[İstanbul’da 1 Mayıs Mahallesi’nde ve Okmeydanı’nda örgütlediğimiz “KöZ Seminerleri”nin 7. Haftasının konusu “Manifesto’da Ulusal Sorun”du. Bu seminerde Marx’ın ve Engels’in Komünist Manifesto’dan Birinci Enternasyonel’e dek uzanan bir süreçte, ulusal soruna dair bakış açılarının nasıl değiştiğini anlattık. Sosyal şovenizmin görüşlerini meşrulaştırmak için Manifesto’yu nasıl kullandıklarını tartıştık. Bu yazı seminerde ifade ettiğimiz görüşleri aktarmaktadır.]
Ulusal soruna, dolayısıyla ulusların kendi kaderini tayin hakkına bakışları komünistlerin en önemli ayrım çizgileri arasında yer alır. Komünist Enternasyonal kararlarında da açık ve net bir şekilde ifade edildiği üzere komünistler ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından devlet kurmak isteyen tüm coğrafi toplulukların – yani ulusların – esir bulundukları devletlerden ayrılma hakkını yani kendi devletlerini kurma hakkını anlarlar ve bu hakkı kayıtsız, şartsız bir biçimde savunurlar.
Ancak dünyadaki ilk komünist partinin yani Komünistler Birliği’nin programı olan Komünist Manifesto’da ulusal sorun bu şekilde ele alınmamıştır. Sol hareketin büyük bir kısmı bin bir akrobatik cambazlık hüneri göstererek bu gerçeği saklamaya çalışsa da, açıktır ki Komünist Manifesto ulusal sorun hakkında hatalı görüşlere sahiptir. Hatta Komünistler Birliği’nin 1848 devrimleri patlak verdiğinde, ulusal sorun hakkında takındıkları tutum da, bu yanlışlıktan nasibini almıştır.
1848 devrimlerinin yenilgisi sonrasında ulusal soruna dair yaptıkları değerlendirmelerde, Marx ve Engels bu konudaki bakış açılarını değiştirmiş olsalar da, bugün ulusal sorun karşısında sosyal şoven bir tutum izleyen sosyalist siyasetler, görüşlerini meşrulaştırmak için oldum olası Komünist Manifesto’ya atıfta bulunmuşlar ve Marx ve Engels’in bu konuda değişen görüşlerini hasıraltı etmeye çalışmışlardır. Bugün ulusal sorun hakkında sosyal şoven bir çizgi izleyen sosyalistlerin görüşlerini Komünist Manifesto ile meşrulaştırmaya çalışmaları, Marx’ın ve Engels’in yolundan gitmelerinden ötürü değil, oportünist bir tutum izlemeleriyle ilgilidir. Marx ve Engels’in ulusal soruna dair değişen görüşlerinin gerek ikinci Enternasyonal tarafından gerekse bugün sosyal şoven sosyalistler tarafından hasır altı edilmesi de aynı oportünist tutumla ilgilidir.
Komünist Manifesto Ulusal Sorun Hakkında Yanlış Bir Görüşe Sahiptir
Komünistler Birliği’nin kurulduğu yıllarda, Marx’ın ve Engels’in ulusal soruna dair sahip olduğu hatalı görüşleri anlamak için Marx ve Engels’in bireysel olarak yazdığı metinlere bakmaya gerek yoktur. Zira Komünistler Birliği’nin programı olan Komünist Manifesto’da ulusal soruna dair sahip olunan görüş açık seçik ifade edilmiştir. Komünist Manifesto’da işçi sınıfının vatanı olmadığı söylenmekte, burjuva düzeninin proletaryanın üzerinden her türlü ulusal karakter sıyırıp attığı, kapitalist üretim sisteminin yaygınlaşmasıyla birlikte uluslar arasındaki ayrışmaların ve karşıtlıkların giderek yok olduğu belirtilmektedir.
“Eski toplumun varlık koşulları, proletaryanın varlık koşulları içinde zaten yok edilmiş durumda […] İngiltere’de nasılsa Fransa’da da aynı olan, Amerika’da nasılsa Almanya’da da aynı olan modern sanayi işçiliği, sermayenin boynuna geçirdiği bu modern boyunduruk, proleterin üstünden her çeşit ulusal karakteri sıyırıp atmıştır. […]
Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta. […]
İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. Proletarya, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için, kendisi de ulusaldır hâlâ, ama asla burjuva anlamda değil. (Komünist Parti Manifestosu)”
Komünist Manifesto’da ulusal sorunların zaten proleter devrimler gerçekleşince ortadan kalkacağına dair tespitler de bulunmaktadır. Bu tespitleri de Manifesto’nun farklı bölümlerinde bulmak mümkündür.
“Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır […]
Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer.”
İşte burada yer alan görüşlerin büyük bir kısmı, aslında bugün hala pek çok sosyalist akımın açıktan açığa savunduğu, benimsediği görüşlerdir. Bugün küresel kapitalizmin yaygınlaşmasının ulusal farklılıkları giderek azalttığını, ulusal ayrılıkların sınıf çelişkilerinin üzerini örten bir burjuva düşüncesi olduğunu, işçilerin vatanının olmadığını, mevcut ulusal sorunların ancak sınıf sorunu ortadan kalkınca çözülebileceğini savunan sosyalist akımlar çoğunluktadır. Bugün bu görüşler kendilerini sık sık Komünist Manifesto’dan aktardığımız yukarıdaki satırlarla meşrulaştırırlar. Bu nedenle, öncelikle Komünist Manifesto’da yer alan bu tespitlerin neden yanlış olduğunu anlamamız gerekmektedir.
