Komünist Enternasyonal’i Tasfiye Eden Revizyonist Çizgiyle Hesaplaşılmadan Mustafa Suphiler’e Sahip Çıkılamaz

0
[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesinin Mart 2013 tarihli 29. sayısında yayımlanmıştır.]
Komünist Enternasyonal’i Tasfiye Eden Revizyonist Çizgiyle Hesaplaşılmadan Mustafa Suphiler’e Sahip Çıkılamaz
“1921 
              kânunusani 28
                      Karadeniz
              burjuvazi
                                 biz
on beş kasap çengelinde sallanan
            on beş kesik baş
              on beş arkadaş
                                  yoldaş
bunların sen isimlerini aklında tutma
fakat
                    28 kânunusaniyi unutma…”
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının karşı devrimci Kuvayı Milliyeciler tarafından pusuya düşürülerek katledilmesinin üzerinden neredeyse bir asır geçmiş olacak. Bu sinsi cinayetin 92. yıldönümünde de Nazım Hikmet’in 15’ler için yazdığı ünlü şiiri bir kez daha hatırlandı, pek çok yayında bu şiir ve 15’lerin katledilişi hakkında yazı ve yorumlar çıktı.
KöZ  öteden beri  ‘yoldaş / bunların sen isimlerini aklında tutma / fakat / 28 kanunusaniyi unutma..’ dizelerini bu 15 komünistin öldürülmesinden ziyade, TKP’nin önderlerinin Anadolu’daki anti-emperyalist  sınıf mücadelesine bizzat önderlik etmek üzere bu topraklara ayak basışlarını hatırlatmak üzere yorumluyor.
Bununla birlikte 28 Ocak bir kez daha geldi geçti ve Mustafa Suphi’lere ve onların TKP’sine sahip çıkma iddiasında olan muhtelif akımlar daha önce defalarca yaptıkları yorumlarla 15’lerin öldürülmesini hatırlamakla yetindiler. TKP’nin kurucularının Anadolu’da kendiliğinden sürmekte olan sınıf mücadelesinin bir Sovyet cumhuriyetiyle taçlanacak bir proleter devrimine varmasına bizzat önderlik etmek üzere oraya ayak basmak üzere hareket ettiklerinin altını çizmeyi önemsemediler. Onların katledilmesinin ardından onların amaç ve ilkelerini kendilerine kılavuz edinip aynı amaç ve ilkeleri kılavuz edinen bir komünist partisinin yaratılıp yaşatılması iradesini ortaya koymadılar. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının önderliğinde Komünist Enternasyonal’in bir parçası olarak kurulan komünist partisinin amaç ve ilkelerini paylaşan ve kendilerine kılavuz edinen KöZ’ün arkasında duran komünistler ise, bir kez daha öncelikli ödevlerine daha iyi ışık tutmak üzere bu vesileden yararlanmakla yükümlüdür.
Bu itibarla Mustafa Suphilerin davasını benimsediğini iddia eden veya etmeyen pek çoklarının paylaştığı bir yanılgıya ve bilerek bilmeyerek yayılan bir yanılsamaya işaret etmek önem taşıyor.
Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının Katledilmesi Bir Siyasi Cinayetten İbaret Değildir
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini bir siyasi cinayet olarak kabul ederek işe başlayanların, muhtelif telgraf yazışmaları, anılar, söylentiler vb.ye kadar uzanan kaynaklara dalıp çıkan bir hafiye mantığıyla bu ’cinayeti’ aydınlatma gayretine girişmeleri gayet tabiidir. Hatta bu vesileyle TC devletinin bu alandaki sabıkalarına bir diğerini eklemenin gururuyla yaptıkları işe siyasal bir kılıf geçirme gayretinde olmaları da tabiidir. Ama bu çaba bile, kendi başına kusurludur. Zira gerici Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı ve devamı olan ve hala aynı asli nitelikleriyle hüküm sürmekte olan TC devletinin sınıf mücadelesindeki rolü ve işleyiş tarzını görmek ve göstermek için buradan başlamak yerinde değildir. Aksine bu tür konulara meraklı olanların Roboski Katliamı yahut Hrant Dink ve onun gibi daha yakın zamanda işlenmiş siyasi cinayetlerin üzerinde yoğunlaşması daha doğru olur.
TC’nin kuruluşu ve tabiatı konusuna ışık tutmak için ise daha çok KöZ sayfalarında yapıldığı gibi, Kuvayı Milliye hareketinin karşı devrimci karakterine ışık tutmak lazım. Ortaya çıktığı ve şekillendiği dönemde aynı netlik ve açıklıkla yapılmamış olduğunu akılda tutarak bu karşı devrim hareketinin mahiyetine ışık tutmak için misliyle gayret göstermek lazım.
Gerek bu hareketin ortaya çıkışında gerekse de Türkiye İştirakiyun Fırkası’nın (yani ilk komünist partisinin) kuruluşunda belirleyici etken olan Ekim Devrimi’ne ve bu devrimin Anadolu topraklarına yayılmasına vurgu yapmak gerekir. Hem TİF (TKP) kurucularının Anadolu’ya intikalini hem de Kuvayı Milliyeciler tarafından katledilmelerini bu mercekten okumak gerekir.
Bununla birlikte, kendi başına masum olan bu siyasi cinayet hafiyeliği girişimlerine son zamanlarda eşlik eden bir başka ve bu sefer zararlı eğilim var. Mustafa Suphilerin katledilişlerinin tasfiyecilik dalgalarının bir kez daha kabarmakta olduğu bu yıldönümünde bu noktaya ışık tutmak gerekiyor.
Tasfiyeciler Mustafa Suphileri Anarken Onları İtibarsızlaştıranlara Katkı Sunuyor
Güya bu siyasi cinayeti aydınlatıyorum derken, bu çabaya politik bir kisve kazandırma edasıyla Mustafa Suphi ve yoldaşlarının acemilik ve beceriksizlik ettikleri üzerinde durarak TKP önderlerini itibarsızlaştırma gayretleri oldukça yaygın. Bu bağlamda bilhassa Suphilerin Kuvayı Milliye’ye destek olma gibi yanlış bir tutum içinde olduklarını, hiç değilse Kemalizm’in karşı devrimci tertipleri karşısında yeterince uyanık olmadıklarını göstermeye çalışanlara dikkat çekmek gerekir.  Hâlbuki Türkiye solunun Kemalizm’in gerçek mahiyetini kavrayışı ve ondan kopma eğilimleri çok daha geç bir dönemde ortaya çıkmış ve hala tam olarak sağlanabilmiş değildir.
