KöZ’ün Sözü: Ekmeleddin’e ve Tayyip’e verecek oyumuz yok!

0

 

Bu yazı Ağustos 2014 tarihli Köz gazetesinin 37. sayısında yayımlanmıştır.

Demokratik haklar için mücadele edenler sadece Demirtaş’a oy vermeli

Diğer iki gerici adayı boykot etmelidir

Yerel seçimlerde büyük ölçüde Kürt seçmenden aldığı oylar sayesinde sert bir düşüşten kurtulan AKP hakkındaki yolsuzluk dosyaları rafa kalktı. Bunun ardından “çözüm sürecinin” nasıl seyredeceği merak edilirken Soma’daki madenci katliamı bir süre gündemi işgal etti. Ama bu katliamın birinci dereceden sorumlusu olan AKP hükümetine karşı Soma’daki madencilerle ailelerinin ve genel olarak bu katliamın hesabını sormak isteyen geniş bir kitlenin ülkenin her yanında yükselen tepkileri buluşturulamadı. Bir yanda CHP’nin kitleleri sürekli sokağa çıkmamaya ve itidale davet eden tutumunun, bir yanda da hükümetin pervasızca seferber ettiği polisin sert tutumunun katkısıyla, AKP kritik yerel seçimlerin ve hükümeti sarsamayan 1 Mayıs eylemlerinin hemen peşinden gelen bu dönemeci de kazasız belasız atlatmış oldu.

Kuşkusuz bu sonucun asıl ve belirleyici nedeni vadesi dolmuş AKP’nin herhangi bir marifeti değildir. Daha ziyade, hükümete karşı tepkilerin sokaktan yükselen bir eylemli muhalefet hareketine dönüşmesi için irade ortaya koyan etkili bir siyasi öznenin hâlâ sahnede olmayışıdır. Böyle bir özne olmak için her türlü nesnel koşula sahip olan HDP/BDP bütün elverişli koşullara ve zaman zaman bu yönde niyet bildirmelerine rağmen, muhalefeti parlamenter kanallardan ve medya üzerinden yapmak suretiyle etkinlik alanını daraltmaya, dar tutmaya devam etti ve etmektedir. Öcalan’dan gelen ve gerek karakol/kalekol protestolarını gerekse de son zamanlarda kendini gösteren asayiş ve denetim etkinliklerini sınırlamaya yönelik son mesaj da bu yöndedir. Bu mesajın doğrudan muhatapları kendileri olmasa da, BDP/HDP’nin bu doğrultudaki tutukluğunu pekiştirmeye katkı yapacaktır.

Nitekim Soma katliamı hükümete karşı yeni bir kitlesel başkaldırı hareketinin tetiklenmesi için elverişli bir iklim sunduğu halde, HDP/BDP Gezi’den arta kalan dinamiklerle Soma katliamına karşı yükselen tepkileri ve Kürdistan’da karakol/kalekol inşaatlarına karşı protesto eylemlerine karşı sert müdahalelere, Rojava sınırındaki saldırılara karşı yükselen tepkileri buluşturup sokakta eylemli bir muhalefet hareketi oluşturmaya yönelik bir inisiyatif gösteremedi.

Çatışmasızlık Kitlesel Protesto Eylemlerinden Uzak Durmayı Gerektirmez

Adeta “çözüm sürecine” endeksli çatışmasızlık tutumu aynı zamanda hükümete karşı sokaklardan yükselen kitlesel muhalefet eylemlerini de kapsamak zorunda imiş gibi bir tutum BDP/HDP cephesindeki davranış ve yönelimleri belirlemektedir. Oysa hükümet hala büyük ölçüde Kürt seçmenin oyuna mahkûm olduğu halde genel olarak Kürt seçmenler ve HDP/BDP de sanki bir çözüm müzakeresi için AKP’ye mahkûm oldukları yanılsamasından hâlâ kurtulabilmiş değillerdir.

Oysa AKP’nin herhangi bir çözüm planı olmadığı açıktır. Zaten Erdoğan kendi inisiyatifiyle bu sürece girmiş değildir. Açlık grevlerinin yayılması ve kitlesel bir harekete dönüşmesi ihtimali karşısında bunun önünü almak için Öcalan’ı kerhen muhatap almak zorunda kalmıştır. Ama o gün bu gündür bu muhataplık ilişkisi herhangi bir çözüme ulaşmak üzere bir sonuç vermemiştir. BDP’nin etkisi altındaki kitlenin hükümet karşıtı bir eylemliliğe girmesini önlemek ve AKP’den başka bir hükümetin Kürt sorununa çözüm bulamayacağı kandırmacasının sürmesine hizmet etmekten başka bir sonuç vermiş değildir.

Erdoğan, Öcalan’la dolaylı bir biçimde muhatap olmayı kabullenmek zorunda kalmış ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin arifesine kadar bu ilişkiyi resmîleştirmeden kurumlaşmış ve yasal bir çerçeveye oturtulmuş bir müzakere süreci haline getirmeden sürdürmeyi becermiştir. Gezi Ayaklanması başta olmak üzere hükümete karşı her hareketi, hatta Soma’daki madenci katliamına karşı yükselen tepkileri ve Reyhanlı’da kendi beslemelerinin yaptığı katliamı bile “çözüm sürecini engellemeye yönelik tertipler” olarak göstermeyi başarmıştır.

