[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesinin Nisan 2019 tarihli 20. (115) sayısında yayımlanmıştır.]
KöZ’ün Sözü: Rejim Krizini Parlamentarist Hayaller Değil DEVRİM ÇÖZECEK
24 Haziran seçimlerinin ardından yaptığımız değerlendirmede Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turda sonuçlanmasına bakıp aldanmamak gerektiğini, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunun 31 Mart yerel seçimlerinde gerçekleşeceğini ifade etmiştik. 31 Mart seçimleri tam da bu tasvire uygun şekilde gerçekleşti.
Yerel seçimler özü itibariyle belediyelerin iştah kabartan rantlarına dair bir bölüşüm seçimi olduğu için, bu seçimlerin normalde azami grupçu kaygılarla geçmesi beklenirdi. Oysa bu seçimlere şahsi ihtiras ve çekememezlikler değil Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde elli artı biri bulmak için kurulmuş iki ittifak damga vurdu. Seçimler -Kürdistan hariç- Cumhur ve Millet İttifakları arasında, tıpkı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi iki seçeneğin dayatıldığı bir plebisit olarak gerçekleşti. Erdoğan seçim kampanyasının merkezine beka sorununu koydu ve bu seçimlerin aslında kendisi için bir güven oylaması anlamına geldiğini vurguladı. Uzun süren bir kekemelikten sonra HDP gerek yerel yönetim anlayışında gerekse de Kürt sorununa bakışında hiçbir şekilde anlaşamayacağı Meral Akşenerli Millet İttifakı’nı örtük bir biçimde destekleyeceğini ifade etti. Bu örtük desteğin yeterli olmadığı anlaşıldığında, Demirtaş tüm HDP’lileri “bağrına taş basarak” Alperen yuvası Millet İttifakı’na oy vermeye çağırdı. Nihayetinde seçimlerin üzerinden uzun süre geçmesine rağmen İstanbul’daki oyların sayımının bir türlü tamamlanamaması, seçimi kimin kazandığının Yüksek Seçim Kurulu tarafından bir türlü tescil edilememesi de aslında 31 Mart’ın Türkiye siyasetinde rant paylaşımının yeniden yapıldığı bir yerel seçim olmanın ötesinde bir anlam taşıdığını gösterir.
Kuşkusuz tüm bu gelişmeler tesadüfi değil, 12 Eylül Rejimi’nin kriziyle ve bu krizin Erdoğan’ın siyasi akıbetinde düğümlenmesiyle ilişkilidir. Aslına bakılırsa 2014 seçimlerinden itibaren her seçim adım adım Erdoğan’a karşı bir güven oylaması niteliği kazandı. Cumhurbaşkanı’nın seçimini belirleyen Anayasa değişiklikleriyle birlikte bu durum pekişti, tüm seçimler Cumhurbaşkanlığı seçiminin bir provasına dönüştü.
Erdoğan Gerilese de Cumhur İttifakı Yerinde Duruyor
31 Mart’ın ardından aniden Erdoğan’ın gerilediğini fark eden sol akımların aksine KöZ Erdoğan’ın inişte olduğunu 2009’dan beri savundu. Seçimlerden ve seçim sonuçlarından kaynaklanmayan bu gerileme, seçim sonuçlarıyla daha da pekişti, boyutlandı. Erdoğan 2011 seçimlerinde Anayasayı referanduma götürecek çoğunluğunu yitirdi, 2014 seçimlerinde Kürdistan’daki belediyeleri büyük oranda kaybetti, 7 Haziran 2015’te hükümet kuramaz hale geldi. 7 Haziran’dan sonra geri dönülmez bir şekilde sandığa savaş açan, MHP’siz yapamaz bir pozisyona sürüklenen Erdoğan 2017 referandumunun ardından MHP’ye iyice bağımlı hale geldi. 24 Haziran seçimlerinden sonra ise Erdoğan Mecliste çoğunluğu yitirmesi bu bağımlılığı daha da arttırdı. 31 Mart’ta Erdoğan’ın sadece MHP’nin desteği olmadan hareket edemediği değil aynı zamanda büyükşehirlerdeki rant kapıları üzerindeki tekel pozisyonunu yitirdiği de görüldü.