Açıkçası kimi sözüm ona bağımsız ve sözde anti-Kemalist tarihçilerden başlayıp, asıl kılavuzlarını çoktan kaybettikleri için bunlardan esinlenen kimi sol çevrelere kadar uzanan yaygın bir topluluk güya Kemalizm ile hesaplaşma kisvesi altında komünistlerin itibarsızlaştırılmasına hizmet eden sinsi bir faaliyet içindedir. Mustafa Suphilerin mirasına sahip çıkma adına, onların katledilmesini gür bir sesle kınayıp katillerini mahkûm eden cümleler sarf etmekten öte geçmeyen tutumlar da THİF’in politik mirasına gerçekten sahip çıkmanın önünü kesmektedir. Özellikle de onların yarım bırakmak zorunda kaldığı öncü girişimi onlara referansla yeniden başlatma iradesini ötelemenin kapısını aralar.
Bu tutumun üzerine tuz biber eken ikinci adım ise bu vesileyle Bolşevikleri ve Komünist Enternasyonal’i itibarsızlaştırma gayretleridir. Bu sinsi tutuma göre, Mustafa Suphilerin Kemalistler ve Kuvayı Milliye hakkındaki sözüm ona aymazlıklarının nedeni Komünist Enternasyonal’in o dönemde benimsemiş olduğu hatalı çizgiden ileri gelmektedir. Bu izah o tarihte Komünist Enternasyonal’in de Kemalizm konusunda aymazlık içinde olduğunu, bu ve benzeri hareketleri destekleme tutumunu benimsediğini ileri sürer. Böylece bir siyasi cinayetten hareketle, Bolşevizm düşmanları ve tasfiyeciler için bir taşla birkaç kuş vurma fırsatı doğmaktadır. Bunlara göre güya Kemalizm’in mahiyetini göremeyecek kadar basiretsiz olan Mustafa Suphilerin TKP’si gibi Komünist Enternasyonal’i de kılavuz kabul etmenin alemi yoktur. Böylelikle Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anmaya devam ederek, onların Bolşeviklerden devraldıkları devrimci miras üzerinde tepinmenin yolu da açılmış olur.
Bu tür çarpıtmalara dikkat çekip, sol içinde hâkim olan kafa karışıklığına ışık tutmak için Komünist Enternasyonal’in Kemalist hareket gibi hareketlere karşı tutumu hakkındaki oldukça yaygın bir yanılgıya ışık tutmakta yarar var.
Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi Ulusal Sorun Konusunda Hangi Tezleri Benimsedi?
21 Temmuz-6 Ağustos 1920’de toplanan Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi bilhassa ulusal sorun ve sömürgeler sorunu bakımından önem taşır. Bu konuda muhtelif derlemelerde ve Lenin’in toplu eserlerinde yer alan ’Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Hakkındaki Tezler’ en sık başvurulanlardandır. Bu metindeki on birinci tezin beşinci fıkrası, burjuva demokratik ulusal hareketleri destekleme bahanesiyle komünist hareketin bu hareketlerin kuyruğuna takılmasında başlı başına bir rol oynamaktadır.
‘Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Hakkında Tezler ve Ekleri’, İkinci Dünya Kongresi tarafından oylanıp benimsenmeden önce ilgili komisyonda tartışılan ve Lenin tarafından kaleme alınmış olan taslaktaki 11/5 nolu paragrafında şunların söylendiği doğrudur:
“ 5. Geri kalmış ülkelerde burjuva demokratik kurtuluş akımlarını komünizmin renkleriyle bezeme eğilimlerine karşı kararlı biçimde mücadele verilmelidir; Komünist Enternasyonal sömürgelerdeki ve geri kalmış ülkelerdeki ulusal demokratik burjuva hareketlerini bir tek şartla desteklemelidir. O şart ise sadece lafta komünist olmakla kalmayan ve geleceğin proleter partilerini teşkil edecek olan unsurların, bütün geri ülkelerde kendilerine özgü özel görevleri etrafında ve bu görevlerin ruhuna uygun olarak eğitilmiş ve gruplaşmış olmalarıdır; söz konusu özel görev kendi ülkelerinin burjuva demokratik hareketlerine karşı mücadele görevidir. Komünist Enternasyonal sömürgelerdeki ve geri ülkelerdeki burjuva demokratlarıyla onlarla kaynaşmadan geçici bir ittifak yapmalıdır ve rüşeym halinde bile olsa proleter hareketin bağımsızlığını kararlılıkla muhafaza etmelidir.”
Doğrusu Kuvayı Milliye hareketinin bir burjuva demokratik kurtuluş hareketi veya ulusal demokratik bir burjuva hareketi olduğu ne Komünist Enternasyonal ne de THİF tarafından o vakit söylenmiş değildir. Ama bu tartışma bir yana, bir an için öyle kabul edildiği takdirde, bu tezlerdeki tespitlere bakarak, pek çoklarının inandığı gibi, bu hareketi desteklemek gerektiği sonucuna pekâlâ varılabilir. Bu desteğin şartı olarak ise, ileride bir proletarya partisini oluşturacak olan gerçekten komünist unsurların gruplaşması akılda tutulduğunda, 10 Eylül 1920’de Bakü’de kurulan THİF’in de bu desteğin koşulunu yerine getirmek üzere alelacele bir araya getirilmiş samimi komünistlerden oluşan bir grup olduğu da sanılabilir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının bu şartı yerine getirdikleri kabul edilebilir. Bu takdirde, Komünist Enternasyonal’in burjuva demokratik bir ulusal hareket olarak kabul ettiği Kuvayı Milliye’yi desteklemek üzere hareket ettiği düşünülebilir. Böylece Mustafa Suphilerin Kemalistler hakkında vahim bir yanılgıyla karşı devrimcilerin tuzağına kuzu kuzu gittikleri ve Komünist Enternasyonal’in de onları bu tuzağa ittiği sonucuna varmak işten bile değildir.
Bolşeviklerin Desteğini Alma Kurnazlığıyla Kurulan Sahte TKP
Oysa soruna bu biçimde bakan Ankara’daki karşı devrimci Kuvayı Milliyecilerdir. Bu maksatla görünüşte Bolşeviklere yakınlık gösterip, onların desteğini almak için kimi senaryolar uygulamaktadırlar. Hatta bunların arasında kendi içlerinden kimi önde gelen isimler vasıtasıyla bir ’çakma TKP’ kurup bu sayede Bolşeviklerin ve Komünist Enternasyonal’in güvenini kazanma arayışı içindedirler.