Hükümet kendisini tehdit eden her gelişmeyi “çözüm sürecini engelleme girişimi” olarak açıklamayı adet edinmiştir. Böylelikle kendisini bu sürecin tek teminatı olarak yutturmak istemektedir. Hâlâ ne olduğu açıkça tarif edilemeyen “çözüm sürecini” kendi geleceğini güvence altına almanın temel mekanizması olarak kullanmaktadır. Varlığının ve bekasının yegâne teminatı olarak yaklaşmakta değildir. Öyle olsaydı bu noktada özen gösterme konusunda en çok gayreti gösterenin AKP hükümeti olması gerekirdi. Hâlbuki hükümet adeta zoraki oturduğu bu masadan kalkmak için neredeyse en olmayacak şeyleri yapmayı göze almaktan çekinmemektedir.

PKK tarafından atılan tek yönlü adımlara, çatışmasızlık kararına bir kısım gerillanın sınır dışına çekilmiş olmasına karşılık hükümet herhangi bir adım atmış da değildir. Hatta bu gelişmeleri adeta böyle bir görüşme yokmuş ve AKP’nin zaten ilan etmiş olduğu kimi düzenlemelerin kendi benimsediği takvime göre yapıldığını söylemeye devam etmektedir.

Kuşkusuz gelinen noktada İmralı’daki görüşmelerin nihayet meclisin gündemine gelmiş olması ve öyle ya da böyle bir yasal çerçeveye kavuşmuş olması önemlidir. Ama “Çözüm Yasası” diye anılan yasanın adı bile “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”dur. Bir başka deyişle bu yasa “Kürt sorunu yoktur; terör sorunu vardır” teranesinin tekrarı ve “çözüm süreci” sosuyla kabul ettirilmesidir. Bir başka deyişle sürecin asıl inisiyatifi kendisinde olmadığı halde hükümet süreci kendi ifadeleriyle ve kendi çıkarları doğrultusunda istismar etmeye devam etmektedir.

AKP ve Erdoğan bir yandan çatışmasızlık sürecini kendi gayretleriyle sağladıklarını öne sürerken, karakol/kalekol yapımlarını hızlandırarak sürdürmekte, bunlara karşı barışçıl protesto eylemlerine gerçek mermilerle müdahale edip katliamlar yapmakta, bu katliamları protesto edenlere de aynı sertlikle müdahale ederek benzer sonuçların doğmasına neden olmaya devam etmektedir.

Hükümet eli kanlı IŞİD militanlarının mekik dokuduğu Suriye sınırından geçerek can havliyle Kuzey Kürdistan’a sığınmak isteyen Rojavalı mültecileri de katletmekten çekinmeyip, Roboskili ailelerin kaybettiklerine ulaşmak için sınıra yaklaşmalarına bile sert biçimde müdahale etmekte tereddüt etmemektedir. Ama hükümete karşı yönelen herkesi ve her gelişmeyi “çözüm sürecini engellemekle” suçlamayı adet edinmiş olan da Tayyip Erdoğan’dan başkası değildir.

Bir yandan artık evlere cenaze gelmediğini ısrarla ileri süren Erdoğan, ardındaki medya desteği ile bu yalanı herkese yutturmaktadır. Oysa o gün bugündür Türkiye’nin dört bir yanında ve bilhassa Kürdistan’da da evlere cenazeler gelmeye devam etmektedir. Bilhassa Kürdistan’ın güney batı parçası olan Rojava’da bu katliamlar AKP’nin besleyip desteklediği IŞİD çeteleri eliyle tam da bu sözüm ona “çözüm süreci” ilerlerken artmaktadır.

Bütün bunlar olurken ve hâlâ nasıl “çözüm süreci”nden söz edilebileceğini anlamak güçtür. Nitekim bir süredir gerek KCK tarafından gerekse de HDP/BDP cephesinden sık sık bu soru dile getirilmiş ve bu şartlarda artık bir “çözüm süreci”nden bahsedilemeyeceğine dair beyanlar da yapılmıştır. Keza Abdullah Öcalan da zaman zaman bazı şartlar ileri sürmüş ve bunlar yerine getirilmediği takdirde bu süreçte herhangi bir rolünün olamayacağını beyan etmiştir. Ne var ki hükümet ne zaman sıkışsa veya ne zaman gerek görse, kendisinin uygun gördüğü bileşenlerle bir İmralı görüşmesi yapılmakta, HDP yahut BDP vekilleri İmralı-Kandil¬ hattında özel ulak misyonuyla çıkmaktadır.

Bu tuhaf durumun başlıca nedeni hükümetin hiçbir aşamada inisiyatif kullanan ve bu süreci benimseyen taraf olmadığı halde, KCK ve BDP/HDP cephesinin baştan itibaren ve bir bütün olarak bu sürece angaje olduklarını ilan etmiş olmalarında yatmaktadır. Öyle ki bu nedenle AKP herhangi bir yükümlülük altına girmemişken Kürt tarafı ve onları destekleyenler her seferinde “çözüm sürecine” bağlılıklarını tekrar tekrar ilan ve ispat etmeye zorlanmaktadır ve sık sık bu süreci tehlikeye sokmakla suçlanan taraf da bu taraftır.