Düne kadar tek adam rejiminin tahkim edildiğinden, seçimlerin artık bir anlamının kalmadığından, açık faşizme geçildiğinden söz edenler AKP’nin büyükşehir belediyelerini yitirmesiyle birlikte aniden Erdoğan’ın gerilediğini fark edip faşist cephelerde açılan çatlaklardan söz etmeye başladı. Halbuki aynı kesimler benzer ve körcesine bir iyimserlikle malul tespitlerini 7 Haziran sonrasında da yapmışlardı; 1 Kasım’ın ardından bu tespitler yerini bir karamsarlık dalgasına bırakmıştı. Siyasi bir anlamı olmayan, daha önceki değerlendirmelere dair bir özeleştiri ihtiyacı bile üretmeyen bugünkü Erdoğan geriliyor tespitleri de sadece sahiplerinin siyasi gelişmeleri ele alırken herhangi bir teorik çerçeveden yoksun olduklarını gösterir.
Bugünkü siyasi tabloda özgün ve üzerinde durulması gereken nokta Erdoğan’ın gerilemesi değildir. AKP bir burjuva partisidir, Türkiye gibi siyasi sorunları içinden çıkılmaz bir hâl alan bir coğrafyada 17 senedir yürütme görevini üstlenmektedir. Uzunca bir süredir ABD’nin ve onun Türkiye’deki uzantılarının basıncı ve çelmelemeleriyle karşı karşıyadır, Kürt dinamiği ile nasıl başa çıkacağını bilememektedir. Bu süreç boyunca AKP’nin zayıflamasında şaşırtıcı olan bir nokta yoktur. Şaşırtıcı olan bunu bir türlü idrak edemeyen, seçim sonuçlarına göre sürekli fikrini değiştiren solun ibret verici durumu olabilir ancak.
Türkiye’deki siyasal sorunlar hakkında konuşulurken asıl üzerinde durulması ve izah edilmesi gereken nokta Erdoğan’ın zayıflaması değil, onun bunca zayıflamaya rağmen hâlâ yürütme görevini üstlenmeye devam edebilmesidir. Soldaki yaygın anlayışa göre bu durum Erdoğan’ın gücünden yahut AKP’nin sahip olduğu kitle desteğinden ileri gelmektedir. Oysa danışmanlarının ve prompterların koruyucu kalkanı olmadığı zaman Erdoğan’ın çapsızlığı gözler önüne serilmektedir. Müzakere etme yeteneğinden ve entrika çevirebilecek bir gizli çekirdekten yoksun olan Erdoğan’ın özel bir siyasi meziyeti yoktur. Daha önemlisi burjuva demokrasilerinde şu ya da bu liderin, sahip olduğu kitle desteği sayesinde ayakta kaldığını söylemek aslında burjuva diktatörlüklerinde sermayenin değil yurttaşların iradesinin hüküm sürdüğü yutturmacasına inanmak anlamına gelir.
Erdoğan’ın bunca gerilemeye rağmen ayakta kalmasının asıl sebepleri, KöZ’ün uzun bir süredir altını çizdiği gibi farklı yerlerde aranmalıdır. Bunun bir nedeni Amerikan emperyalizminin ve onun Türkiye’deki uzantılarının eski güçlerine sahip olmamaları ve bu yüzden gerileyen Erdoğan’ın karşısına ondan daha güçlü bir siyasi rakip çıkaramamalarıdır. Ama bundan da önemli neden 12 Eylül rejiminin içinde bulunduğu krizdir. Olağan işleyişi içinde onu onlarca kez görevden düşürmesi gereken devlet aygıtı derin bir kriz içinde bulunduğu için Erdoğan yerinde kalmaktadır. Erdoğan’ın ayakta kalması ise bu krizi derinleştirmektedir.
Köz’ün “Erdoğan sorunu ya darbeyle ya devrimle çözülür” derken bu siyasi gerçeği anlatmaktadır. Erdoğan devlete tümüyle hakim bir diktatör olduğu için değil, burjuva muhalefeti gerileyen Erdoğan’ın karşısına onu seçim sandığında alt edecek bir aday çıkaramadığı için yerindedir. Tüm kurumları tel tel dökülen, iç bütünlüğü gitmiş devlet aygıtı seçim sonuçlarını dahi Erdoğan’a uygulatamıyor. Bu nedenle Erdoğan’ın süpürülmesi sorunu hakim sınıflar açısından bir darbe, işçiler ve ezilenler açısından bir devrim sorunudur.
