarmış olsa da burjuva partilerinden hiçbiri bir 12 Eylül Rejimi’ni değiştirmenin mümkün olan tek yoluna bir kurucu meclise işaret edememektedir. Bu cesaretsiz tutumlarına karşın aralarındaki rekabet nedeniyle giderek baskın bir biçimde yaptıkları rejimin krizini derinleştirmekte, kurucu meclis ihtiyacını yakıcılaştırmaktadır.

HDP’NİN AÇMAZI
KöZ sayfalarında önceden de belirtildiği gibi HDP’nin parti olarak seçime girmesi bu tabloda başlı başına krizi büyüten bir etmendir. Zira umudunu HDP’nin meclise girmesine bağlamış Amerikancı burjuvazinin ve ideologların “stratejik oy” kavramıyla birlikte dolaşıma soktukları “HDP barajı aşarsa-aşamazsa” tablolarında da gösterdikleri üzere HDP’li bir mecliste siyasi rekabetin çok daha çetin olacağı, AKP’nin anayasa değiştirmek şöyle dursun hükümet kurmakta bile zorlanacağı açıktır. “Seni başkan yaptırmayacağız!” sloganının HDP’nin seçim kampanyasının temel sloganlarından biri haline gelmiş olması da meclisi kilitlenmeye daha müsait hale getirmektedir.

Gelgelelim 12 Eylül Rejimi’nin nasıl değişeceği sorusu sadece burjuva partileri için değil aynı zamanda HDP açısından da bir açmaz oluşturmaktadır. HDP bir yandan “büyük insanlık” adına büyük iddialarla seçim meydanına çıkmıştır. Seçim bildirgesinden de görüleceği gibi, HDP’nin Anayasayı köklü ve ezilenleri kollayan bir biçimde değiştirmek iddiası vardır. Üstelik HDP’nin önüne koyduğu değişikliklerin neredeyse tümü sonunda gelip anayasanın değiştirilmesi belki de en zor kısmına ilk üç maddeye dayanmaktadır. Tanımları gereği burjuva partilerinin bu denli kapsamlı değişiklikler önermesi mümkün değildir. Ancak açmaz işte tam da bu noktada başlamaktadır. Zira nasıl bir Anayasa istediğini tüm detaylarıyla tanımlayan HDP iş Anayasanın nasıl değişeceği konusuna gelince sessiz kalmaktadır. Aksi bir pozisyon da mümkün değildir, zira HDP seçimlere girmek, seçimleri kazanmak üzere kurulmuş bir partidir. Demirtaş’ın son günlerde vurgulamaya başladığı gibi mecliste sıkı bir muhalefet yapmak da HDP’nin misyonun bir parçasıdır. Kurucu meclis şiarı ise bu misyonla uyumlu değildir. 12 Eylül meclisinin içinde düzenlemeler yaparak bu rejimi değiştirmek mümkün olmadığı için kendini böyle bir meclisin muhalefeti olmaya kodlamış HDP, tanımı gereği bu iddiaları yerine getiremez. Bu bakımdan HDP burjuva partileri ile aynı açmazı yaşamaktadır. Hatta iddialarının büyüklüğü açmazı da büyütmektedir.

Eğer bugün bir rejim krizi içinde olmasaydık, söz konusu açmazın yarattığı sorunlar “bunlar gelecek zamanın sorunları önce mecliste sağlam bir muhalefet yürütelim gerisine sonra bakarız” diyerek geçiştirilebilirdi. Ancak Kenan Evren’in cenazesinin ortada kaldığı, her siyasi sorunun gelip 12 Eylül Anayasası’na bağlandığı bir dönemde yeni bir anayasanın nasıl yapılacağı sorusunu ötelemenin imkânı yoktur. Bu soruna net bir yanıt vermeden siyaseten güç kazanmak da imkansızdır.

Tam da bu noktada Demirtaş’ın Dolmabahçe protokolünden hemen sonra “Demokratik anayasayı halk yapacak, HDP yapacak” sözleri üzerinde tekrardan durmak gerekir. HDP’nin anayasayı değiştirecek koltuk sayısına sahip olmak için değil, barajı aşmak için mücadele yürüttüğü günlerde demokratik anayasayı HDP’nin yapacağını söylemek ne anlama gelir? Besbelli ki ya HDP’nin meclisteki diğer partilerle uzlaşmaya hazır olduğunu açıklaması ya da anayasa değişikliğinin HDP’nin gündemine ancak mecliste 367’den
fazla koltuğa sahip olduğunda gireceği anlamına gelecektir. Diğer burjuva partileriyle uzlaşma yolu arandığında HDP’nin öne çıkardığı anayasa değişikliklerinden hiçbiri gerçekleşmeyecek, HDP’ye oy verenlerin büyük bir bölümü kendini aldatılmış hissedecektir. 367’ye ulaşma hülyası ise tümüyle gerçek dışıdır. Dahası rejim krizi HDP’nin anayasa yapmak için güçlenmesini beklemeyecektir. Bu durumda anayasa değişikliği konusunu pas geçen, somut inisiyatif almaktan kaçınan bir HDP siyaset alanın dışına düşecektir.

SOYUT KONUŞAN KİM? DEVRİMCİLERİN GÖREVİ NE?
O halde Kurucu Meclis şiarını dillendirmeden anayasa değişikliği yolunda atılacak her somut adım burjuvaziyle uzlaşmaya gidecek, kendi Anayasa taslağında ısrar etmek ise HDP’yi emekçiler nezdinde lafazan ve tıkayıcı bir pozisyona düşürecektir.

KöZ’ün arkasında duran komünistler, seçimlerde HDP’yi, meclise girip yeni bir Anayasa yapsın diye değil, HDP’nin meclisteki varlığının, onun niyetlerinden bağımsız olarak rejimin krizini derinleştireceği için destekliyorlar. Darbeyle kurulmuş bu rejim ise ancak bir kurucu meclisle değişebilir. Böyle bir kurucu meclis için tutarlı ve kararlı bir mücadele de ancak devrimci bir parti tarafından verilebilir. Kenan Evren cuntasının darbesi bir rejim krizinin göbeğinde gerçekleşmişti. Sol içindeki dağınıklık, devrimci bir partinin bulunmayışı 27 Mayıs rejiminin karşı devrimci bir şekilde değiştirilmesine yol açtı. Şimdi Kenan Evren’in ortada kalmış cenazesi ise 12 Eylül rejiminin krizine işaret ediyor. Derinleşen kriz 12 Eylül rejiminin devrimci olmayan yollarla değiştirilebileceğini savunan bütün akımları sınava çekiyor. Bu sınavın hüsranla sonuçlanacağını görmek için sınıf mücadelesinin farklı dönemlerinde defalarca yaşanmış bir bozgunu yeniden yaşamaya gerek yok.

Devrimcilerin görevi düzen içi anayasa hayalleri kurmak değil varolan krizin sunduğu fırsatları emekçileri egemen kılacak bir şekilde değerlendirecek devrimci partiyi yaratmak olmalı. KöZ’ün “yeni anayasa için kurucu meclis” şiarını öne çıkarması da bu partiyi kuracak olan güçlerin hangi siyasi çizginin takipçisi olması gerektiğine işaret ediyor. Sadece bu çizgi takip edildiğinde devrimci parti kurulabilir. Sadece böyle bir partiyle 12 Eylül Rejimi tarihin çöp sepetine atılabilir.

Paylaş