Komünistler Birliği’nin Manifesto’yu Kaleme Alırken Ulusal Sorunu Önemsemediği ve Görmezden Geldiği Doğru Değildir
Ne Marx’ın, ne Engels’in ne de Komünistlerin Birliği’ndeki diğer komünistlerin bu dönemde ulusal sorunları önemsemedikleri doğru değildir. Manifestonun kaleme alındığı yıllar, Avrupa’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin en yaygın olduğu, Avrupa’da Polonya başta olmak üzere pek çok ulusal sorunun oldukça gündemde olduğu yıllardı. Avrupa’da Almanlar, İtalyanlar, Polonyalılar, Macarlar, Çekler, Slavlar, Slovaklar ve daha pek çok ulus kah kendi devletlerini kurmak için, kah özerklik ya da diğer demokratik haklarını kazanmak için devamlı ayaklanmaktaydılar.
Burjuva tarihçilerinin ‘dünya hiç bir zaman bir dünya devrimine bu kadar yakın olmamıştı’ dedikleri 1848 devrimleri patlak verdiğinde, bir yandan Avrupa’nın dört bir yanında işçi sınıfı burjuvaziye karşı ayaklanırken, bir yandan da sözü ettiğimiz bu uluslar bağımsızlıkları ve/veya demokratik hakları için mücadele etmekteydiler.
Bu yıllar özellikle Polonya sorununun sosyalistler ve demokrat çevreler açısından oldukça gündemde ve popüler olduğu yıllardı. Bu yıllarda Polonya sorunu üzerine konuşmak, demokratlığın ve cesaretin ölçüsü olarak görülürdü. 1830 Kasım ayaklanmasında Polonya’nın Rusya başta olmak üzere kendisini hapseden diğer imparatorluklara karşı da başkaldırması, devrimciler tarafından saygıyla anılır ve her yıl “29 Kasım” geldiğinde bu ayaklanmanın anmaları yapılırdı.
Komünistler Birliği de, bu dönemde Polonya başta olmak üzere belli başlı ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemekteydi. Zaten bunun açık örneklerinden birisini Komünist Manifesto’da da görmek mümkündür. Komünist Manifesto’da komünistlerin Polonya’da ulusal kurtuluş mücadelesini, Krakov ayaklanmasının altını özenle çizerek, destekledikleri açıklanmaktadır. Manifesto’da “Polonya’da komünistler, ulusal kurtuluşu tarım reformu şartına bağlayan partiyi destekliyor, 1846 Krakov Ayaklanmasını hayata geçiren de bu partiydi.” denilirken kastedilen budur. Burada bahsi geçen ulusal kurtuluş mücadelesi Edward Dembowski’nın önderliğini yaptığı Polonya Demokratik Topluluğu tarafından örgütlenen, Rusya, Avusturya ve Prusya toprakları arasına hapsedilmiş Polonya’nın bağımsızlığını sağlamaya çalışan, ağırlıklı olarak Avusturya ve Prusya’ya karşı örgütlenmiş bir ayaklanmadır. Komünist Manifesto’da destekleneceği söylenen parti de bu partidir.
Manifesto’da ulusal soruna dair ifade edilen görüşler, ulusal sorunların komünistler tarafından yok sayılmasının ya da komünistlerin kendi devletlerinin ya da diğer ezen ulusların yanında durarak şoven bir tutum benimsemelerinin bir ifadesi değildir. Aksine Marx ve Engels bu dönemde, Alman şovenizmini ve Prusya’nın ilhak planlarını da şiddetle kınamaktadırlar. Örneğin Manifesto yazıldıktan birkaç ay sonra patlak veren 1848 devrimi sırasında, Prusya’nın Polonya’ya bağlı bulunan Poznan’a, burayı ilhak etmek üzere saldırmasını protesto etmek üzere Köln’de yayınlanan bir bildiriye, Marx ve Engels, Almanya’yı kınayan şu maddeleri kendi müdahaleleriyle ekletmişlerdir:
“1. Özgürlük için mücadeleye kalkışmış bulunan Almanya, başka milliyetleri baskı altına almamalı, aksine onların kendi özgürlük ve bağımsızlıklarını elde etmelerine yardımcı olmalıdır;
8. Hiç değilse, Alman halkının sağlıklı parçası, bir avuç Prusyalı bürokrat, toprak sahibi, ve kaçakçının çıkarları için Polonya milliyetinin gericilik tarafından parçalanmasını istememektedir ve böyle bir girişime katkıda bulunamaz.”
Manifesto’da İfade Edilen Yanlış Görüş Ulusal Sorunların Nasıl Çözüleceği Üzerinedir
Bu dönemde henüz ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ fikri yoktu demek de doğru değildir. O yıllarda ‘milliyetçilik prensibi’ olarak bilinen bu görüş, daha çok iki yüzlü bir şekilde, proletaryanın başkaldırısını her fırsatta ezmeye çalışan, burjuvazinin iktidarda olduğu imparatorluklardan kurtulmuş özgür devletlerin kardeşliğini savunan Mazzini’nin başını çektiği burjuva demokratları tarafından savunulurdu. Hatta farklı ülkelerin burjuva demokratları bu mesele etrafında ‘uluslararası örgütler’ oluşturmaya başlamışlardı bile.
İşçi sınıfının kurtuluşuna bağlı olduğu kadar “enternasyonalizm” prensibine de bağlı olan komünistler de, her fırsatta bu burjuva demokratlarının aslında burjuvazinin proletaryayı kendi ülkelerinde serbestçe ezmesinin teorisini yaptıklarını haklı olarak savunuyorlardı. Sözüm ona ezilen ulusların bağımsızlığını savunurken aslında işçilere ayaklanmayın diyen, işçi sınıfının devrim mücadelesinin önünü kesmeye çalışan bu kesimlere karşı da bir savaş ilan etmişlerdi.