Ne var ki, aralarında geleceğin bakanları, gazetecileri ve hatta İstiklal Mahkemesi hakimleri de bulunan; Tevfik Rüştü (Aras), Mahmut Esat (Bozkurt), Yunus Nadi (Abalıoğlı), Kılıç Ali, Hakkı Behiç (Bayiç), İhsan (Eryavuz), Refik (Koraltan), Eyüp Sabri (Akgöl) ve Süreyya (Yiğit) gibi eski İttihatçı ve Kuvayı Milliyecilerin arkasında da İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak ve Ali Fuat Cebesoy gibi Kuvayı Milliyeci Osmanlı paşalarının bulunduğu bu parti, Türkiye Komünist Fırkası adıyla  THİF’in kuruluşundan ancak bir ay sonra 18 Ekim 1920’de, yani Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Anadolu’ya intikal edişlerinden ancak birkaç hafta önce kurulabilecektir. Mustafa Suphi ve Ethem Nejat daha 1 Ocak 1921’de Kars’tan Bakü’deki yoldaşlarına gönderdikleri notta şunları söylediler:
“… Herhalde İttihatçılar komünistlik adı altında en emin adamları ile külah kapmak istiyorlarsa, ki bu pek muhtemeldir, zavallı memleket için yeni bir felaket hazırlamış oluyorlar. Bununla işçi halkımız içinde uyanma eğilimi gösteren toplumsal hareketi tamamen söndürecekleri gibi, Müdafa-yı Milliye Hükümeti’nin gerek Avrupa kamuoyunda gerekse Enternasyonal nazarında her türlü kıymet ve haysiyeti düşüreceklerdir. Biz bu değerlendirmemizi gayet iyi niyetli bir biçimde Kazım Karabekir Paşa’ya ve onun vasıtasıyla başka ilgililere bildirmek istedikse de, Ermenistan ve Türkiye sınırlarının henüz belirsiz halde olması ve olur olmaz söylentilerin olması bizim uyarılarımıza korkulu bakışlarla bakıldığı izlenimini bizde uyandırıyor.
Herhalde alnımız açık maksadımız mukaddes; her fikrimizi çevremize anlatmaktan çekinmiyoruz. …. Kazım Karabekir Paşa ’örgütlülük hali ve izlenimi veren toplu gelişiniz Ankara’ca arzu olunur mu?’ suretinde bazı olumsuz açıklamalarda bulundu!
Yeni Dünya’da gerçek ve bilimsel komünist yazın yayınlanmalı ve ülkeye girmesi yasaklanmayacak şekilde olmak şartıyla iyi niyetli eleştiriler yapılmalıdır.” (Dönüş Belgeleri 2. sf. 11 TÜSTAV Yay. [Türkçeleştiren: KöZ])
Mustafa Suphi ayrıca yoldaşı İsmail Hakkı’ya gönderdiği notta şunları söyledi:
“…..Bolşeviklere karşı muhabbet genel bir mahiyetteyken son zamanlarda Çiçerin’in Bekir Sami’ye Van ve Bitlis’in Ermenistan’a ilhakı yolunda olan münasebetsiz teklifin ortaya çıkması Rusya’ya karşı güveni oldukça sarsmış; bu bizim durumumuzu da zora sokmuştur. Ankara ve genel olarak Batı’da Türkçülükle karışık kuvvetli bir komünistlik hareketi yayılmakta, gazeteler Oktobr Bayramı’nı kurtuluş bayramı olarak karşılayacak derecede ileri gitmekte iseler de yukarıda değinilen haberlerin ortaya çıkması bütün bu akımların birdenbire aleyhe dönmesine yetecektir. [bir kelime silik] gazete sayfalarında görülen komünist hareketleri oldukça yapaydır. Bizlere yakıştırılmak istenen taklitçiliğin ifadeleridir. Rusya’dan yardım alabilmek için bir oyundur. …
….Doğu’da ve Türkiye’de komünizm lehine başlayan büyük ve seri akımdan yararlanmak isteyen İttihat ve Terakki taraftarları, hükümet idaresini daima ellerinde bulundurmak gayesiyle Ankara’da Komünist Partisi Merkez Komitesi oluşturuyorlar. Sanırım önceleri halkçılık veya halk zümresi ismi verilmek istenen bir program etrafında komünizm ilkeleri mevcuttur ve bu işi Türkiye’nin Karl Marx’ı unvanı verdikleri Kör Ali Bey’e veriyorlar. İttihat ve Terakki taraftarları programımızdan ve partinin unvanından başka tüzüğümüzü de kendilerine aynen mal etmişler. Böylelikle, gizli bir komünist partisi kurulurken bizimle ilişkileri olup onların şubelerine de kayıtlı bulunan komünistler hakkında bazı takibata başlamışlardır. Gazetelerde aleyhlerinde kampanya açmışlardır. …  ” (Aynı yerde sf. 12 ve 13)
Bu tespitlerin ardından Mustafa Suphi sahte TKP’nin kurucularından öğrenebildiklerinin kimler ve hangi nitelikte kimseler olduğu hakkında bir rapor sunmakta ve bildiklerinden hepsi hakkında olumsuz bir değerlendirme yapmakta ve şöyle devam ederek son sözleri okunmayan notunu bitirmektedir:
“….. Her ne ise, yeni Komünist Partisi içinde çeşitli ve çelişkili akımlar olduğunu sanıyoruz.  Burada Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar ile bazı görüşmeler yapıyoruz. Sonuç Yusuf Kemal ve Rıza Nur Beylerle  ve buraya gelecek olan eski komünistlerle görüşünce daha açık bir biçimde anlaşılacaktır…
Bizim kongre kararlarımızı kabul ettikleri takdirde büyük bir tasfiye yapmak üzere bazı görüşmelere girilmesi henüz tasavvur halindedir. Mamafih aksi takdirde ayrı bir teşkilat halinde yasal zeminde çalışmak mecburiyetinde kalacağımızı zannediyoruz. Merkez komite, hücre ve harici büro ile diğer yoldaşların oluşturduğu kurullarda çıkan kararlar da dikkate alınmak üzere 3. Enternasyonal’in alacağımız göreve dair görüşünü acilen bekliyoruz. ….” (Aynı yerde sf. 15)
Bu sözlerden anlaşılmaktadır ki Mustafa Suphi ve yoldaşları önceden değilse de Anadolu’ya geçer geçmez, kendilerini davet etmiş olan Ankara’daki hükümetin hangi tertipler peşinde olduklarından haberdardırlar. Ankara’ya davet edilmelerinin ardında Kemalistlerin Sovyet Hükümeti’nin desteğini alma arayışlarının ve emekçi yığınları arasında filizlenmekte olan komünizme yönelik sempatinin yönünü değiştirme çabalarının olduğunun gayet iyi farkındadırlar. Yine anlaşılmaktadır ki o zamanın oldukça kıt haberleşme ve istihbarat imkânlarına rağmen olan bitenden büsbütün habersiz değildirler ve Ankara’nın davetini kabul eden THİF heyeti oraya adeta bir diplomatik heyet olarak gelmiştir. Bu doğrultuda neyi nasıl yapmaları konusunda Komünist Enternasyonal’in talimat ve desteğini talep etmektedirler. Kuruluş kongresine delege gönderen parti örgütlerinin kendilerini geniş bir heyetle karşılamadığı ve yanlarında ayrı bir muhafız alayıyla gelmedikleri doğrudur ve anlaşılan o ki isabetli olmuştur. Çünkü bu takdirde partinin daha büyük bir tasfiye darbesiyle yüz yüze kalacağı kuşkusuzdur. Buna karşılık Mustafa Suphi ve arkadaşlarının oraya kuzu kuzu gelmedikleri de bellidir. Hepsi silahlı gelmişlerdir ve silahları ancak son yolculuklarına çıkarken ellerinden alınmıştır; o son sahnelerin nasıl geçtiği hakkında ise elimizde 15’lerin parçalanarak öldürüldüklerine dair kimi rivayetlere yansıyan bir hunhar tablodan fazlası yoktur.