31 Mart seçimleri bu saptamaları iki bakımdan doğrulamıştır. Her şeyden önce AKP’nin bir dizi büyükşehri kaybetmiş olması, rakiplerinin Erdoğan’ın bileğini Cumhurbaşkanlığı seçiminde bükecek bir oy desteğine sahip olduğu anlamına gelmez. Aksine, Erdoğan doğrudan seçimlere katılmamış olsa da, Cumhur İttifakı’nın oy oranı hâlâ yüzde ellinin üzerindedir. Hatta oy oranı 2017 referandumundan fazla olduğu gibi, 2018 seçimlerinden daha az değildir. Muhalefetin oylarında ise bir artış yoktur, İstanbul da dahil olmak üzere Cumhur İttifakı’ndan Millet İttifakı’na kayda değer bir oy kayması olmamıştır; yani 2017 referandumundaki dengeleri değiştiren bir geçiş olmamıştır. Erdoğan’ın büyükşehirleri kaybetmesine yol açan gelişme, muhalefetin farklı partilere dağılmış oylarını bu sefer tek bir adayda birleştirebilmiş olmasıdır. Bu da esas olarak HDP’nin kendi tabanını neredeyse firesiz bir şekilde Millet İttifakı saflarına geçirmiş olmasıyla ilişkilidir.
7 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın mecliste çoğunluğu kaybetmesini sağlayan devrimci dinamiklerin HDP’nin tabanı üzerindeki etkisi sürmektedir ve artması muhtemeldir. Buna karşılık aynı partinin tepesinde büyük ölçüde oraya “Türkiyelileşme” projesinin zorunlu sonucu olarak açılan kontenjandan gelip tünemiş, sol hareketin politik olarak tükenmiş bileşenlerinin ürkekliği bu dinamiği felç etmese de frenlemektedir.
HDP’nin her türlü devrimci gelişmeyi boğmaya ant içmiş güçlerin işini kolaylaştıran bir siyasal aktör hâline gelmesi de dayandığı taban ile tepesindeki güçler arasındaki bu çelişkiden ileri gelir.
Egemen sınıfı ve yönetenleri ürküten, HDP’nin tabanındaki bu kaçınılmaz dinamiğin baskı politikalarıyla önü kesilemez nitelikte olması, belki bundan çok parti yönetiminin bu dinamikleri ilelebet kontrol altında tutma konusunda yeteneksiz ve yetersiz oluşudur. Her ne kadar parti yönetimi Gar Katliamı, Roboski vb. karşısında, 7 Haziran’a gelirken ve 1 Kasım’a giderkenki süreçte kitleleri uysallaştırmayı başarabildiklerini göstermiş olsalar da bu, söz konusu dinamiklerin gitgide güçlenmesi karşısında egemen sınıfların rahat nefes almasını sağlayacak bir güvence değildir.
Bununla birlikte Erdoğan’ın İstanbul’daki mağlubiyetini nasıl karşıladığı, onun Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerçekleşecek bir mağlubiyet karşısındaki tutumunu da göstermektedir. Bir yerel yönetimin kaybedilmesi idari olarak Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile ilişkisiz olmasına karşın, İmamoğlu mazbatasının ancak seçimden 17 gün sonra almış olsa da İstanbul seçimlerinin iptali hâlâ gündemdedir. Bu durumun kendisi Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybeden bir Erdoğan’ın nasıl hareket edeceğine dair şüpheye yer bırakmamaktadır.
Tam da bu nedenle 31 Mart seçimlerinin ardından budalaca bir bayram havası estiren muhalefetin “AKP yenildi!” çığlıkları karşısında Cumhur İttifakı’nın yerli yerinde durduğunu, Erdoğan’ı ancak bir devrimin süpüreceğini vurgulamak yaşamsal önemdedir, parlamentarizm ve reformizme karşı mücadelenin kalkış noktalarından biridir.