Marx’ın ve Engels’in 1830 Polonya ayaklanmasının 17. yıl dönümü vesilesiyle 29 Kasım 1847’te Londra’da düzenlenen ve Çartistlerin çoğunlukta bulundukları uluslararası bir anma töreninde yaptıkları konuşmalar, Marx’ın ve Engels’in bu konudaki görüşlerini net bir şekilde özetliyor. Bu toplantıda Polonya’nın bağımsızlığı için art arda yapılan dostça temennileri dinlemekten sıkılarak söz alan Marx şunları söylemiştir:
“Ulusların kardeşliği sloganı bugün bütün partilerin, özellikle de o burjuva tüccarlarının diline dolanmış durumdadır. Elbette doğrudur: Bütün ulusların burjuvazi arasında böyle bir kardeşlikten söz edilebilir. Ama bu olsa olsa ezenlerin ezilenlere karşı kardeşliğidir. Sömürenlerin sömürülenlere karşı kardeşliğidir. Aralarındaki bütün rekabete ve çatışmalara karşı bir ülkenin burjuvazisi, proletaryayı ezmek için diğer ülkelerin burjuvazilerini kardeş ilan ettiğini açıklayabilmektedir.
Ama insanların, halkların gerçekten kardeşçe birleşebilmeleri için önce ortak bir çıkarlarının olması gerekir. Ortak çıkar için ise öncelikle bugün var olan mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalkması gerekmektedir. Bir ulusun başka bir ulusu ezmesinin temelinde de yine bu mülkiyet ilişkileri yatmaktadır. Var olan tüm mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırmak ise işçi sınıfının işidir. Bunu yapabilecek tek güç işçi sınıfıdır. Proletaryanın burjuvaziye kazandığı zafer aynı zamanda farklı ülkelerin halklarını birbirine düşüren ulusal ve sınai çatışmaları, dolayısıyla tüm düşmanlıkları da ortadan kaldıracaktır. Bir daha bu tür bir ilişkinin kurulmasını isteyecek son sınıf yine işçi sınıfıdır. Bu zaferle sadece eski Polonya değil, eski Almanya, eski Fransa, eski İngiltere yani tüm dünyanın eski toplumu ortadan kalkacaktır. Bu eski dünyanın ortadan kalkması, eski dünya içerisinde kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar için yani dünyanın asıl çoğunluğu için bir kayıp değildir. Tersine, kazanacakları her şeyi eski toplumun çöküşüyle kazanacaklardır. Bu üzerinde sınıf karşıtlıkları olmayacak yeni bir toplumu kurmanın koşuludur.
Bugün bütün ülkeler içerisinde proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin en çok geliştiği ülke ise İngiltere değil midir? İngiliz proletaryasının İngiliz burjuvazisine karşı kazandığı zafer, tüm ezilenlerin ezenlere karşı kazandığı zafer olacaktır. Yani sözü uzatmadan sadede geleyim: Arkadaşlar Polonya, Polonya’dan değil ancak İngiltere’den özgürleştirilebilir. Bu yüzden siz Çartistler, bugün sadece ulusların halkların kardeşliğinden bahsedip, bu konuda temenniler sunmakla kalmamalısınız. Bunun için asıl olarak kendi ülkenizdeki iç düşmanları ortadan kaldırmalısınız. İşte ancak o zaman bütün eski toplumu ortadan kaldırmanın Macaristan’daki ve İtalya’daki ulusal kurtuluş yolunu açtığınız için kendinizle gurur duyabilirsiniz.”
Marx’ın görüşü burada açıktır. Polonya’nın ve ezilen diğer ulusların özgürleşmesi önemlidir. Fakat bu ancak işçi sınıfının devrimle burjuvaziyi devirmesiyle mümkündür. Yani ”Proletaryanın burjuvazi karşısındaki zaferi, aynı zamanda tüm ezilen ulusların kurtuluşu anlamına gelecektir”, “Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, proletarya ile burjuvazi arasındaki karşıtlığın en fazla geliştiği ülke İngiltere olduğundan… Polonya Polonya’dan değil, İngiltere’den özgürleştirilmelidir.”
Aynı toplantıda Engels de söz alıp, Marx’ın bıraktığı yerden devam etmiştir:
“Sevgili dostlar, izninizle, bugün burada bir Alman olarak konuşacağım. Söz verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Biliyorsunuz, biz Alman demokratlarının Polonya’nın özgürlüğü üzerine özel bir ilgilimiz var. Polonya’nın bölünmesinden asıl yarar sağlayanlar Alman prensleri olmuştur. Yine bugün Galiçya’yı ve Poznan’ı esir edenler Alman askerleridir. Bu aşağılık lekeyi alnımızdan silmenin sorumluluğu biz Almanların, en çok da Alman demokratlarının üzerindedir. Bir ulus başkalarını ezerken özgür olamaz. Bu nedenle Almanya’nın özgürlüğü, Polonya’yı Alman tahakkümünden kurtarmadan mümkün değildir. Demek ki, Almanların ve Polonyalıların ortak bir çıkarı vardır. Bu nedenle Alman ve Polonyalı demokratlar her iki ulusun da özgürlüğü için birlikte çalışmalıdırlar.
Ama şunu da ifade etmeliyim. Bana öyle geliyor ki, demokrasinin zaferi için, Avrupa’nın tüm uluslarının özgürlüğü için ölümcül yumruğu ilk atacaklar İngiliz Çartistleridir. Ben de bir kaç yıldır İngiltere’de yaşıyorum ve Çartist hareketi çok yakından izliyorum. İngiliz Çartistleri ilk ayaklananlar olmalıdır çünkü burjuvazi ile proletarya arasındaki en yoğun çelişki burada İngiltere’dedir. Neden İngiltere’de bu çelişki en yoğundur diyorum? Çünkü modern endüstrinin, makineleşmenin sonunda, burada bütün ezilen sınıflar tek bir ortak çıkar etrafında birleşmektedir. Proletarya burada güçlüdür. Bu sömürenlerin de, burjuvazinin de kendi çıkarları etrafında birleşmesine neden olmaktadır. İşçi sınıfının ezici çoğunluğunun, burjuvaziyi alt etmesinin vakti gelmektedir. Her geçen gün daha çok yaklaşmaktadır… Aynı şeyi Belçika’da da görüyoruz. Amerika’da da… Fransa’da da… Almanya’da da… Bu ülkelerde de aynı kavga giderek şiddetleniyor. Buradan ne sonuç çıkıyor? Artık tüm ülkelerdeki işçi sınıfının yaşam koşulları aynılaşıyor. Çıkarlarımız aynılaşıyor. Düşmanımız aynılaşıyor. Bu yüzden birlikte savaşmalıyız. Tüm ulusların burjuvazisinin kardeşliğine karşı, tüm ulusların işçi sınıfının kardeşliği başkaldırmalıdır.”