Kuşkusuz bütün unsurları bir araya getirilip sonuçlarına bakıldığında THİF heyetinin bir tuzağa bastıkları açıktır. Ama bunun bir kafa karışıklığı yahut yanlış değerlendirmeden ileri geldiğine dair çok fazla belirti yoktur. Başka örnekler hatıra getirildiği takdirde bu tür izahların ardında ne tür bir bakış açısının yattığını görmek daha kolaylaşmaktadır. Oportünistler ve tasfiyeciler örneğin Nurhak’a çıkan ve orada bir pusuya düşen THKO’luların ardından nasıl dersler çıkarmış ne tür değerlendirmeler yapmıştır? Kızıldere’ye giden THKO ve THKP/C militanlarının ardından ne tür değerlendirmeler yapılmıştır? TKP/ML – TİKKO kurucularının Vartinik’e çıkarken yeterli ve gerekli tedbirleri almadan hareket ettiklerini söyleyen olmamış mıdır?
Açıktır ki devrimci ödev ve sorumlulukları için tehlikeli yolları seçen devrimciler için sonradan yapılan değerlendirmeler genellikle iki başlık altında toplanır: tasfiyeciler ve oportünistler daima bu tür cüretli girişimleri gereksiz ve riskli, hatta maceracı girişimler olarak mahkûm etme eğiliminde olurken devrimci bir damarın takipçiliğine soyunanlar, bu tür girişimleri tümüyle doğrulamadıkları zaman bile, riskli ve trajik sonuçlara yol açan yolların seçilmesi bahanesiyle küçümsemezler.
KöZ’ün arkasındaki komünistler de Mustafa Suphilerin Ankara’da hazırlanan tertiplerin farkında olarak Anadolu’da sınıf mücadelesine bizzat gelişlerini cüretli bir devrimci tutum olarak görme eğilimindedir ve bu yönü öne çıkarmayı ödevleri arasında görürler. Aynı kararlılıkla sarılmak zorunda oldukları bir başka ödev ise, sözüm ona Mustafa Suphilerin geleneğine bağlı olma iddiasını sürdürürken onları toyluk acemilik veya tedbirsizlikle suçlayarak, 15’lerin atmayı üstlendikleri cüretli adımı küçümseyenlere ve özellikle de aynı partinin kimliğini kullanarak onların katilleri ile uzlaşma ve işbirliği yolları arayanlara karşı usanmaz bir kavgayı sürdürmek olmalıdır.
Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’ndeki Tezlerin Akıbeti ve Beşinci Kongre’nin Revizyonizmi
Ama bir kere ne Komünist Enternasyonal ne de Mustafa Suphi’nin önderi olduğu komünist partisi o sırada Kuvayı Milliye hareketini bir ’burjuva demokratik ulusal kurtuluş hareketi’ olarak tarif etmiş değildirler. İkincisi THİF önderleri Anadolu’ya intikal ederken, burjuva demokratik ulusal kurtuluş hareketi olarak bile görmedikleri, bilakis İttihatçı artığı Osmanlı asker sivil bürokratları olduklarının farkında oldukları Kemalistleri desteklemek üzere gelmiş değildirler. Aksine, adına layık komünistler olarak özel ödevlerini, yani burjuva demokratik hareketlerine karşı mücadele etme ve bunların komünizm maskesi ardına saklanmalarına engel olma ödevlerini yerine getirmek üzere hareket etmiştirler.  Mustafa Kemal’in davetini geleceğin proletarya partisini adına layık komünistler olarak bizzat inşa etmek üzere fırsat sayarak kabul etmiştirler. Komünist Enternasyonal’in de Kemalistlerin sinsi tertipleri karşısında aymazlık içinde olmadığı besbellidir. Ankara’da kurulan sahte TKP, Komünist Enternasyonal’e katılmak için müracaat ettiğinde bu talep tereddütsüz olarak reddedilmiştir.