Amerikancı Muhalefetin Başarısı Ezilen ve Sömürülenlerin Kaybıdır
31 Mart seçimlerinin öncesi ve sonrasındaki gelişmeler KöZ’ün Erdoğan’ın karşısındaki burjuva muhalefetini tanımlarken kullandığı Amerikancı muhalefet isminin olduğu kadar bu muhalefetin stratejisine dair çözümlemelerinin de isabetli olduğunu göstermiştir. İdeolojik çerçeve, siyasal söylem ve toplumsal taban olarak birbiriyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan partilerin yerel seçimler gibi maddi hatta şahsi çıkarlarla göbekten bağlı, en kısa vadeli hesapların geçerli olduğu bir seçimde karmaşık bir ittifak politikasıyla yan yana durması muhalefetin kendi basireti ile açıklanabilecek bir durum değildir. Amerikan emperyalizminin tasarımı, basıncı ve desteği olmadan gerçekleşmesi de mümkün değildir. Aynı şekilde Demirtaş’ın kendi seçmeninden rica minnet oy istemesi, Kandil’in ABD’nin tercihlerini hesaba katarak hareket etmesinden bağımsız anlaşılamaz.
Söz konusu muhalefetin başarısının önkoşulu, “kutuplaştıran Erdoğan karşısında Türkiye’nin normalleşmesini” hedeflemesi, bu yüzden de herhangi bir siyasi konu hakkında konuşmaktan kaçınmasıdır. Zira muhalefet Kürtlere, Alevilere, kadınlara, kıdem tazminatına, eğitim sistemine, Avrupa Birliği’ne, Suriye politikasına yahut idam cezasına ilişkin bir konuda ağzını açtığı anda yaratılan ortak paydanın bozulacağı açıktır. İmamoğlu’nun, Yavaş’ın seçim kampanyası herkese mavi boncuk dağıtan, siyasi değil teknik, merkezi değil yerel sorunlara odaklanan, Erdoğan’ı doğrudan karşısına almadan, onunla uzlaşır görünerek kuşatma stratejisinin nasıl yürütüleceğinin iyi birer örneği olmuştur. İmamoğlu’nun seçim sonrasındaki pratiği de bu yönelimle uyumludur. Ortadaki tüm hukuk ihlallerine karşılık emekçileri herhangi bir sokak hareketinden men eden, Cumhurbaşkanı’nı cepheden karşısına almayan bir çizgiyi sadık bir şekilde takip etmektedir İmamoğlu. Kısacası emekçileri eylemsizliğe, düzenin mekanizmalarına teslim olmaya mahkûm etmektedir.
Amerikancı muhalefet eğer başarılı sayılacaksa, Erdoğan’ın tüm taciz ve tahkirlerine karşın kaçak güreşmeyi başardığı, bu seçimin oyun bozucu dinamiği olabilecek Kürtleri görünmez, Kürtlere yönelik saldırıları ise kabul edilebilir kıldığı için başarılı sayılmalıdır. Bu başarının da ezilen ve sömürülen yığınlar açısından değil Amerika ve uzantıları açısından bir başarı olduğu açıktır.
31 Mart’ın Kazananı MHP
Soldaki yaygın Devlet Bahçeli’yi Erdoğan’ın taşeronu olarak gösterme alışkanlığına karşılık KöZ 7 Haziran’dan beri Erdoğan-Bahçeli ilişkisinde inisiyatifin Bahçeli’de olduğunu ve Bahçeli’nin bu üstünlüğünü Erdoğan’ı zayıflatmak için kullandığını ısrarla vurgulamıştır. 31 Mart seçimleri bu saptamaları bir kez daha doğrulamıştır. Her şeyden önce yerel seçim öncesindeki ittifak pazarlıklarında Erdoğan değil Bahçeli belirleyici olmuş, AKP MHP’ye taviz üstüne taviz vermiştir. Bu ittifak pazarlıklarına bağlı olarak MHP iki büyükşehiri kaybetmesine rağmen diğer şehirlerde ve ilçelerde kazandığı belediye sayısını katlamıştır. Belediye meclislerinde AKP’nin çoğunluğu yine MHP’li adaylara bağlı şekillenmiştir.