Çelişki Kürt Tarafının “Çözüm Sürecine” Kayıtsız Şartsız Bağlı Olmasından ve İnisiyatifi Kendi Eliyle Erdoğan’a Bırakmasından Kaynaklanıyor

Masanın bir tarafında bütün bileşenleri ve destekçileri tarafından tek müzakereci kabul edilen Abdullah Öcalan varken öteki taraf olması gerekenler tek parça değildir. Devletin bütün kurumları bir bütün olarak bu süreçte değildir; muhalefet partileri bu süreci desteklememektedir. Hatta AKP’nin içinde özellikle de seçmen tabanında bu yönde tek bir tutum ve görüş yoktur.

Bu durumu kendi lehine bir koz olarak kullanan Erdoğan bu bölünmüşlüğü bahane ederek somut adım atmamakta ısrar etmektedir. Sürecin yürümesi için kendisinin daha güçlü olması gerektiğini öne sürüp bu konuyu hala bir seçim şantajı olarak kullanmaktadır. Kürtlerden koşulsuz bir destek talep edip bunu sağladıkça daha pervasız ve daha saldırgan hale gelen AKP, buna rağmen kendini çözüm için tek seçenek olarak dayatmayı sürdürmektedir.

Müzakere masasına gönüllü olarak ve kendi gücüyle oturan taraf bu sürecin adeta mahkûmu olmuş, kerhen masaya oturan ve hükümette kalabilmek için (ve Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkarmak için) Kürt seçmeninin oylarına muhtaç olan AKP onları bu süreç sayesinde adeta rehin almış durumdadır.

Kürtlerin ve onlarla dayanışma içinde olanların çoğunun herhangi bir çözüme ulaşmak için AKP’den başka bir muhatap olamayacağına inanmış olmaları bir yanılgıdır. AKP hükümeti sokaktan yükselen bir eylemli muhalefetin gücüyle alaşağı edildiği takdirde aynı güçle herhangi bir hükümetin aynı masaya oturtulmasının imkân dâhilinde olduğunun görülmesine engel olan, bu yanılgıdır. Hâlbuki en son Irak’taki durumun ve onu takiben Rojava’daki gelişmelerin yarattığı konjonktür hesaba katıldığında, bu olasılık AKP’yle sağlanacak bir çözüm hayalinin gerçekleşmesinden çok daha olasıdır.

Ne var ki, bugüne kadar kendini tek seçenek olarak dayatan AKP, Gezi Ayaklanması badiresini geride bırakırken, yolsuzluk krizini atlatırken ve son yerel seçimlerde de, “çözüm sürecini” kendi geleceğini güvence altına almak için istismar etmeyi başarabilmiştir. Şimdi de aynı mekanizmayı kullanarak Tayyip Erdoğan’ı Çankaya’ya taşıyıp postunu kurtarmasını sağlamanın peşindedir.

AKP’nin Sessiz Devrim Uydurmacası

Soma katliamının ardından hükümet için beliren sıkıntının atlatılmasının hemen ardından, Haziran ayının başında Diyarbakır’da organize ettiği Çözüm Çalıştayı ile AKP çözümden ne anladığını bir kez daha gösterdi. Basına kapalı olarak yapılan bu çalıştayda HDP/BDP cephesinden kimse yoktu hatta hükümeti alkışlamak üzere davet edilen katılımcılardan başka kimse de yoktu. AKP “çözüm sürecini” baştan beri yaptığı gibi esas muhataplarını muhatap almadan yürütmeyi sürdürüyordu.

Bu çalıştaydan kamuoyuna yansıyan yegâne şey AKP’nin 12 yıllık icraatlarını anlatan Sessiz Devrim kitabı oldu. Bu kitap da, çalıştayın kendisi de AKP’nin gündeminin başında Tayyip Erdoğan’ı Çankaya’ya taşımak olduğunu açıkça göstermektedir. Bu kitabın esasen son AKP kongresinde dağıtılan ve geleceğe ilişkin projeleri tarif etmekten çok geçmiş hakkındaki efsaneler üzerinden geleceğe dair sahte umutlar ekmeye dönük bir propaganda malzemesi olduğunu görmek zor değildir.

Sessiz Devrim kitabında Kürdistan’da yapılan ve yapılması planlanan karakol/kalekol inşaatları yanı sıra yurt, pansiyon, okul, cami, “sevgi evi” ve benzerlerinin yanı sıra “Sosyal donatı uygulamaları kapsamında” “15 milyon ağaç dikimi ve çalı peyzajı”ndan kıvançla söz edilmektedir. “TOKİ kapsamında yapımına karar verilen 341 karakoldan 275’inin inşaatları başlatılmış olup, 66’sı ise ihale aşamasındadır” diye müjdelenen bu saldırı planına karşı tepkilere hükümetin nasıl yanıt vermeye niyetli olduğunu görmek zor olmadı.

Bu çalıştayı takip eden süreçte Medeni Yıldırım’ın şehit düştüğü Lice’de iki Kürt genci daha kalekol yapımlarını protesto ederken askerin yaylım ateşiyle katledildi. Başka kentlerde de hem kalekolları hem de bu katliamı protesto eylemlerine güvenlik kuvvetleri sert müdahaleler yapmaya devam etti.