Engels’in konuşması da Marx’ın yaptığı vurguyu tekrarlayarak bitmiştir. Bu iki konuşmaya dayanarak şu noktaların altını çizmek mümkündür. Marx da Engels de, tüm ulusların özgürlüğünün önemli olduğunu, hatta Engels’in ifadesiyle ezen ulusların özgür olamayacağının altını çiziyor. Demek ki bu dönemde komünistlerin hatası ulusal soruna dair şoven bir tutum almaları değil, bu zaferin nasıl elde edileceğine dair yanlış bir bakış açılarının olmasıdır. Marx ve Engels, işçi sınıfının bir devrimin arifesinde olduğunu görerek, tüm ulusların özgürlüğü için, işçi sınıfının zafere ulaşması gerektiğini savunuyorlar. Yani Marx ve Engels bu dönemde ezilen ulusların özgür olabilmesi için işçi sınıfının devrimde zafere ulaşması gerektiğini, ezilen ulusların özgürlüğünün ancak sınıf kavgası kazanıldığında kazanılacağını iddia ediyorlar.
Zaten asıl hata da tam burada yatmaktadır. Bu konuşmaların yapıldığı tarihten iki ay sonra, tarihin en büyük devrimci durumlarından birisi yaşanacaktır. Ve işçi sınıfı bu mücadeleyi kazanamayacaktır. Elbette bu yenilginin sebepleri çok yönlüdür. Ancak bu yenilgiyi anlamaya çalışacak olan Marx ve Engels daha sonra bakış açılarındaki yanlışlığı tespit edeceklerdir.
Ancak oraya gelmeden önce, yukarıda ifade ettiğimiz bakış açısının kaçınılmaz olarak doğurduğu ikinci bir problemi daha açmak gerekiyor. Bu da ezilen ulusların kurtuluşunun reçetesini sınıf kavgasına bağlamanın kaçınılmaz olarak ezilen uluslar arasında da bir ayrım yapmayı gerektirdiğidir.
Marx ve Engels’in kavrayışındaki bu ilk hata ezilen uluslar arasında bir ayrım yapmalarına da sebep oldu:
Gerek Marx ve Engels’in bu dönemde yazdıklarına, gerekse Komünistler Birliği’nin pratiğine bakacak olursak, 1848 devrimleri patlak verdiğinde, komünistlerin ezilen uluslara farklı farklı yaklaştığını görürüz.
Buna göre komünistler Almanya’daki, Polonya’daki, Macaristan’daki ve İtalya’daki ulusal kurtuluş mücadelelerini haklı ve meşru görmekte ve savunmaktadırlar. Ancak diğer tarafta Çeklerin, Slovakların, Hırvatların ve Sırpların talepleri gerçekçi ve proleter devrime hizmet edebilecek nitelikte bulunmamaktaydı. Bu nedenle bu mücadeleler ne meşru görülüyor ne de destekleniyordu. Hatta bu gibi pratik konularda daha çok yazmak zorunda kalan Engels sık sık bu halkların ulus olmadıklarını iddia etmekteydi.
Marx ve Engels’in böyle bir tutumu almalarında, 1848 devrimleri sırasında hangi ulusların burjuva devriminden yana tutum aldığı, hangi ulusların ise burjuva devrimlerinin karşılarına aldığı monarşilerin ve imparatorlukların güdümünde kalarak bu devrimlerin karşısında yer aldığının da önemli bir rolü vardır. Marx ve Engels burjuva devrimlerinin sürdürülerek bir proleter devrime yol açacaklarını savunduklarından dört büyük ezilen ulusun mücadelesini desteklerken, kendi başlarına kaldıkları için “gerici” imparatorlukların ya da monarşilerin güdümünde kalan ulusal hareketleri desteklemiyorlardı. Örneğin Almanya’da Prusya monarşisine karşı verilen bir burjuva devrimi mücadelesi yükselirken, Çek milliyetçiliği Rus yanlısı bir çizgide hareket ediyordu. Marx ve Engels de Almanya’nın mücadelesini meşru görürken Çeklerin mücadelesini gerici buluyorlardı. Ya da Macarlar bir yandan burjuva devrimi için mücadele ederken, Macarlar tarafından bastırılan Hırvatlar Habsburg monarşisinin yanında yer alıyordu. Komünistler de o tarihlerde, proleter devrimin çıkarı için, Macarların desteklenmesi gerektiğini düşünüyor ve Hırvatların mücadelesinin ise gerici olduğunu savunuyorlardı. Benzer bir şekilde Slavların mücadelesi hiç bir zaman meşru görülmedi ya da desteklenmedi.
Aslında Marx ve Engels’in bu dönemdeki bu yanlış bakış açısı sadece ulusal sorunlar için geçerli değildi. Aynı zamanda bu dönemde burjuva devletler arasındaki gelişmeleri de “ilerici-gerici” çizgisinde ele alıyorlardı. Bir coğrafyada burjuvazinin ya da daha “ilerici” güçlerin hakim olmasını orada proleter devrimin olgunlaşması açısından olumlu gördüklerinden bu hareketleri destekliyorlardı. Bu kavrayışın da bugün açısından yanlış olan belli tutumlara neden olduğu açıktır. Örneğin, 1848 Ocak ayında Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesi üzerine o sıra Northern Star gazetesinin Paris muhabiri olan Engels, bu konuda Fransız işgalinin olumlu bir gelişme olduğu yolunda bir değerlendirme yapmıştır. Çünkü bu gelişmelerin Cezayir’deki üretici güçleri, dolayısıyla sınıf kavgasını hızlandıracağını düşünmekteydi.