31 Mart sonrasında Erdoğan’ın geçelim MHP’nin muhalefetine rağmen bir seçimi kazanmasını, MHP’nin tarafsız kalması hâlinde bile sandıkta yenileceği, Cumhur İttifakı içinde Erdoğan’a küskün olanların MHP’ye yöneldiği açığa çıktığı için önümüzdeki süreçte Erdoğan’ın MHP’ye bağımlılığı artacaktır.
Bu bakımdan 31 Mart’ın asıl kazananı MHP olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte Erdoğan’ın Bahçeli’nin onayını almadan adım atması iyice güçleşecektir. Bahçeli’nin bu üstünlüğünü Erdoğan’ı daha da zayıflatıp kendisine bağımlı kılmak için kullanacağından şüphe duyulmamalıdır.
Bununla birlikte bir başka açıdan daha MHP’nin kazandığını söylemek gerekir.
7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında HDP ve MHP Türkiye siyaseti içinde iki kilit parti hâline gelmişti. HDP’nin felç olup, tribüne çıkması nedeniyle Türkiye’deki siyasi iklimi şekilendiren tüm hamleleri MHP yaptı. Bu hamlelerin sonucunda sadece Erdoğan’ın değil burjuva muhalefetinin de öncelik ve hassasiyetleri MHP’ninkilerle uyumlu hâle geldi. HDP’nin kilitlenmesi nedeniyle MHP sadece Erdoğan’ı kendi çizgisine çekmekle kalmadı, aynı zamanda Millet İttifakı’nı da hendek operasyonlarını, Afrin’in işgalini destekler, HDP’ye yönelik saldırıları onaylar, Ozan Arif’i millî bir değer kabul edip Alparslan Türkeş’in doğum gününü kutlar hâle getirdi. Tüm bunlar da ezilenlerin ve devrimcilerin kayıp, MHP’nin kazanç hanesine yazılması gereken gelişmelerdir.
Ekonomik Krize Dair Tantanaların Hiçbir Etkisi Olmadı
31 Mart’a dair üzerinde durulması gereken bir diğer nokta ekonomik krize dair koparılan tantanalardır. Seçimde “beka sorunu yok patates sorunu var” diyenler bu bahaneyle rejim krizi içinde debelenen Türkiye’de siyasi sorumluluklarından kaçabileceklerini umuyorlardı. Ekonomik kriz hakkında burjuva ekonomistlerinden aparılmış analizler yapanlar, kopardıkları vaveyla kendi militanlarının gözü önünde Millet İttifakı’na yaptıkları kuyrukçulukları örtbas etmiş olsa da, seçim sonuçları hiç de bu kesimlerin umdukları gibi gerçekleşmedi. Büyükşehirlerde Cumhur İttifakı’nın aldığı oylar 2017 referandumunun altına düşmedi.
Konsolide Olan Faşizm Tespitlerinin Aksine Rejimin Krizi Derinleşiyor
31 Mart seçimleri Türkiye’deki siyasi rejime dair yapılan bonapartizm/faşizm/tek adam rejimi tanımlamalarının geçersizliğini bir kez daha ortaya koydu. AKP faşizminden söz edenlerin, AKP’nin bu sözüm ona faşist rejim altında nasıl olup da meclisteki çoğunluğunu yitirdiği, İstanbul’dan Ankara’ya, Adana’dan Mersin’e bir dizi büyükşehri nasıl kaybettiği hakkında bir açıklaması yoktur. Tek adam denilen Erdoğan’ın İstanbul’da kendi partisine güvenmeyip niye 8 tane miting yaptığı da, kendi partisinin oylarına sahip çıkacak müşahitleri niye bulamadığı da açıklanamamaktadır. Ortada tek adamın olmadığı olsa olsa kimselere güvenemeyen yalnız bir adamın olduğu 31 Mart gecesi yaptığı konuşmayla görünmüştür.
İstanbul seçimlerine dair yaşananlar, il seçim kurullarının ve Yüksek Seçim Kurulu’nun aldığı kararlar Erdoğan’ın devlete hakim olduğu safsatasını çürütmektedir. Eğer ortada devlet üzerindeki hakimiyetini arttıran, sandık sonuçlarını kendi keyfine göre kolayca manipule eden bir Erdoğan olsaydı 31 Mart seçimlerini öncekilere kıyasla daha pürüzsüz bir şekilde halletmesi gerekirdi. Tersine seçimlerde şaibe iddiasını AKP yükseltmekte ve onca tantanaya karşın Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarını belirleyememektedir. Bu noktadan sonra YSK İstanbul seçimlerini iptal etse dahi tüm bu yaşananlar Erdoğan’ın gücünün değil güçsüzlüğünün göstergesi olacaktır.