Öte yandan gerici IŞİD çetelerine mensup unsurların kâh cepheye gitmek üzere kâh tedavi vb. maksatla mekik dokuduğu Suriye sınırında Rojava’dan can havliyle kaçıp, kuzey Kürdistan’a sığınmak isteyenlere sınırda ateş açılmasına ve birçoğunun katledilmesine devam ediliyor. Roboskili ailelerin kaybettikleri yakınlarını ziyaret etmesi yönündeki girişimlere yönelik sert tedbirler de sürüyor.

AKP’nin bu saldırıları sürerken KCK ve HDP/ BDP cephesinden “çözüm süreci”nin tıkandığı yönündeki kim bilir kaçıncı açıklamayı takiben, Kürdistan’da sınırlı bir ölçüde de olsa kimi askerî ve denetim amaçlı eylemler başladı. Hükümet ve destekçileri kadar muhalefet partileri ve destekçileri hemen bu eylemlere bakarak “çözüm süreci”nin boşa çıktığı konusunda vaveyla kopardı; her iki kanat bilhassa suçu PKK ve HDP/BDP’ye atmakta birleşti. Ama belli ki bu yeterli değildi.

Bayrak Krizi IŞİD’in İndirdiği Bayrakla Sona Erdi

Lice’de bir garnizona giren ve hala aidiyeti bilinmeyen (HDP kendileriyle ilişkisi olmadığını ve kim olduğunu açıklayacağını bildirmişti) bir kişi gönderdeki bayrağı indirdi ve bir kıyamet koptu. Muhalefet, hükümet ve “çözüm süreci” yüzünden böyle bir aşağılanmayla yüz yüze kalındığını öne çıkardı. Erdoğan sorumluluğu karakol komutanının üzerine attı. Hükümet ve burjuva muhalefeti olaydan Kürtleri sorumlu tutma konusunda birleşti. İki koldan geliştirilen bu propagandanın hemen ardından daha önce de görülmüş olan eli sopalı taşlı kimi gruplar, yer yer Kürtlere yönelik saldırılar yapmaya başladı. Medya’nın da pompalamasıyla şovenizm dalgası yükseltildi.

Tam o esnada Suriye’den Irak’a geçip, Musul’u ele geçiren IŞİD’in kentteki tek diplomatik kurum olan TC konsolosluğuna girmesiyle gündem değişti. Binadaki 49 personel direnmesiz rehin alınmıştı. İlginçtir ki tıpkı İkinci Hava Kuvvetleri Garnizonunda olduğu gibi bizzat Erdoğan, Başkonsolosa direnmeden teslim olmaları talimatını vermişti. Üstelik bu kez vatan toprağı sayılan elçilik binası da bayrakla birlikte IŞİD’e teslim edilmişti.

AKP, kendisine karşı tutum almaya başlayan HDP ve BDP’yi Lice’de indirilen bayrağı bahane ederek “çözüm süreci”ni sabote etmekle bir kez daha suçlayıp hedef gösterirken, bu kez sus pus oldu. Lice’de bayrağı indiren terörist ilan edilmişken kendi yetiştirmesi IŞİD çetelerine hâlâ aynı sıfatla hitap etmeye asla yanaşmamakta hatta rehinelerin serbest bırakılmasını rica etmektedir.

O nedenle AKP’nin suskun kaldığı konsolosluk işgalini izleyen günlerde bayrak krizi CHP ve MHP tarafından pompalandı. Onlara yakın basın yayın organları bu kez bu olay üzerinden şovenizmi pompalamaya başladı. IŞİD’in ne olduğu ve nereden çıktığı üzerine açıklamalar yapanlar, bu onur kırıcı durumun sorumlusunun IŞİD’i bugüne kadar donatıp destekleyen AKP ve onun dış politikası olduğunu öne çıkardı. AKP’nin dış politikası yüzünden Türkiye’nin mezhep çatışmalarının içine ve Orta Doğu keşmekeşine sürüklendiğini öne çıkardı.

Ancak her ne hikmetse asıl tehlike Irak Kürdistan Federe devletinin bu vesileyle bağımsızlık ilan etme kararını açıklamasında görüldü. Muhalefet cephesinden bu gelişmeyle Güney Kürdistanlıların Türkmen topraklarına iyice yerleşeceğine dikkat çekildi. Türkmenleri katleden IŞİD’e karşı vaveyla koparanlar, Musul’dan geri dönüp Rojava’ya saldırılarını arttıran bu çete karşısında sus pus olup Rojava’nın ve Güney Kürdistan’ın Türkiye’nin bölünmesini tetikleyen dinamikler olduğunu söylemeye koyuldu. Her halükârda toplumda Kürtlere karşı şovenizm yükseltilmeye devam edildi. Muhalefet hem AKP’ye vurup hem de Kürt düşmanlığını pompalamak için bu gelişmeleri kullanmakta.