Öte yandan Komünist Enternasyonal hakkında istifham yaratmak isteyenlerin sık sık gönderme yaptığı ve Komünist Enternasyonal’in benimsediği tezler olarak yutturmaya çalıştıkları tezler genellikle Lenin’in ilgili komisyonda tartışılmak üzere sunduğu taslak metnin yukarıdaki 11/5 nolu paragrafıdır. Oysa kongrede oylanıp kabul edilen tezlerin 11/5 nolu paragrafı o taslaktaki gibi değildir. Zira ilgili komisyonda başlıca ve en kritik tartışma konularından biri bu paragraf üzerine patlak vermiştir. Daha sonra bu komisyonun tartışmalarını özetleyen raporunu sunmak üzere genel kurula hitap ederken Lenin şunları söylemişti:
“… geri kalmış ülkelerde demokratik burjuva hareketi sorununun önemine özellikle parmak basmak isterim. Aramızda bazı görüş ayrılıkları doğuran bir sorundur bu. Komünist Enternasyonalin ve Komünist partilerinin geri kalmış ülkelerde demokratik burjuva hareketi desteklemeleri gerektiğini söylemenin ilke olarak ve teoride doğru olup olmadığını tartıştık. Tartışmalarımız sonunda oy birliğiyle ’burjuva demokratik’ hareket yerine ulusal devrimci hareketten söz etme kararına vardık. Hiç şüphe yok ki her ulusal hareket ancak bir demokratik burjuva hareketi olabilir. Çünkü geri kalmış ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu burjuva kapitalist ilişkileri temsil eden köylülerdir. Bu geri kalmış ülkelerde proletarya partilerinin kurulmaları gerçekten mümkün olsa bile köylü hareketiyle kesin ilişkiler kurulmadan ve köylü hareketini etkin bir biçimde desteklemeden komünist taktikleri ve bir komünist politikası izleyebileceklerini sanmak düşe kapılmaktır. Bununla birlikte şöyle karşı görüşler ileri sürülmüştür. Burjuva demokratik hareketten söz edersek reformcu hareketle devrimci hareket arasındaki bütün ayrımı silip atmış oluruz. Oysa o ayrım son zamanlarda geri kalmış ve sömürge ülkelerde ayan beyan ortaya çıkmıştır. Çünkü emperyalist burjuvazi reformcu hareketi ezilen milletlere de sokmak için elinden geleni yapmaktadır. Sömürücü ülkelerin burjuvazisi ile sömürge ülkelerin burjuvazisi arasında belli bir yakınlaşma olmuştur. Öyle ki birçok kere belki de çoğunluk hallerde ezilen ülkelerin burjuvazisi bir yandan ulusal hareketi desteklerken öte yandan emperyalist burjuvazi ile tam bir anlaşma içerisindedir. Bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı onunla güç birliği yapmaktadır.
Bu, komisyonda tartışma götürmez bir biçimde kanıtlandı ve tek doğru tutumun, bu ayrımı dikkate almak ve ’ulusal devrimci’ terimini kullanmak olduğu kararlaştırıldı. Bu değişikliğin anlamı şudur: biz komünistler olarak sömürgelerde burjuva-kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci bir ruhla eğitip örgütlememize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz.
Bu şartlar yoksa bu gibi ülkelerde komünistler İkinci Enternasyonal kahramanlarının da saflarında yer aldıkları reformist burjuvazi ile mücadele etmelidirler. Sömürge ülkelerde reformist partiler çoktan kurulmuştur ve bazı durumlarda sözcüleri kendilerine sosyal-demokrat ve sosyalist demektedirler. Sözünü ettiğim bu ayrım bütün tezlerde yer almaktadır. Böylelikle görüşümüz eskisinden çok daha kesin bir biçime anlatılmıştır sanırım.”
Bu tartışmaların ardından genel kurulda kabul edilen ’Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Hakkında Tezler’in ilgili paragrafı tam olarak şöyledir:
“Gerçekte ne devrimci ne de komünist olan kurtuluş hareketlerinin kendilerini komünizmin renkleriyle süsleme girişimlerine karşı gayretli bir mücadele gereklidir; Komünist Enternasyonal sömürgelerdeki ve geri kalmış ülkelerdeki devrimci hareketleri sadece bir tek koşulla, lafta değil fiiliyatta komünist olan komünist partinin en saf komünist unsurları özel görevleri konusunda, yani burjuva ve demokratik harekete karşı mücadele ödevleri konusunda eğitilmiş ve örgütlenmiş oldukları takdirde destekleyebilir. Sömürgelerde ve geri kalmış ülkelerdeki devrimci hareketlerle Komünist Enternasyonal geçici ilişkiler kurmalı ve rüşeym halinde bile olsa, proleter hareketinin bağımsız karakterinden vazgeçmeksizin ve onlarla kaynaşmadan ittifak dahi edebilmelidir.”
Bir başka deyişle, metin Lenin’in ilk taslağındaki ’burjuva demokratik ulusal hareket’ veya buna benzer ibarelerden arınmış ve net bir biçimde devrimci vurgusu yapılmıştır. Üstelik Lenin’in gönderme yaptığı tartışmayı başlatan Hintli komünist Roy’un tezleri de oylanıp kabul edilen bu düzeltilmiş tezlerin ’Ek Tezler’i olarak birlikte oylanıp kabul edilmiştir. Bu kısımda ise ilgili konuya ilişkin olarak şunlar yazılıdır:
“6. Doğu halkları üzerine çullanan yabancı emperyalizm, bu ülkelerde sınıfların Avrupa ve Amerika ile eş zamanlı olarak sosyal ve iktisadi bir gelişme göstermesini engellemiştir.
Sömürgelerde sanayinin gelişmesini köstekleyen emperyalist politika sayesinde kelimenin tam anlamıyla bir proleter sınıfı bu ülkelerde gelişememiştir; hatta emperyalist ülkelerin merkezileşmiş sanayilerinin ürünleri ile rekabet edemeyen yerli zanaatlar son zamanlarda yok edilmiştir.
Bunun sonucu, halkın büyük çoğunluğunun kendini kırsal alanda bulması ve ihracata yönelik hammaddelerin üretiminde ve tarımsal emekte yoğunlaşmak zorunda kalması olmuştur.
Bunun sonucu toprak mülkiyetinin, kâh büyük toprak sahiplerinin, kâh mali sermayenin, kâh devletin elinde hızla toplanması olmuştur. Böylece büyük bir topraksız köylü kitlesi yaratılmış ve nüfusun geniş yığınları cehalet içinde tutulmuştur.
Bu politikanın sonucu şudur: devrimci düşüncenin kendini gösterdiği bu tür ülkelerde, bu düşünce ifadesini, eğitilmiş orta sınıflar içerisinde bulabilmektedir.
Yabancı egemenlik, iktisadi güçlerin özgürce gelişmesini köstekler. Bu nedenle bu egemenliğin yıkılması, sömürgelerdeki devrimin ilk adımıdır; bu nedenle sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadeleye verilen destek, yerli burjuvazinin milliyetçi hareketine sunulan bir destek değil, kendisi de ezilen proletaryanın önündeki yolun açılması demektir.
7. Ezilen ülkelerde günden güne birbirinden ayrılan iki hareket bulunmaktadır:
Birincisi Siyasal bağımsızlık ve burjuva düzeni programına sahip olan milliyetçi burjuva demokratik hareketidir;
İkincisi ise cahil ve yoksul işçi ve köylülerin her türlü sömürüden kurtuluş hareketidir.
Bunlardan birincisi ikincisini yönetmeyi amaçlamaktadır ve sık sık başarıyor da. Ama Komünist Enternasyonal ve ona bağlı partiler buna karşı mücadele etmeli ve sömürgelerin işçi yığınları arasında bağımsız sınıf duygularının gelişmesini sağlamak için çalışmalıdır. Bu yolda en önemli görev işçi ve köylüleri örgütleyip devrim ve Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulması yoluna sokacak olan Komünist partilerinin kurulmasıdır.