Yine bu yıllarda, ABD’nin Meksika’yı işgal etmesi üzerine (1847-1848) Marx ve Engels, ABD işgalinin Meksika için daha hayırlı olacağı; “enerjik yankilerin” “Kaliforniya’yı geliştirmek bakımından” “tembel Meksikalıların” yapmak isteyebileceklerinden ve yapabileceklerinden daha fazlasını yapacaklarını söylüyorlardı.
1860’lı yıllardan itibaren Marx ve Engels’in ulusal sorun üzerine olan yanlış bakış açısı değişmiştir:
Ancak Marx ve Engels’i sadece 1848 yıllarında yazdıklarıyla değerlendirmek doğru değildir. Çünkü bu yanlış tutumun farkına varan Marx ve Engels 1860’lı yıllardan itibaren ulusal soruna ilişkin görüşlerini değiştirmişlerdir. Bunda temel olarak 1848 devrimlerinin yenilgisinin muhasebesinin çıkarılması, ve Komünist Manifesto’da belirtilen ‘ulusal sorunun çözümünü proleter devrimler’e bağlayan görüşün terk edilmesi vardır.
Marx ve Engels 1848 devrimlerinin neden yenildiğinin muhasebesini çıkarırken ulusal sorunun, proleter devrimler için oluşturduğu devrimci ve hayati potansiyeli fark etmişler ve bu noktadan itibaren Komünist Manifesto’ya yansıyan görüşlerini terk etmişlerdir. Dolayısıyla bu noktadan itibaren Marx ve Engels ‘ileri-geri’, ‘medeni-barbar’ kategorilerini terk etmiş, devrimin olmazsa olmaz koşullarından birisinin de ‘ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesi’nden geçtiğini tespit etmiş, ‘ezen ulus özgür olamaz’ şiarının gerektirdiği politik pratiği benimsemişlerdir.
Değişikliğin İlk Örnekleri: Cezayir ve ABD Örnekleri
Bunun değişikliğin ilk örneklerinden birisini 1857 yılında Engels’in Fransa’nın Cezayir’i işgali üzerine yaptığı değerlendirmelerde bulmak mümkündür. Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından bir ay önce Fransa’nın Cezayir’i işgalini ‘ilerici’ bir gelişme olarak Engels, 1857’de bu görüşü tamamen terk etmiştir. Engels’in 1857 yılında ‘American Cyclopedia’ adlı bir ansiklopediye yazdığı ‘Cezayir’ isimli makale bu konuda aydınlatıcıdır. Çünkü Engels bu makalede sadece Fransızların vahşi yöntemlerini kınayıp teşhir etmekle kalmamış, Berberilerin direnişini de açıkça desteklemişti.
Marx’ın eski bakış açısını terk ettiğinin en net örneklerinden birisi de Kapital’de (1867) görünür. Kapital’in 1. cildinde, ‘Çalışma Günü’ başlığı altında Marx şunu yazmıştır: “kara derililerin damgalandığı bir yerde beyaz emekçiler kendilerini kurtaramaz”.
Ezen ulus özgür olamaz şiarının paralel bir ifadesi olan nu bakış açısıyla, Amerika’nın Meksika’yı ilhak ettiği dönemde Marx’ın aldığı tutum arasında taban tabana bir zıtlık olduğu açıktır. Ancak bu örnekler, Marx ve Engels’in görüşlerindeki değişikliğin örneklerini vermekle birlikte, Marx ve Engels’in ulusal soruna bakışındaki değişikliği anlatmak noktasında yetersizdir. Bu yüzden Marx ve Engels’in 1860 sonrasında Polonya meselesi üzerine ve asıl olarak İrlanda sorunu üzerine yazdıklarını dikkatle incelemek gerekir.
Marx ve Engels Polonya Sorununu Devrimci Bir Tutumla Ele Almışlardır
Daha önce Marx ve Engels’in Polonya sorunu üzerine yaptığı konuşmaları ve Komünistler Birliği’nin Manifesto’ya yansıyan bakış açısını aktarmıştık. Burada Polonya’nın bağımsızlığı önemsenmekte ancak Polonya ancak İngiltere’den özgürleştirilebilir, yani Polonya’nın bağımsızlığı için sınıf kavgasının kazanılması şarttır deniliyordu.
Marx ve Engels’in bakış açılarındaki bu değişikliğin en çarpıcı bir şekilde görüldüğü yer, Birinci Enternasyonal’in açılış toplantısıdır. İlginç bir şekilde, Fransız devrimci geleneği ile Marksizmin ikinci enternasyonal buluşma noktası olan Birinci Enternasyonal Polonya ile olan bir dayanışma toplantısında ilan edilmiştir.
Marx’ın Birinci Enternasyonal’in kuruluşunda yaptığı konuşma, Birinci Enternasyonal’in programını da belirleyen etkili bir konuşmadır. Burada Marx, Polonya sorunu üzerine de şunları söyler:
“Polonya’nın parçalanıp paylaşılması üç büyük despotik askeri gücü (Prusya, Avusturya ve Rusya) birbirine bağlayan harçtır. Yalnızca Polonya’nın yeniden doğuşu bu bağları koparıp, Avrupa halklarının toplumsal kurtuluşunun önündeki en büyük engeli ortadan kaldırabilir… Avrupa İşçi Partisi Polonya’nın kurtuluşunun belirleyici bir önem taşıdığı kanısındadır; Enternasyonal İşçi Derneği’nin ilk programı da Polonya’nın yeniden birleşmesini işçi sınıfının bir siyasal hedefi olarak tanımlar. Peki, Polonya’nın kaderine işçilerin partisinin böyle özel bir ilgiyle yaklaşmasının nedenleri nedir?… Her şeyden önce, kendisini ezenlere karşı bitmez tükenmez ve kahramanca bir kavgayla kendi kaderini tayin etme ve ulusal özerklik elde etme konusunda tarihsel haklılığını kazanmış bulunan bu baskı altındaki halka olan sempati gelmektedir, kuşkusuz. Enternasyonal işçi partisinin Polonya ulusunun kurulması için can atıyor olmasında en ufak bir çelişki yoktur. Tam tersine; ancak Polonya bağımsızlığını tekrar kazandıktan ve özgür bir halk olarak kendi kendini yönetebilmeye başladıktan sonra; ancak bundan sonra kendi iç gelişmesi tekrar başlayabilir ve böylece Avrupa’nın toplumsal dönüşümüne bağımsız bir güç olarak katılabilir.”