Besbelli IŞİD AKP’nin düşmanı değil, beslemesi ve müttefikidir; aralarında bir düşmanlık ilişkisinden ziyade bir işbirliği ve ortaklık ilişkisi olduğu çoktan beri sır değildir. Bilhassa Esad’a karşı mücadeleyi destekleme kılıfı altında El Nüsra’nın yanı sıra IŞİD’in bizzat AKP tarafından donatılıp Rojava’ya saldırtıldığı üstü örtülmeyen bir gerçektir. Bununla birlikte, tam sıkışık bir durumdayken AKP hükümetinin, IŞİD’i Musul’a yönlendirildiğini düşünmek ve bunun ardında bir tertip aramak akla ziyan olur. IŞİD Suriye’de BAAS güçleri ve PYD/YPG karşısında etkisiz kalmıştı. Fakat bu maksatla görülmemiş ölçüde maddi ve lojistik destekle donatılıp büyük güçleri çatısı altında toplamıştı. Bu çerçevede elde ettiği güçle IŞİD’in kendi planları doğrultusunda asıl doğduğu yere döndüğü daha makul bir izah olsa gerektir.

Açıktır ki, IŞİD Musul’a TC konsolosluğun basıp oradakileri rehin almak üzere gitmiş değildir. Ama Musul’daki yegâne diplomatik kurum da TC konsolosluğu idi ve belli ki bu müstahkem mevzi IŞİD’i içindeki diplomatik personelden daha fazla ilgilendirmektedir. Zaten ne IŞİD tarafından ne de Ankara’dan bir rehine pazarlığı olduğuna dair somut bir açıklama gelmiş değildir. Kesin olan, gelen yayın yasaklarından da anlaşıldığı üzere, bu sürecin şimdilik hükümetin aleyhine çalıştığı ve hükümetin bu sorunu sessizce gündem dışına öteleme gayretinde olduğudur.

Öte yandan Erdoğan’ın başka herhangi bir vesile ile olduğu gibi IŞİD’in TC konsolosluğunu basmasını Çankaya’ya giden yolda bir basamak olarak kullanmak üzere değerlendirmek için hazırlık yaptığını düşünmek daha doğru olur. Daha önce François Hollande’ın nükleer santral pazarlığı için Ankara’ya gelmişken talep etmesi üzerine IŞİD’in elindeki rehin Fransız gazeteciler nasıl “tereyağından kıl çeker gibi” evlerine dönmüş ise, bu sefer de Musul’daki rehinelerin benzer bir biçimde ve Erdoğan’ı bir kez daha kahramanlaştırmak üzere serbest kalacaklarından kuşku duymamak gerekir. IŞİD’in de hamisine bu bakımdan zorluk çıkarmayacağını düşünmek gerekir.

Mevcut durum Orta Doğu’da son Körfez savaşının ardından kurulan “Pax Americana’nın” yeniden ve bu sefer Obama’nın tarz ve üslubuna göre yeniden ele alınacağını göstermektedir. Bir zamanlar Orta Doğu’nun belirleyici aktörü olma iddiasını taşıyan Tayyip Erdoğan’ın bu süreçte herhangi bir rolü olmayacağı da anlaşılmaktadır. Bu gelişmelerin Erdoğan-Davutoğlu ekibinin hayallerini gerçekleştirmelerine zemin hazırlayacağına kafa yormak da boşuna olur. Zira o ekip Orta Doğu’nun kaderini tayin etmek üzere plan yapmaktan çok, kendi geleceklerini nasıl teminat altına alacakları konusuna yoğunlaşmış durumdadır. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesiyle ezberleri nispeten bozulmuş ve seçimlerde Erdoğan’ın alışılmış saldırgan üslubunu sürdüremeyeceği anlaşılmıştır. Bu şartlarda cumhurbaşkanlığı seçimlerini nasıl sonuçlandıracaklarını düşünmekte ve Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması halinde AKP’nin tek parça halinde kalmasını nasıl teminat alacaklarının hesaplarını yapmaktadırlar.

Bu aşamada bu gelişmelerin ne yönde ve nasıl gelişeceği Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki emekçilerin öncelikli konusu olmasa gerektir. Tıpkı AKP’nin yapmaya çalıştığı gibi, bu gelişmelerin Ağustos ayındaki seçimlerin seyrinde nasıl bir rol oynayacağı üzerinde durmak daha isabetli olur.

Erdoğan bu gelişmelerden kendi ikbali için ne yönde istifade edeceğini hesap etmektedir. Bu gelişmelerden hareketle Kürtleri bir kez daha nasıl yedeğine alacağının hesabını yapmaktadır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki emekçilerin çıkarlarını temsil etme iddiasında olanlar da Orta Doğu’daki bu gelişmelerden önümüzdeki seçim sürecinde nasıl yararlanabileceklerine kafa yormalıdır. Bu gelişmelerin rüzgârını arkalarına alarak seçim sonrası dönemde demokratik haklar mücadelesinin önünün açılmasını sağlamak üzere cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP ve rakipleri karşısında nasıl bir kampanya yürütüleceğine yoğunlaşmalıdır.

