Bu yazı Eylül 2001 Tarihli KöZ Gazetesinin 17. sayısında yayımlanmıştır.
12 Eylül darbesinin yirmibirinci yıldönümünü geride bıraktık. Yirmi bir yıl geçmiş olmasına rağmen, hala zaman zaman «12 Eylül öncesine mi dönüyoruz?» sorusunu dehşetle soranlar azalmadı. Çünkü 12 Eylül öncesi deyince düzen taraftarlarının hatırladıkları şeyler hala dehşet duygusuna kapılmalarına yetecek şeylerdir.
Düzen Taraftarları Niçin Dehşete Kapılıyorlar?
Onlar 12 Eylül öncesi dendiğinde, emekçi mahallelerinin adeta kurtarılmış bölgeler haline gelmiş olduğu günleri; bu mahallelerin giriş çıkışlarında arama ve denetimleri devrimcilerin yaptığı günleri hatırlıyorlar.
Devrimcilerin cenazelerini onbinleri bulan silahlı ve öfkeli kitlelerle kaldırışını hatırlıyorlar; binlerce bazen onbinlerce kişinin katıldığı kitlesel mitinglerin bile resmi bildirime ve izne gerek duymaksızın yapılışını hatırlıyorlar. Mitinglerin güvenliğini düzenleyenlerin aldığı, şüpheli şahısların ve gazeteci kılığındaki şüphelilerin ancak devrimciler tarafından üstleri aranarak miting alanına girebildiği günleri hatırlıyorlar.
Kimi zaman haftada onbinlerce insan tarafından okunup izlenen sansürsüz devrimci yayınları, her yeri süsleyen duvar yazılarını, afişleri hatırlıyorlar.
Yüzbinlerin katıldığı 1 Mayıs mitinglerini, fabrika işgalleriyle başlayıp gelişen direnişleri, patronların iflahını kesen toplu sözleşmeleri, işçi çıkarmayı akıllarından geçirmelerine bile engel olan kıdem tazminatlarını, silahlı grev gözcülerinin nöbet tuttuğu grev yerlerini hatırlıyorlar. Devrimcilerin öğretmenlerden başlayıp, polis teşkilatının içine kadar, hatta cezaevi komutanlarına kadar uzanan örgütlenme çalışmalarını dehşetle hatırlıyorlar.
Bunları asla unutmuyorlar.
Bu yüzden, mitinglerde çatışma çıktığında, camlar kırıldığında, okullarda faşistlere yönelik saldırılar olduğunda dehşete kapılıp, «yoksa 12 Eylül öncesine mi dönüyoruz?» diye feryat ediyorlar.
Aydınlar ve Legal Mevzilere Sığınanlar da 12 Eylül Öncesine Dönmek İstemez
«12 Eylül öncesine mi dönüyoruz?» sorusunu dehşetle soranların bir başka bölüğü de, Cavit Orhan Tütengil, Sevinç Özgüner, Server Tanilli gibi faşistlerin saldırısına uğrayarak öldürülen yahut sakat kalan solcu aydınları hatırlayarak dehşete kapılıyor; 12 Eylül sonrasında kaçırılan kaybedilen devrimcilerin ve Kürtlerin sayısının daha fazla olduğunu akla getirmek istemiyorlar.
Elinde Cumhuriyet gazetesiyle bile bazı bölgelerden geçilemediğini, derslere girilemediğini, vb. hatırlayarak dehşete kapılıyor bunlar. Devrimci yayınların bugün nispeten daha yaygın ve serbestçe satılıp taşınmasının bedelinin bozkurtların, «üç hilal»lerin vb. heryerde, devrimcilerin mekanlarının dibinde bile boy göstermesi karşısında sessiz bir uzlaşma olduğunu görmezden geliyorlar.
Kahvehanelerin bombalanışını kundaklanışını hatırlayarak, şimdilerde müdavimi oldukları kafelerin, legal parti, dernek binalarının ve lokallerin tekrar saldırı hedefi olacağını düşünerek dehşete kapılıyorlar. Madımak otelinin içindeki aydınlarla birlikte kundaklanışına bakıp, «yine Maraş katliamı geliyor; 12 Eylül öncesine mi dönüyoruz?» feryadını basanlar, 12 Eylül sonrasında topyekün köylerin imha edilip, boşaltıldığını unutuyorlar.