8. Sömürgelerdeki kurtuluş hareketi, burjuva demokratik milliyetçi hareketin dar çevresiyle sınırlı değildir. Sömürgelerin çoğunda işçi yığınlarıyla yakın temasta olan toplumsal-devrimci bir hareket veya komünist partileri bulunuyor. Komünist Enternasyonal’in sömürgelerdeki devrimci hareketle ilişkisi, bu parti ya da gruplara hizmet etmelidir; çünkü bunlar işçi sınıfının öncüsünü oluşturuyorlar. Bugün bunlar zayıf olsalar bile, yığınların iradesini temsil etmektedirler ve yığınlar onları devrim yolunda izleyecektir. Farklı emperyalist ülkelerdeki komünist partiler, sömürgelerdeki bu proleter partileriyle temas halinde çalışmalı ve onlara maddi ve manevi destek sunmalı.
9. Sömürgelerdeki devrim ilk aşamasında komünist bir devrim olamaz. Ama eğer başlangıçtan itibaren, önderlik komünist öncünün elinde olursa, kitleler dağılmaz ve hareketin değişik gelişme aşamaları onların devrimci deneyimini artmasına yarar.
Doğu ülkelerinde tarım konusunda komünist ilkeleri derhal uygulamaya çalışmak elbette vahim bir hata olur. İlk aşamasında sömürgelerdeki devrimin programı, toprak dağıtımı gibi küçük burjuva reformları içermek zorundadır. Ama bu böyledir diye önderliğin burjuva demokrasisine devredilmesi gerekmez. Aksine proleter partisi Sovyetler yönünde sistematik ve güçlü bir propagandayı yükseltmeli ve işçi köylü Sovyetlerinin örgütlenmesi için çalışmalıdır. Kapitalizme karşı dünya çapındaki nihai zafere ulaşabilmek için bu Sovyetler, ileri kapitalist ülkelerdeki Sovyet Cumhuriyetleri ile yakın işbirliği içinde çalışmalıdır.
Böylece gelişmiş kapitalist ülkelerin bilinçli proletaryası tarafından yönlendirilen geri ülkelerin yığınları, kapitalist gelişmenin değişik aşamalarından geçmeksizin komünizme ulaşacaktır.”
Daha sonraki dünya kongresi ulusal sorunu gündemine almadı; ama Dördüncü Dünya Kongresi ’Doğu Sorunu Hakkında Genel Tezler’ başlığı altında daha geniş kapsamlı tezleri kabul etti. Burada konumuzla ilgili olarak şunları söyleyerek Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongre’deki çizgiyi takip ettiğini teyit etti:
“…. Sömürge devriminin nesnel görevleri burjuva demokrasisinin çerçevesini aşar.  Doğrusu bu devrimin kesin zaferi dünyada emperyalizmin hüküm sürmesi halinde mümkün değildir. Başlangıçta yerli burjuvazi ve yerli entelektüeller sömürgelerdeki devrimci hareketlerde bir öncü rolü üstlenirler; ama proleter ve köylü kitleleri bu hareketlere eklemlendiklerinde, büyük burjuvazinin ve toprak burjuvazisinin unsurları daha alttaki halk tabakalarının sosyal çıkarlarının ön plana çıkmasını sağlamak üzere hareketten uzaklaşırlar. …
Sömürgelerdeki komünistlerin münhasıran sınıf çıkarlarını savunma ’bahanesiyle’ emperyalist sömürüye karşı mücadelede yer almaktan kaçınmaları en kötü oportünizm türlerinden birini ifade eder ve bu tutum Doğu’da proleter devriminin itibarsızlaşmasından başka bir şeye hizmet etmez. Buna karşılık burjuva demokratlarıyla ’ulusal birlik’,’toplumsal barış’ adına işçi sınıfının günlük ve acil çıkarları için mücadeleden uzak durmak da bir o kadar zararlıdır. ”
Lenin’in ilk taslağının bir taslak olarak kaldığı ve bu taslağın Komünist Enternasyonal’in benimsediği çizgiyi ifade etmediği akılda tutulursa Komünist Enternasyonal’in ve ona bağlı THİF’in Kuvayı Milliye ve Kemalistler hakkında bir yanılsama beslemesi ve onları desteklemesine cevaz veren bir çizginin olmadığı besbellidir.
Bununla birlikte, ulusal sorun üzerindeki hassasiyeti bilinen Lenin’in kongreye sunmak üzere hazırladığı taslağın bile, bilhassa komünist olmayan hareketlerin desteklenmesi bahsinde düzeltilmeye muhtaç olduğu dikkate alınırsa, bu alanda bilhassa somut durumlardaki uygulamada benimsenen çizgiye uygun olmayan tutumların ortaya çıkmasının sürpriz olmayacağı açıktır. Genç Sovyet Hükümeti’nin, Bolşeviklerin Komünist Enternasyonal’in somut olarak Kemalist hareket karşısında bu çizgiye ne kadar uygun bir hareket tarzı içinde olup olmadığını ele almanın yeri burası değildir. Ama bir ilkesel hatırlatmanın yeri tam burasıdır
.
Komünistlerin Referansları Neler Olmalıdır?
Bir güncel yahut tarihsel sorun irdelenirken sık sık içine düşülen hataların başında bu konuların hangi referanslarla ele alınacağı gelir. Genel eğilim, bu konularda kimi önder kabul edilen kimselerin yahut parti yönetimlerinin pratikleri veya beyanlarını esas almaktır. Bu takdirde söz konusu kişi yahut kurumların tartışmasız hale gelmesinin yolu açılır. Oysa tam tersine program ve bildirgeler, kongre kararları vb. tam da böyle bir gelişmenin önünü kesmek için önem taşır. Böylece Lenin’in, Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun (KEYK) vb. tutum ve görüşlerinin hangi esasların mihengine vurularak tartışılması gerektiği belirlenmiş olur.