Marx bu konuşmasını «Polonya’nın Avrupa’da bir tek müttefiki olabilir: işçilerin partisi. Yaşasın Polonya!» diye bitirmiştir. Burada, Marx Polonya’nın bağımsızlığını desteklemek gerektiğini söylemekle kalmıyor aynı zamanda Polonya’da proleter bir devrimin olabilmesi için de bağımsız olması gerektiğini savunuyor. Yani sınıf kavgasının kazanılabilmesi için ezilen ulusların özgürlüğü savunulmalı ve desteklenmelidir diyor. Aynı zamanda Avrupa’daki toplumsal kurtuluşunun önünde – yani devrimin önünde – bir engelin olduğunu, Avrupa’nın üç büyük despotik gücünü bağlayan ortak bir harcın olduğunu bu harcın da Polonya’nın esareti olduğunu ifade ediyor. Bu engelin de ancak Polonya’nın bağımsızlığıyla ortadan kalkabileceğini savunuyor.
İşte Birinci Enternasyonal belgelerine yansıyan bu tutum, komünistlerin ulusal soruna nasıl bakması gerektiğine dair referans olabilecek bir tutumdur. Polonya örneğini Kürdistan örneğine dönüştürerek bu bakış açısının bugün için neden hala güncel olduğunu daha net bir şekilde anlamak mümkündür.
Bugün Marx’ın ulusal soruna dair bakış açısındaki bu değişikliği hasır altı ederek, Manifesto’ya yansıyan tutumun arkasında sığınanlar bu sorun hakkında şunları söylemektedir: “Kürdistan sorunu elbette önemli bir sorundur. Biz komünistler hiç bir ulusun başka bir ulus altında esir olmasını savunmayız. Ancak Kürt ulusunun bağımsız olabilmesi için Türkiye’de, Irak’ta, İran’da ve Suriye’de işçi sınıfının devrim yapması gerekmektedir. Bu nedenle de Kürdistan’daki işçilerin ve emekçilerin de bu mücadelede güçleri bölmek yerine, bu sınıf mücadelesine destek vermeleri, yani kendi ulusal mücadeleleri yerine, buradaki sınıf kavgasına destek olmaları gerekmektedir. Devrim gerçekleşince, zaten Kürdistan diye bir sorun da ortadan kalkacak…”
Bugün pek çok sosyal şoven siyasetin benimsediği tutum budur: Ancak Birinci Enternasyonal’in kuruluş toplantısında Marx’ın benimsediği ve benimsettiği tutum ise bunun tam tersidir. Buna göre Türkiye’de, Irak’ta, İran’da ve Suriye’de proletaryanın kendisini özgürleştirecek devrimi yapabilmeleri için bu devletleri bir arada tutan harcın ortadan kalkması, yani Kürdistan’ın özgür olması hayati önemdedir. O yüzden bu topraklardaki emekçiler, Kürdistan’ın bağımsızlığını desteklemek zorundadırlar. Kürdistan’da proleter bir devrimin oluşabilmesi için de önce bu toprağın bağımsız olması gerekmektedir.
Aradaki fark bir ayrıntı değildir. Bu iki ifade ulusal soruna bakış açısında birbirine taban tabana zıt iki farklı bakış açısını ifade etmektedir.
Birinci Enternasyonal’in İrlanda Sorununa Yaklaşımı Komünistler için Bulunmaz Bir Örnektir
İkinci olarak, Marx ve Engels’in ulusal sorun hakkındaki bu doğru bakış açısının Polonya ile sınırlı kalmadığını ifade etmek gerekir. Bunun en çarpıcı örneği İrlanda sorununa bakış açısında kendisini gösterir. Marx’ın ve Engels’in İrlanda sorununa bakışı çok net ve aydınlatıcıdır. Bu bakış açısı aynı zamanda Birinci Enternasyonal’in dağılmasına da vesile olacak bir saflaşma ve ayrışma sürecini tetikleyecektir. Nihayetinde Birinci Enternasyonal’deki diğer akımlar İrlanda konusunda Marx’ın ve Birinci Enternasyonal yürütme komitesinin de benimsediği tutumu benimsemeyeceklerdir.