MHP’li Faşistler 12 Eylül Öncesine Dönmek İstemez
Buna karşılık MHP’liler de 12 Eylül öncesine dönmekten haklı olarak ürküyorlar. 12 Eylül öncesinde faşistlerle çatışmada, yahut pusuya düşürülerek ölenleri hatırlatarak 12 Eylül öncesini korkunç bir dönem gibi sunanlara inat, onlar da geçmişte öldürülen arkadaşlarını anıp, 12 Eylül’den beri pek zayiat vermemiş olmalarının rahatlığını yaşıyorlar. Devrimciler ise 12 Eylül sonrasında 12 Eylül öncesindekinden ve hatta cunta döneminde yitirdiklerinden çok daha fazlasını yitirdi. 12 Eylül döneminde idam edilen işkencede katledilen devrimcilerin toplam sayısı yalnız Ulucanlar ve 19 Aralık saldırılarında katledilenlerden çok fazla değil. Yalnız son ölüm oruçlarında gün be gün yitirmekte olduğumuz devrimcilerin sayısı, 12 Eylül öncesinde faşistlerle girdikleri çatışmada gün be gün yitirdiklerimizden az değil. Buna karşılık MHP’liler 12 Eylül öncesini dehşetle hatırlıyor ve 12 Eylül öncesine dönmek istemiyorlar.
Tasfiyeciler 12 Eylül Öncesine Dönmek İstemez
Bambaşka bir açıdan 12 Eylül sonrasında özeleştiri kılıfı altında pişmanlık getiren dönekler de 12 Eylül öncesine dönmek istemeyenlerin arasındalar. Onlar «geçmişin hatalarını tekrarlamamak lazım», «popülizmden kurtulmak lazım» gibi gerekçelerin ardına sığınarak geçmişte devrimci hareketin sahip çıkıp sürdürmek gereken ne kadar olumlu deneyimi varsa bunları lanetleme adına «12 Eylül öncesine dönmek istemeyenler» kervanının ön sıralarında yer kapmaya çalışıyorlar.
12 Eylül’le birlikte tüm emekçi örgütlerinin kapısına kilit vuruldu. Devrimci örgütlerin çoğu tamamen tasfiye olmadıysa da filen çalışamaz hale gelecek kadar ağır darbeler yedi. 12 Eylül’ün peşi sıra, «koşullar düzelene kadar» devrimci siyasete bir tür ara verildi. Siyasete ara vermeyi kabullenmeyen devrimcilerin çoğu örgütlenmelerinin cılızlığı nedeniyle cunta tarafından etkisizleştirildiler. Bazan da kendi örgütleri tarafından yalıtılıp tasfiye edildiler. Bunlara paralel olarak, hem örgüt fikri itibarını yitirdi, hem de örgütsel deneyimlerin yeni kuşak devrimcilere aktarılmasında ciddi kopukluklar doğdu.
Ama 12 Eylül Cuntasının fiziki baskısıyla tam olarak tasfiye edemediği örgütler, daha sonra kendi içlerinden beslenip büyüyen «darbe»lerle daha büyük zararlar gördüler. Yaşadığımız topraklarda seksenlerin sonundan doksanların ortasına kadar süren üç tasfiye dalgası yaşandı. Bu dalgalar boyunca 12 Eylül öncesinin belli başlı örgütleri ya tamamen yahut kılık değiştirmek suretiyle tasfiye oldular.
12 Eylül’ün verdiği hasarı anlamak için fiziki baskılara bakmak yeterli değildir. 12 Eylül’ün verdiği asıl hasar, devrimci hareketi oluşturan örgütlerin siyasal ve örgütsel faaliyete indirdiği darbe sayesinde sürekliliği koparıp 12 Eylül öncesi kuşağın deneyimlerinin sonrakilere aktarılmasında hayati bir kopukluk yaratmasıyla ilgilidir. Aynı nedenle 12 Eylül darbesi devrimcilerde ve emekçilerde derin bir maneviyat bozukluğu yaratmıştır. 12 Eylül sürecinde yitirilen devrimciler, tıpkı 12 Mart dönemindekiler gibi, devrimci hareketin önemli ve değerli kadrolarından mahrum kalmasına yol açmışsa da asıl büyük kayıp 12 Eylül ürünü yaşayan ölülerdir; ve düzen devrimci harekete en büyük darbeleri bunlar eliyle vurmaktadır.