Nitekim Lenin’in katıldığı son dünya kongresinden sonra (önceki aralıklara kıyasla oldukça gecikerek Kasım 1923-Temmuz 1924) toplanan beşinci Dünya Kongresi’nde KEYK’in bu alandaki tutumu tam da bu referans sorununu açığa çıkaran bir tartışma konusu oldu. İlgili komisyonda tartışmayı açan ve burjuva akımları karşısında KEYK’in ikinci ve dördüncü kongre çizgisine uygun hareket etmediğini ileri süren yine Roy oldu. Bu bağlamda Türkiye’de Kemalistler, Çin’de Kuomingtang ve Hindistan’daki Kongre partisine ilişkin tutumlar somut örnekleri oluşturuyordu. Roy bu tartışmalarla ilgili olarak kongreye hitaben yaptığı konuşmasında şöyle dedi:
“Elimizde temel prensiplerin ortaya konduğu 2. Kongre tezleri var. Hepimiz bu tezleri kabul ediyoruz ve hepimiz faaliyetlerimizde bu tezleri kullandığımızı varsayıyoruz. Ama belirtmeliyim ki aramızda bu tezleri titiz bir biçimde incelemiş ve bu tezlerden çıkan sonuçları doğru bir biçimde kavramış olanların sayısı çok değil. Tüm yanlış anlamalar, zorluklar ve görünüşe göre Komünist Enternasyonal tarafından önemi bütünüyle kabul edilmiş sorunların -görünen o ki- ihmal edilmesi bundan kaynaklanıyor. Sorunun pratik yanına değinmeden önce, yani 4. Kongre’den bu yana son bir buçuk yılda sömürge ve yarı sömürge ülkelerde gelişen devrimci hareket üzerine genel bir tablo sunmadan önce, dikkatinizi 2. Kongre’de kabul edilen tezlere çekmeyi gerekli görüyorum. Bunu yapacağım çünkü bu tezlerin genellikle yanlış yorumlandığı hatta bunların titiz bir biçimde dahi okunmadığı kanaatindeyim. Bu tezlerin kısa bir incelemesi bizi sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki gelişmeleri iyiden iyiye kavramamızı ve doğru bir biçimde yorumlamamızı sağlayacak. Zira bu durumda ve sadece bu durumda, yani 2. Kongre tezlerinin teorik anlamını kavradığımız zaman, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki devrimci hareketin manasını da kavrayacak ve oradaki tüm devrimci güçleri emperyalizme karşı bir araya getirecek bir duruma geleceğiz. Ezilen halkları doğunun kapitalist ülkelerindeki devrimci proletaryanın bir müttefiki olarak kazanma ödevimizi kavramış olacağız.
Her şeyden önce bir olguya değinmek istiyorum: Yürütmenin raporuna ilişkin kararda 2. Kongre tezlerine aykırı bir nokta vardı. Ancak karara ilişkin benim değişiklik önergem 2. Kongre tezleriyle uyum içinde olmadığı gerekçesiyle kabul edilmedi. Kararda yer alan tartışmalı noktanın değil benim değişiklik önergemin 2. Kongre tezleriyle uyum içinde olduğunu şimdi bu kongrede kanıtlamak istiyorum. Kararın 2. Kongre tezlerine aykırı olmasının yanı sıra, 2. Kongre’den bu yana edindiğimiz tecrübelerin bunun uygulanabilir olmadığını gösterdiğini de kanıtlamak istiyorum. Kararlar uygulanmak için alınır; o nedenle uygulanabilir olmaları gerekir. Kararda “Yürütme, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki devrimci halkı kazanmak için ulusal özgürlük hareketiyle dolaysız bağlantı içinde olmak zorundadır, doğrudan bağlantı içinde olmak için hep gayret etmiştir ve gelecekte de gayret etmeye devam edecektir” deniyor. Açıktır ki, ulusal hareketlerle dolaysız bağ kurma çabasının her zaman başarılı olmadığı unutulmuştur. Bu başarısızlığın nedenlerini (konuşmamın ç.n.) devamında ortaya koyacağım.”
Daha sonra, konuyla ilgili tartışmaların son oturumunda Roy kendisine raportör Manuilski’den sonra söz verilmeyişini protesto etmek üzere şunu söyledi:
‘’Yoldaşlar! Söz almak istedim, zira yoldaş Manuilski komisyonda RKP (Rusya Komünist Partisi) Merkez Komitesi tarafından görüşümü eleştirmek üzere görevlendirildiğini belirtti. Tavrımı savunmak için konuşmayı arzu etmiştim. Ancak başkanlık (prezidyum) sırada değişiklik yaptı. Önce benim konuşmam gerekiyor ondan sonra Yoldaş Manuilski. Bu koşullarda söz hakkımdan vazgeçiyorum. Başlangıçta sunduğum rapora ekleyeceğim bir şey yok. O nedenle –eğer bana Yoldaş Manuilski’nin görüşüm hakkında yapacağı eleştiri ile ilgili yanıt verme imkânı verilmeyecekse- söz almak istemediğimi söylemekle yetineceğim.”
Bunun üzerine söz alan Manuilski şöyle dedi:
“Her şeyden önce Yoldaş Roy’un hiç şüphesiz kavrayış olarak ulusal sorunda nihilist teorinin etkisini yansıtan yanlışları üzerinde uzunca durmak isterim. Yoldaş Roy benimle olan polemiğinde üç tez ileri sürmüştür.
İlk tezi şudur: 1922 yılında ulusal harekette bir yükselme yerine tam bir gerileme ve tam bir buhran gözlenmiştir. Bu doğru mudur? Bu tez olgularla çelişmektedir. Tam da 1922 yılında Türkiye’deki devrimci hareket, Avrupa emperyalizmine karşı bir dizi başarılı savaşın içinde ifadesine kavuşan muzaffer Türk devrimine dönüşmüştür. Türkiye bu zaman zarfı içinde tipik bir burjuva ulusal devrim gerçekleştirmiştir. Aynı görüngüyü Mısır’da da gözlemek mümkündür. Bu olguların ışığında bir ulusal hareketin varlığı yadsınabilir mi ve yeni meydana gelenler de dâhil olmak üzere var olan tüm ulusal hareketlerin ihtiyarlayıp çürüdüğü kanıtlanabilir mi? Yoldaş Roy’un olgulara kulaklarını tıkadığını ve şüphesiz kendini muhakkak bir sübjektivizme kaptırdığına inanıyoruz.
Yoldaş Roy’un ikinci tezi. Konuşmasında ulusal hareketin ilk evresinin bitmiş olduğunu ve sömürgelerde keskin bir sınıf çatışması döneminin başladığını söyledi.
… Sömürge sorununa ilişkin tezlerinde Yoldaş Roy ulusal sorunun Afrika’nın bir dizi sömürge bölgesinde bulunmadığını, ezilen sömürge halkların sınıf mücadelesi aşamasına ulaşmadığını, hatta ulusal uyanış yoluna dahi adım atmadığını kendisi tespit etmek zorunda kaldı.