Birinci Enternasyonal Genel Konseyi, 28 Mart 1870 tarihinde, gizli bir genelge yayınlar. Genelgeyi Genel Konsey adına, Enternasyonal’in dönem sözcülüğünü yapan Alman seksiyonunun sekreterliğini yapan Marx kaleme almıştır. Ve bu Almanya’daki partiye iletilmesi için Dr. Ludwig Kugelmann’a verilir. Toplam 5 maddeden oluşan genelgenin son maddesi Birinci Enternasyonal Genel Konsey’in “İrlanda sorunu üzerine” olan bakış açısını anlatır:
İngiltere, toprakbeyliğinin ve Avrupa kapitalizminin kalesiyse, resmi İngiltere’ye gerçekten ağır bir darbe indirilecek tek nokta İrlanda’dır. Birincisi, İrlanda İngiliz toprakbeyliğinin kalesidir. Eğer İrlanda’da yenilgiye uğrayacak olursa, İngiltere’de de yenilir. Bu, İrlanda’da yüz kez daha kolaydır, çünkü oradaki iktisadi mücadele tamamıyla toprak mülkiyeti üzerinde yoğunlaşmıştır, çünkü bu mücadele aynı zamanda ulusaldır, ve çünkü oradaki halk İngiltere’de olduğundan daha devrimci ve öfkelidir. İrlanda’daki toprakbeyliği salt İngiliz ordusuyla sürdürülmektedir. İki ülke arasındaki zoraki birlik sona erdiği anda, İrlanda’da, derhal, modası geçmiş biçimler içerisinde olsa bile, bir toplumsal devrim patlak verecektir. İngiliz toprakbeyliği yalnızca büyük bir servet kaynağını yitirmekle kalmayacak, en büyük manevi gücünü, yani İngiltere’nin İrlanda üzerindeki egemenliğini temsil etmeyi de yitirecektir. Öte yandan, İngiliz proletaryasının kendi toprakbeylerinin İrlanda’daki gücüne dokunmaması, bu toprakbeylerini İngiltere’de de yenilmez yapmaktadır.
İkincisi, İngiliz burjuvazisi yoksul İrlandalıları göçe zorlayarak İngiltere’deki işçi sınıfını baskı altında tutmak üzere İrlanda’nın yoksulluğunu sömürmekle kalmamış, proletaryayı iki düşman kampa da bölmüştür. Keltli işçinin devrimci ateşi ile, sağlam ama yavaş olan Anglo-Sakson işçinin karakteri birbirini tutmaz. Tersine, İngiltere’deki bütün büyük sanayi merkezlerinde İrlanda proletaryası ile İngiliz proletaryası arasında derin karşıtlıklar vardır. Ortalama bir İngiliz işçisi, ücretleri ve yaşam düzeyini düşüren İrlandalı işçiden, rakip olarak, nefret eder. Ona karşı ulusal ve dinsel antipati besler. Ona, Kuzey Amerika’nın Güney devletlerindeki yoksul beyazların zenci kölelerine baktıklarına benzer bir gözle bakar. İngiltere’nin proleterleri arasındaki bu karşıtlık, burjuvazi tarafından yapay olarak beslenmekte ve desteklenmektedir. Burjuvazi, kendi iktidarını sürdürmesinin gerçek sırrının bu bölünme olduğunu biliyor. Bu karşıtlık Atlantik’in öte yakasında da yineleniyor. Kendi topraklarından öküzler ve koyunlar tarafından sürülüp çıkartılan İrlandalılar, nüfusun çok büyük, durmadan büyüyen bir kesimini oluşturdukları Kuzey Amerika’ya toplaşıyorlar. Tek düşünceleri, tek tutkuları, İngiltere’ye besledikleri kindir. İngiliz ve Amerikan hükümetleri (ya da bunların temsil ettikleri sınıflar), Birleşik Devletler ile İngiltere arasındaki üstü örtülü mücadeleyi sürdürmek için bu duyguları istismar ediyorlar. Böylelikle, Atlantikin her iki yakasındaki işçiler arasında içten ve kalıcı bir ittifakı, ve dolayısıyla onların kurtuluşlarını engelliyorlar.
Dahası, İrlanda, İngiliz hükümetinin büyük bir düzenli ordu beslemesi için tek bahanedir; ki bu ordu, gerektiğinde, daha önce de olduğu gibi, askeri eğitimini İrlanda’da tamamladıktan sonra İngiliz işçilere karşı kullanılabilir. Son olarak, İngiltere, bugün, eski Roma’da devasa boyutlarda olmuş olan şeyin bir yinelenmesini görüyor. Bir başka ulusu ezen her ulus, kendisini zincire vurur.
Demek ki, Uluslararası Birliğin İrlanda sorunu karşısındaki tavrı çok açıktır. Gereksindiği ilk şey, İngiltere’deki toplumsal devrimi teşvik etmektir. Bunun için de, İrlanda’da ağır bir darbe indirmek gerekir.
Genel Konseyin İrlanda affına ilişkin kararları, mevcut zoraki birliği (yani İrlanda’nın köleleştirilmesini), olanağı varsa, eşit ve özgür konfederasyona, gerekiyorsa, kesin ayrılmaya dönüştürmenin, uluslararası adaletten tamamen ayrı olarak, İngiliz işçi sınıfının kurtuluşu için bir önkoşul olduğunu pekiştirecek olan öteki kararlara bir giriştir ancak.”
Ulusal Mücadelelerin Desteklenmesi Proleter Devrimlerin Başarısının Bir Koşuludur
Birinci Enternasyonal genel konseyinin yayınladığı bu gizli genelge pek çok önemli noktaya parmak basmaktadır. Eskiden Marx ve Engels Polonya’nın ve Avrupalı ezilen ulusların kurtuluşunun anahtarının İngiltere’deki devrimde olduğunu ifade ediyorlardı. şimdi ise, İngiltere’deki devrimin anahtarının İngiltere’deki büyüyen ulusal sorunda olduğunu görüyor, ve İngiltere’nin özgür olabilmesi için İrlanda’nın özgür olması gerektiğini savunuyorlar.