Muhalefetin adayının beklenen isimlerden biri olmaması, durumu değiştirecek değildir. Kaldı ki KöZ’ün arkasındaki komünistler bakımından bu sürpriz aday şaşırtıcı olmamalıdır. Zira öteden beri CHP’nin AKP’nin yedeği olduğu ve ABD emperyalizmi tarafından CHP’nin AKP’nin yerine hazırlandığını söylemekteydik. Ekmeleddin İhsanoğlu bu bakımdan en tipik isimlerden biridir. Her ne kadar Erdoğan “paralel aday” sıfatını yakıştırmamış olsa da, İhsanoğlu AKP/Cemaat çatışması denen çatışmada Cemaat neyi temsil ediyordu ise, onu temsil edebilecek en tipik isimdir. İslam ve Türklük konusundaki akademik şöhreti bir yana, Cemaatle daima yakın ilişkiler içinde olmuş, uluslararası kurumlarda kritik pozisyonlara gelmesi de ABD’nin İslam dünyasına ilişkin planlarıyla beraber gündeme gelmiştir. Üstlendiği kritik görevlerde daima ABD emperyalizmi ile yakın ve sıkı ilişkiler içinde olmuş ve daima bu çizgide kalmaya özen göstermiş sözüm ona “siyaset dışı” bir figür olmuştur. Erdoğan ile Sisi’nin darbesi konusunda karşıt tutumlarda olmasıyla da yolları en açık bir biçimde ayrılmıştır. ABD modeli ılımlı İslamcı aday rolüne İhsanoğlu’nun IŞİD’le içli dışlı Erdoğan’a göre daha yakın olacağı açıktır. Zaten bu istikamette açıklamalar gecikmemiştir.

Bununla birlikte, İslamcı kimliği ile CHP’ye yakıştırılamayan İhsanoğlu’nun asıl Türk milliyetçisi şoven kimliğinin öne çıktığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Yıllarca Türkeş’in danışmanlığını yapmış ve MHP kadrolarıyla yakın bir teşriki mesaide bulunmuş olan çatı adayının esasen MHP’nin adayı olduğunu düşünmek zorlama olmaz. CHP ile MHP’nin şovenizm ortak paydasındaki kesişme noktasında ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz. Keza yıldızının Kenan Evren zamanında parlamış olması da tesadüf değildir. Bu bakımdan bu adayın esas olarak Kürt seçmenleri Erdoğan’ın arkasından çekmek üzere öne çıkarılmadığı besbellidir. Tersine Erdoğan’ın arkasından mütedeyyin oyları çektiği oranda onu HDP/BDP’ye daha fazla muhtaç edecek bir aday olarak görülmelidir.

Tayyip Erdoğan Kenan Evren’in kendisi için hazırlattığı kıyafeti giymeye hazırlanmaktadır. 12 Eylül referandumunda güya 12 Eylül Anayasasını değiştirme demagojisiyle bu kıyafeti kendi boyuna posuna göre rötuşlamıştır.

Rakipleri ise 12 Eylül Rejiminin esasına ve bu rejimin temel harçlarından olan Türk-İslam sentezi ideolojisine dokunmadan karşımıza bir başka Türk-İslam sentezi temsilcisiyle çıkmaya hazırlanmaktadırlar.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde burjuvazi, emekçilerin ve ezilenlerin karşısına iki şoven Türk-İslam sentezi taraftarı çıkarmaktadır. Bunlardan Erdoğan Türk-İslam sentezinde Türklükten çok İslam’a vurgu yaparken, vaktiyle Türkeş’in de danışmanlığını yapmış olan İslamoğlu’nun ise belki İslamcılığı daha ılımlı ama Türkçülüğü kesinlikle daha az değildir. Kesin olan birbiriyle şovenizm konusunda yarışacak iki İslamcı aday karşı karşıya gelecektir. Bunlardan biri Erdoğan’ın altından mütedeyyin kesimlerin desteğini çekmeye aday olunca Erdoğan’ı git gide daha fazla Kürt seçmene muhtaç bırakacakları açıktır. Bu nedenle Kürt seçmenin önüne Erdoğan’ın bir kez daha “çözüm demagojisiyle” çıkmasını beklemek gerekir. Nitekim sözde “çözüm yasasının” çıkarılması bunun ifadesidir.

Rojava Devriminin Savunusu Seçimlerde İzlenecek Tutumu Belirlemeli

Ama bu çözüm yasası çabucak gündemden düşmüştür. IŞİD’in Bağdat’a yürümek yerine Musul seferinden elde ettiği ağır silahlar ve yeni askeri güçlerle birlikte yeniden Rojava’daki karşı-devrimci misyonunu sürdürmek üzere Kobane’ye yönelmesiyle gündem değilse de iklim değişmiş durumdadır.

Kürtlere karşı karakol ve kalekollar inşa eden AKP’nin çoktan beri sınırlarını gerici IŞİD çetelerine açtığı sır değildi. Bugün bir yandan Rojava’ya saldıran bu çeteler hâlâ devletin koruması altında, sınırın beri tarafında Urfa civarında kol gezmektedir. Buna karşılık IŞİD çetelerinden kaçarak kuzeydeki kardeşlerinin yanına sığınmaya çalışan Rojavalılara veya sınırı geçmeye çalışanlara ve Roboskili ailelere ateş açılmaya devam edilmektedir.

Rojava’ya (bilhassa Kobané’ye) saldıran IŞİD çeteleri sınırın Türkiye tarafını, üs ve cephe gerisi olarak kullanmaktadır. IŞİD’in cephe gerisi olarak fütursuzca kullandığı alan Kuzey Kürdistan’dan başka bir yer değildir. Burada asayişi IŞİD’i besleyen ve destekleyen AKP hükümetine bırakmak ise herhalde Rojava Devrimi’nin savunulması için ilk akla gelen şey olmasa gerektir.