Yoldaş Roy’un üçüncü tezi: Komintern’in sömürge halkın kendi kaderini tayin hakkı konusunda tavır belirlemek için hangi sınıfın kendi kaderini tayin konusunda taşıyıcı olduğunun hesaba katılmasını önerdi.
…Sınıflar ve halklar mücadelesinde sosyal unsur ile ulusal unsur arasındaki karşılıklı ilişkilenme sorunu bu savaşın önderlerinden olağanüstü, politik bir hassasiyet ister. Komünist seksiyonlarımız bu iki unsur arasında doğru oranı saptarken, bu mücadele unsurlarından birinin ya da diğerinin önemini gereğinden fazla abartmak ya da küçümsemek bakımından daha birçok vahim hata yapacağını sanıyorum. Bizi bekleyen müstakbel sınıf mücadeleleri partimiz için olağanüstü çapraşık bir ortam yaratacaktır.”
Komünist Enternasyonal Beşinci Dünya Kongresi Bugün Hala Sürdürülen Bir Revizyonist Çizgiyi Meşrulaştırmıştır
Bu tartışmanın ardından, KEYK’in iki kongre arasındaki oportünist tutumu onaylanmakla kalmamış, bu çizgi Komünist Enternasyonal’in resmi çizgisi haline de gelmiştir.
Böylelikle Çinli komünistlerin Kuomintang içine girerek orada erimesinin ve TKP’nin Kemalistlerin kuyruğunda sürüklenmesinin yolu açılmıştır. Şefik Hüsnü döneminde TKP’nin Kemalistlerin kuyruğuna takılması da ÇKP’nin Kuomintang’ın içinde eritilmesi de esasen ikinci ve dördüncü dünya kongrelerinin kararlarına aykırı ve beşinci kongrenin revizyonist çizgisiyle uyumludur. Bu dönemecin ardından Çan Kay Şek bir kahraman ilan edilmiş, Kuomintang Komünist Enternasyonal’in sempatizan partisi olarak kabul edilirken, Çan Kay Şek de şeref üyesi kabul edilmiş ve Komünist Enternasyonal fiilen tasfiye oluncaya kadar da öyle kalmıştır.
Keza aynı dönemecin peşinden Türkiye’deki gerici Kemalist hükümete ilişkin tutum da değişmiş ve Türkiyeli komünistler, THİF’in amaç ve ilkelerine rağmen, hatta sonradan kabul edilen ikinci programa da aykırı olarak Kemalist hareketin kuyruğuna takılmaya zorlanmış ve onlar da ne yazık ki  bu oportünist politikayı benimsemiş ve desteklemiştirler.
Bu bağlamda hatırda tutulması gereken bir ayrıma daha dikkat çekmek gerekiyor. Genç Sovyet Hükümeti’nin Brest-Litovsk’ta  Alman  emperyalizmiyle, veya 1921 İngiliz-Rus Ticaret Anlaşması gibi anlaşmalarda olduğu gibi zaman zaman gerici hükümetlerle ve hatta emperyalistlerle anlaşma masasına oturduğu ve uluslararası planda sınıf mücadelesinin önünü pek açmadığı gibi aleyhine  ifadelere de açık olan anlaşmalar imzaladığı da bir vakıadır. Bu bağlamda savaşın sonunda Anadolu’da bulunan askeri birliklerini geri çekmekle kalmayıp, Kuvayı Milliyecilerin elini güçlendirmeye müsait anlaşmaları gerici Osmanlı İmparatorluğu’nun artıklarıyla yaptıkları da birer vakıadır. Ama bu tür anlaşma veya diplomatik ilişkileri değerlendirirken, Sovyet Hükümeti de olsa,  bir hükümet ile Bolşevik Parti’yi ve onun üzerindeki Komünist Enternasyonal’i birbirinden ayırt etmek sıklıkla unutulan önemli bir husustur.. Bunun için devrimci partinin kitlelerden bağımsız karakterini ve pek tabii hükümetlerden de bağımsız olması gereğini bir an için unutmamak gerekir. Devrimci dayanışmanın ve desteğin ise hükümetler eliyle değil devrimci bir parti ve devrimci bir enternasyonal vasıtasıyla olacağını da unutmamak gerekir.
Bu itibarla komünistlerin Kuvayı Milliye karşısındaki tutumunu görmek için diplomatik ilişkilere değil komünistlerin örgütlenmesine dair tutumlara bakılmalıdır. Komünist Enternasyonal’in kritik bir dönemeçten geçen Anadolu’daki sınıf mücadelesine müdahalesi THİF’in kurulmasını sağlayıp bilfiil sınıf mücadelesine önderlik etmek üzere Anadolu’ya intikalinin sağlanması olmuştur. Bundan daha önemli ve değerli destek de Leninistler bakımından söz konusu olmamalıdır. Komünist Enternasyonal eğer Kuvayı Milliyecileri desteklemeye karar verip bu hareketle arasını bozmamak için komünistlerin örgütlenmesine engel olmuş olsaydı o zaman bir ihanet içinde olduğu söylenmeliydi. Nitekim daha sonra Beşinci Dünya Kongresi’nde böyle bir revizyon yapılmıştır ve o andan itibaren böyle mahkum edilmeyi hak eden çizgi kendini ortaya koymuştur.
Kemalistleri, Kuomintang’ı vb. hareketleri ulusal devrimci mertebesine çıkartarak bunların komünistleri katletmelerine rağmen desteklenmelerini meşru sayan tutum, bu dönemeçten sonra yerleşmiş ve yayılmıştır. Hala sözüm ona Komünist Enternasyonal mirasına sahip çıkma iddiasında olan ve hatta birbirlerine ’düşman’ pek çok akım tarafından el birliği ile savunulup takip edilen çizgi de budur.
Bu revizyonist çizgiyle hesaplaşmayan bilakis bu çizgiyi onaylayıp savunanlar kendi çaplarında revizyonizme katkı sunmaktadırlar. Daha önemlisi de buradan hareketle, Saddam Hüseyin, Kaddafi, Chavez, vb.yi destekleme tutumlarını mazur göstermek için bu kirli kaynaktan beslenmeye devam etmektedirler.
İşte bu nedenle Mustafa Suphi ve 15’leri 92. kez anarken, komünistlerin ödevi, onların hayatları pahasına anlaşılmasına ışık tuttukları temel ilke ve referansları daha iyi kavramak ve Bolşevizm’in mirasına sadık bir komünist partiyi inşa mücadelesinde başlıca donanımları olarak yararlanmalarını sağlamaya katkı sunmaktır.
Paylaş