Marx bu tespiti, 1860’lardan itibaren sık sık dile getirmiştir. “İngiliz sorununun çözüm anahtarı İrlanda’dadır; ve İngiliz sorunu da Avrupa sorununun çözümünün anahtarıdır” diye yazan Marx, benzer bir şekilde 1867 tarihli bir mektubunda Engels’e “(Eskiden) İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasının imkansız olduğunu düşünürdüm. şimdi ise bunun elzem olduğu kanısındayım” (Birinci Enternasyonal ve Sonrası Derlemesi içinde, Pelican Books, s.158) diye yazmıştır. Yine etkili bir örneği Marx’ın 1870’de Amerika’daki yoldaşları Meyer ve Vogt’a yazdığı şu mektuptan da görmek mümkündür. Marx bu mektupta, Birinci Enternasyonal genelgesindeki tespitleri aktarmaktadır:
“İrlanda sorunu üzerinde yıllardır yaptığım incelemeler iktidardaki sınıflara karşı kesin darbe (bütün dünyadaki işçi hareketi açısından kesin darbe) İngiltere’de değil, sadece İrlanda’da indirilebilir…. Sermayenin metropolü ve dünya pazarının şimdiye kadarki egemen gücü olan İngiltere, şimdilik işçi devrimi için en önemli ülkedir; üstelik bu devrimin maddi koşullarının belirli bir olgunluk düzeyine erişmiş bulunduğu tek ülkedir. Enternasyonal Emekçiler Derneği’nin sosyal devrimi İngiltere’de hızlandırmak istemesi bu yüzdendir. Ama buraya ulaşmanın biricik yolu İrlanda’nın bağımsızlığının sağlanmasıdır. Bu nedenledir ki, Enternasyonal İrlanda ile İngiltere arasındaki çatışmayı açıkça İrlanda’nın yanında yer alarak sürekli ön planda tutmalıdır. Londra’daki Merkez Konsey’in özel görevi şu olmalıdır: İrlanda’nın ulusal kurtuluşunun kendisi için soyut bir adalet yahut insaniyet sorunu olmayıp, kendi toplumsal kurtuluşunun birinci koşulu olduğu bilincini İngiliz işçi sınıfı arasında uyandırmak.”
ikinci olarak, Birinci Enternasyonal genelgesinde aynı zamanda ulusal sorunların yarattığı devrimci potansiyele dikkat çekiliyor: “Eğer İrlanda’da yenilgiye uğrayacak olursa, İngiltere’de de yenilir. Bu, İrlanda’da yüz kez daha kolaydır, çünkü oradaki iktisadi mücadele tamamıyla toprak mülkiyeti üzerinde yoğunlaşmıştır, çünkü bu mücadele aynı zamanda ulusaldır, ve çünkü oradaki halk İngiltere’de olduğundan daha devrimci ve öfkelidir.” ifadesi ulusal sorunların yarattığı devrimci potansiyelin altını çizmesi açısından önemlidir. Bu tespit Komünist Enternasyonal’de komünistlerin proleter devrimleri başarılı kılabilmek için aynı zamanda ulusal kurtuluş hareketlerine önderlik etmesi gerektiği tespitine de yol gösterecektir.
Üçüncü olarak, genelge, ulusal sorunların işçi sınıfını düşman kamplara böldüğünü ancak enternasyonal bir birlik için “ezilen ulusların özgür olması”nın neden önemli olduğu açıkça vurgulanıyor. Bu da soyut bir ‘halkların kardeşliği’ sloganının ötesinde bir stratejiyi ifade eder. Dünya halklarının gerçek kardeşliği için ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmanın önemini ifade eden bu bakış açısı aynı zamanda ulusların kendi kaderini tayin hakkı prensibinin enternasyonalizm anlayışının olmazsa olmaz bir parçası olduğunu göstermektedir.
Son olarak Birinci Enternasyonal’in söz konusu genelgesi ezen ulusların neden özgür olamayacağını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ulusal sorunların devam etmesi, ezen ulusların gerektiğinde işçi sınıfının ayaklanmasını bastıracak bir orduyu güçlendirmekte ve sürekli kılmaktadır. Üstelik ulusal sorunun varlığı, işçi sınıfının da bölünmesine sebebiyet vermektedir. Sosyal şovenlerin iddialarının aksine, işçi sınıfının devrim için yönlendirilmesi ancak ve ancak komünistlerin ulusların kendi kaderini tayin hakkını da savunmasıyla mümkündür.
Ulusal Soruna Komünistlerin Nasıl Yaklaşmaları Gerektiği Bugün Tahrif Edilmeye Devam Ediyor
Birinci Enternasyonal genelgesine yansıyan bu görüş Marx’ın ve Engels’in ulusal sorun konusunda vardığı nihai tutumu yansıtmaktadır. Ancak bu görüşün Komünist Manifesto’da yer almadığı da açıktır. Komünistler Birliği’nin yerine kurulan Birinci Enternasyonal’in belirtilen bu tutumu tamamen benimsediği de doğru değildir. Aksine, Marx’ın Enternasyonal içindeki son zorlu mücadelesinin de en önemli konularından biri bu olmuştur. Zira İngiltere’de işçi aristokrasisinin temsilcisi durumundaki sendikalistler Enternasyonal içinde bu tutuma şiddetle karşı çıktılar. Proudhon’cular zaten baştan beri (Fransız milliyetçiliği dışındaki) ulusal hareketlere karşı duyarsız hatta karşıt bir tutum içindeydiler; Lassalle’cılar sadece Alman ulusallığını önemsemekte; dolayısıyla Polonya konusunda ters bir konumda bulunmaktaydılar. Bakunin’ciler de benzer nedenlerle aynı konumdaydılar. Dolayısıyla marksistlerin ulusal sorun konusunda netleşmesi, Birinci Enternasyonal içinde bir saflaşmayı ve ayrışmayı da getirdi. Böylece ulusal soruna ilişkin tutum aynı zamanda enternasyonalist komünizmin ulusal komünizmden sıyrılması ve Komünist Manifesto’nun temel bir kusurunun giderilmesi anlamına geldi.
Ne yazık ki, bu ideolojik-politik ayrışmanın Birinci Enternasyonal’in dağılmasıyla bir arada gelişmesi nedeniyle bu enternayonalist çizginin yakalanması uzun süre mümkün olmadı. Bu noktadaki süreklilik de, Manifesto’nun geleneğine yeniden bağlanmak üzere İkinci Enternasyonal’in sosyal şoven çizgisinden koparak Komünist Enternasyonal’i kuranlar tarafından sağlandı. Bugün Komünistlerin ulusal soruna bakışı tahrif ediliyor. Bu nedenle aynı görev bugün komünistlerin önünde duruyor.