Böylece Kuzey Kürdistan’da uygulanmaya başlayan asayiş ve denetim uygulamalarının aslında ne kadar yerinde olduğu son günlerdeki gelişmelerle Kuzeyli Kürtlerle destekçilerinin sınır bölgesindeki eylemlilikleriyle daha net bir biçimde görülmüştür.

Hüseyin Ali 11 Temmuz tarihli Yeni Özgür Politika’daki yazısında doğru söylemektedir:

“Kuşkusuz Kobanê’ye Kuzey Kürdistan’dan verilen destek de hâlâ yetersizdir. Bu desteğin daha aktif hale gelmesi gerekir. Kobanê sınırına, Ceylanpınar sınırına gitmek ve sınırları ortadan kaldırmak lazımdır. Kobanê, Ceylanpınar ve Rojava’nın diğer yerleri Kuzey Kürdistan’ın doğal uzantısıdırlar. Saldıranlar ise dış güçlerdir. Serêkaniyê ile Ceylanpınar (Kuzey Serêkaniyê’si), Kobanê ile Suruç sınırı ortadan kaldırılarak buralar birleştirilmelidir…”

Abdullah Öcalan da “çözüm yasası” diye anılan “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanunu” kutlarken kendisini ziyaret eden Sırrı Süreyya Önder ve Leyla Zana’ya “IŞİD’in hunharca saldırıları hiçbir şekilde kabul edilemez. Başta halkımız ve gençlerimiz kurumlarımız olmak üzere bütün demokratik güçleri bu ölüm çetelerine karşı seferber olmaya çağırıyorum. Bu ölüm çetelerine kolaylık sağlayanlar meydan verenler ve kullanmaya çalışanlar başta bölge barışı olmak üzere halkların geleceğini de tehlikeye atıyorlar.” diyecekti.

KCK eş başkanı Cemil Bayık ise şunu söyledi:

“Meşru savunma gücünden vazgeçmek, başta Kürtler olmak üzere Orta Doğu halklarını despotik ve eli silahlı devletlere ve çetelere teslim etmek olur. Amiyane deyimle kediye ciğer teslim etmek anlamına gelir.

… Türkiye sadece içeride antidemokratik bir politika izlemiyor, dışarıda da despotik ve zalim devletleri ve çeteleri destekliyor. Rojava’da ve Suriye’de kimlerden yana olduğunu ortaya koymuştur. Rojava’da ve Kobanê’de demokrasi güçlerini değil de, eli silahlı ve Kürtleri teslim almak isteyen çeteleri destekliyor.

Orta Doğu’da özellikle Kürtler meşru savunma gücüne sahip olmadan varlığını koruyamazlar. Fiziki ve kültürel soykırıma tabii tutulurlar. Hâlâ hiçbir devlet ve siyasi güç bu amacından vazgeçmiş değildir. Türkiye hâlâ bu zihniyettedir. … Dolayısıyla Kürtler ve Kürdistan halkı özgür ve demokratik yaşama kavuşmadan kim gerillanın direnişten vazgeçeceğini ve silah bırakacağını sanıyorsa o hayal görüyordur.”

Rojava Devrimi ve bu devrimin savunusu seçimlerde hangi tutumun izlenemeyeceğini açıkça ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hem Rojava Devrimi’ni hem de o devrimi IŞİD çeteleriyle boğmak isteyen Erdoğan’ı desteklemenin mümkün olmayacağını göstermektedir. Sözüm ona çözüm müzakeresi yürütme görüntüsü verdiği muhatabına “terör örgütünün başı” derken, kendi yetiştirmesi IŞİD çetelerine bir türlü terör örgütü diyemeyen Tayyip Erdoğan’a ne Kürtlerin ne de de demokratik haklar mücadelesi veren güçlerin verecek tek bir oyu olmaması gerektiğine işaret etmektedir.

Kuşkusuz Selahattin Demirtaş da kampanyasını emekçilere ezilenlere ve “ötekileştirilerek horlanan” tüm kesimlere hitap ederek açarken Rojava Devrimi’ni savunma gereğine dikkat çekmiştir. Doğrusu da budur.

Bu şartlarda önümüzdeki seçim kampanyası boyunca Tayyip Erdoğan ve Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan hangisinin Çankaya’ya çıkmasının demokrasi mücadelesi açısından daha isabetli olacağına kafa yormak büyük tuzaktır.

Erdoğan, Kenan Evren’in kendisi için sipariş ettiği devlet başkanlığı kıyafetini giymeye hazırlanmaktadır ve bunun için de 12 Eylül Rejiminin bütün kurum ve imkânlarını hükümet olmanın avantajıyla kullanmaktadır. Hâlbuki son seçimleri bu anayasayı değiştirme vaadiyle kazanmıştı. Onun karşısına çıkarılan aday ise Kenan Evren tarafından İslam Kalkınma Örgütünün başına tayin edilen MHP’nin eski danışmanıdır. O da rakibine karşı çıkarken onun yaslandığı 12 Eylül Rejimine dokunmamakta rakibini 12 Eylül Anayasası’yla alt etmek istemektedir.

Birbirlerinin yedeği olan her iki aday da Kürtlere, Alevilere, devrimcilere karşı düşmanlık konusunda aynı tutumun temsilcileridir. Aralarındaki üslup farkı bu ortaklığın üzerini örtemez.