Tarihi Kendilerinden Başlatanlar da 12 Eylül Öncesine Dönmek İstemez
12 Eylül’den çok 12 Eylül sonrası yenilgi koşullarının yarattığı bencillik, güvensizlik ortamı hem devrimcilerin kendilerine güveninin sarsılmasına; hem emekçilerin gözünde devrimcilerin itibarının zedelenmesine yol açmıştır. En önemlisi de genç kuşakların eskilere duyduğu (haksız da olmayan) güvensizlik nedeniyle 12 Eylül sonrası kuşakların geçmişin deneyim ve birikimlerinden yoksun olarak devrimci mücadeleye atılmak zorunda kalmalarıdır.
12 Eylül darbesi, işçi hareketine ve devrimci harekete de fiziki bakımdan ciddi darbeler vurduğu gibi, asıl büyük zararı belleklerin silinmesi noktasında vermiştir. 12 Eylül öncesi ve sonrası aynı zamanda böyle bir kopuklukla ayrılmaktadır.
12 Eylül’le birlikte belli başlı örgütlerin örgütsel/politik bakımdan sürekliliği ciddi bir darbe almıştır. Bunun yanısıra eski kuşak devrimcilerden sağ kalanların bir kısmının emekliye ayrılması, bir kısmının da kendi geçmişlerini inkar eden bir çizgi değişikliği yaşaması sonucunda gerçekleşen ciddi bir bellek kaybı olmuştur. Bununla birlikte birbiri ardından yeni kuşak devrimcilerin ortaya çıkıp kavgayı omuzlamaları ne 12 Eylül’de, ne de sonrasında önlenebilmiş değildir.
Ancak yeni kuşaklar haklı olarak 12 Eylül yenilgisinde sorumluluğu olanlara güvensizlik ve kuşkuyla yaklaşmaktadır. 12 Eylül yenilgisinin bir devrimci muhasebesi çıkarılamadığı ölçüde de bu haklı güvensizlik sürmektedir. Bu güvensizliği katmerleştiren bir olgu da geçmişin hata ve kusurlarını örtbas edebilmek için bu geçmişi çarpıtarak kaldıkları yerden, adeta «dün dündür, bugün bugündür» diyerek, siyasete devam etmek isteyenlerin varlığıdır. Bu oportünist tutum «12 Eylül öncesinde yapılması gereken en doğru işleri biz yaptık, şimdi koşullar değişti en doğrusunu gene biz yapıyoruz» edasıyla kendini belli etmektedir. Ama böylece geçmişin kusurlarını örtbas edeyim derken, geçmişten bugüne aktarılması gereken olumluluklar ve deneyimler de hasıraltı edilmiş olmaktadır ve bu açıkça tasfiyecilik yapmaktan daha az zararlı değildir. Bu koşullarda, görünüşte sürekliliğini korumuş pekçok örgüt mevcut olsa da ne bu örgütler, ne de onların içindeki eski kadrolar geçmişin deneyimlerini aktarabilecek durumda değildir. Çünkü görünüşte bir sürekliliği sağlayabilmek için geçmişi bir sis perdesi arkasında bırakma eğilimindedirler. Böylece bir geçmişten sadece 12 Eylül öncesinde kazanılan itibarlı kimlikleri bugüne taşıyarak yepyeni bir sayfadan başlamak isteyenler; bir yanda da yenilgiyle sonuçlandığı için geçmişten öğrenilebilecek bir şey olmadığını düşünerek yola çıkan yeni kuşaklar birlikte 12 Eylül öncesine dönmek istemeyenlere katılmaktadır.
Görünüşe göre kimse 12 Eylül öncesine dönmek istemiyor. Geçmişle devrimci bir hesaplaşma yapma iddiasında olan samimi devrimciler bile, şu ya da bu gerekçeyle 12 Eylül öncesini hatırlamak ve hatırlatmak gibi bir çabadan uzak duruyor. albuki 12 Eylül karabasanından kurtulmak ve devrim mücadelesinde 12 Eylül öncesindeki düzeyi aşan bir ilerleme kaydedebilmek için o dönemin deneyim ve birikimlerinden de yararlanarak 12 Eylül öncesiyle açıktan açığa hesaplaşmak gerekir. İşte bu yüzden komünistler 12 Eylül öncesini unutmak yerine öğrenmek, hatırlamak ve hatırlatmak gereğini öne çıkarmalıdır. «12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz?» diyenlere ikircimsiz biçimde «evet!» yanıtı verebilmelidir. Çünkü o dönemi aşabilmek için 12 Eylül’den beri yitirdiğimiz değer ve meziyetleri yeniden kazanıp kuşanabilmek şarttır.