Bunu açığa çıkarmanın en iyi yolu da onların karşısına ayrı bir adayla çıkılmasıydı o aday Selahaddin Demirtaş’tır. Demirtaş elbette 12 Eylül Rejiminin ürünü iki rakibine karşı sadece Çankaya’ya çıkma hedefiyle çıkamaz. 12 Eylül Rejimini ve Anayasasını hedef tahtasına koyabilecek ve 12 Eylül Rejimini karşısına alabilecek tek aday Demirtaş’tır.

Demirtaş bu rakiplerine karşı en büyük gücü Rojava devriminden alacaktır. Kendilerini savunma gayretinde olan Rojavalılar onun seçim kampanyasına katılacak değillerdir elbette. Ama Rojava’daki öz-savunmanın rüzgârı seçim kampanyasının en önemli desteği olur. Rojava Devrimi’nin savunusuyla seçim kampanyasına çıkıldığı takdirde kimin nerede durduğu açık seçik ortaya çıkacaktır. Bu takdirde Medeni Yıldırım bir kez daha Ali İsmail Korkmaz ve diğerleriyle bir kez daha buluşabilir ve Rojava’dan esen rüzgârın Gezi Ayaklanmasının rüzgârıyla buluşması için bir fırsat yeniden belirebilir.

İhsanoğlu ve Erdoğan’ın karşısına Selahattin Demirtaş şahsında güçlü bir adayın gösterilmesi birinci turda HDP/BDP seçmen kitlesinin ötesinde bir itibar görmesinin koşullarını arttırmaktadır. Bu da Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini büyük ölçüde tehlikeye atan bir gelişmedir.

Ne var ki ikinci tur daha kritiktir. Her ne kadar Demirtaş birinci turu aşamaması halinde ikinci turda iki adaya da oy vermeyeceğini açıklamış olsa da, bu henüz ikinci turda aktif bir boykot çalışması yapılacağının ilanı anlamına gelmez. Oysa daha şimdiden bunun ifade edilmesi ve ne olursa olsun iki gerici adaya karşı etkin bir kampanyanın ilk turda olduğu gibi ikinci turda da sürdürülmesi şarttır. Bu tutum ilk turda nasıl bir kampanya yürütüleceğinin de çerçevesini belirlemeyi gerektirir. Asla diplomatik ve ılımlı bir kampanya değil ilk turdan itibaren her iki adayın da ipliğini pazara çıkaran bir kampanya yürütülmesi esas alınmalıdır ki ikinci turda eğer bu iki seçenek kalırsa aynı sertlikle bu kampanya boykot istikametinde sürdürülebilsin.

Daha ilk adımdan itibaren Kürtlerin de, demokrasi güçlerinin ve emekçilerin de düşmanı olan iki aday arasında bir tercih yapmamak gerekliliği vurgulanmalı, Roboski’nin ve Gezi eylemcilerinin faili, Rojava’daki katliamın sorumlusu Erdoğan’a da 1978 Maraş Katliamının danışmanı İhsanoğlu’na da Kürtlerin, Alevilerin devrim ve demokrasi güçlerinin verecek bir tek oyu olmadığının altı şimdiden çizilmeli ve seçim çalışmalarının sonuna kadar bu kampanya aktif bir biçimde yürütülmelidir.

Gezi Ayaklanmasında harekete geçen yığınların ve onları destekleyenlerin Tayyip Erdoğan’a oy vermeyecekleri açıktır. Ama Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da onlara Tayyip Erdoğan’dan daha yakın olmadığı besbellidir. Selahattin Demirtaş’ın asıl rolü ve ödevi Çankaya’ya çıkmaktan çok bu iki rüzgârı buluşturmak olsa gerektir. Çünkü açıktır ki ağustos ayı ile birlikte sadece Çankaya’ya kimin çıkacağı belli olacaktır. Bu dönemeci takiben siyaset gündemine AKP cephesindeki koltuk kavgaları ve CHP/MHP cephesinde yeni bir gerici koalisyonun hazırlık pazarlıkları oturacak gibi görünmektedir.

Buna karşılık emekçilerin ve ezilenlerin cephesinde ise gündemin temel sorunu bu seçim kampanyaları boyunca demokratik haklar için mücadelenin örülmesi olmalıdır. Çankaya’da veya hükümetin başında kimin olduğundan bağımsız olarak seçim kampanyaları boyunca sokaklardan gelişecek olan ve eğer olursa ikinci tur kampanyaları boyunca da aktif olarak sürdürülmesi gereken bu mücadele ağustos ayında sona erecek değildir. Aksine asıl o zaman sokaklardan güç alan Gezi’nin ve Rojava’nın rüzgârını arkasına alan ana muhalefet hareketi başlayabilir. Ancak o takdirde Gezi’de, Soma’da ve Roboski’de katledilenlerin ve daha nicelerinin hesabını sormak mümkün olur.

Bu seçimler ilk genel seçimlere kadar sürdürülecek ve daha çok sokaklarda emekçi ve ezilen yığınları birleştirerek seferber edecek bir muhalefet hareketinin örülmesi için bir başlangıç olmalıdır. Seçim sonuçları ne olursa olsun ara vermeden hız kesmeden sürdürülmelidir. KöZ’ün arkasında duran komünistler bu seçim kampanyalarında bu bilinçle üzerlerine düşeni yapmak üzere hazır olmalıdır.

Paylaş