31 Mart seçimleri Türkiye’nin normalleşmesini sağlayıp bir restorasyonun yolunu döşeyecek şekilde rejim krizini hafifletmek şöyle dursun, bu krizi yeni dinamikler ekleyerek derinleştirmiştir.
Erdoğan’ın Ankara da dahil olmak üzere bir dizi büyükşehri kaybetmiş olması sadece AKP’yi önemli rant kaynaklarından mahrum edeceği için veya Erdoğan’ın gönlünü hoş etmeye çalışan sermaye gruplarını açılacak olası yolsuzluk dosyalarıyla sıkıştıracağı için bu krizi derinleştirecek değildir. Aynı zamanda devletin bir parçası olan belediyelerin el değiştirmesi Erdoğan ile muhalefet arasında yeni bir çekişme alanı yaratacak, Erdoğan’ın istediği gibi at koşturmasını zorlaştıracaktır. Muhalefeti sıkıştırmak, onun belediyecilik alanındaki başarısızlıklarını sergilemek için hamleler yapacak olan Erdoğan’ın çıkaracağı idari ve mali engeller ve devlet aygıtının içinde yaşanan çatışmalar bu sefer emekçilerin temel gündelik sorunlarına (ulaşım, temizlik, imar, sosyal yardım vs.) değecek şekilde gerçekleşecektir.
İstanbul’un el değiştirmesi bu çatışmaların şiddetini artacaktır. Sadece Kürdistan’daki belediyelerin yıllardır karşılaştığı abluka değil aynı zamanda yerel seçimler öncesindeki İZBAN işçilerinin yaptığı grev de önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmelerin habercisidir.
Elindeki imkanları kısıtlı olan muhalefetin AKP belediyelerinden daha iyi hizmet sunamayacağı, muhalefetin bugüne kadar belediyecilikle ilgili yaptığı propagandanın kendi başarısızlığını pekiştiren bir şekilde ters tepeceği açıktır. Benzer şekilde ekonomik kriz merkezli ajitasyonun nasıl ters tepeceği de belediye işçileri ekonomik sorunlar nedeniyle muhalefetin elindeki belediyelerde, AKP’nin de çanak tutmasıyla greve gittiğinde görülecektir.
31 Mart’ın ardından, İstanbul seçimlerinde yaşananlar seçimler gibi temel bir kurumu öncekilerle kıyaslanamayacak boyutta itibarsızlaştırmış, seçimlerin AKP kazanana kadar tekrar edileceği fikrinin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu durumun kendisi tipik bir parlamentarist politikacı olan Erdoğan’ın elindeki en güçlü koz olan sandığın milli iradenin tecellisi olduğu iddiasını onun elinden almıştır. Bu aynı zamanda 15 Temmuz sonrasında darbeye karşı sandığı savunmaktan gelen moral üstünlüğünü yitirmesi ve bundan sonraki olası bir cunta girişiminin kendisi için yeterli bir meşruiyet temeli bulması anlamına gelecektir.
31 Mart seçimleri Erdoğan’ın sadece içerideki sıkışmışlığını arttırmadı, aynı zamanda uluslararası dengelerin de giderek AKP aleyhine döndüğü bir dönemde gerçekleşti. Erdoğan’ın Suriye konusunda ABD ve Rusya’ya karşı sıkıştığı, Rus füzeleri ve İran ambargosunun kapsamının genişlemesi nedeniyle ABD’nin Türkiye’ye uygulayacağı yaptırımların artacağı, ABD’nin Türkiye’nin en önemli müttefiki Maduro’yu gittikçe daralan bir kıskaç içine aldığı, Sudan’da Erdoğan’ın müttefiki Beşir’in bir darbe ile devrildiği bir dönemde tüm bu faktörlerin Türkiye’deki rejim krizini derinleştireceğinden şüphe edilmemelidir.
Seçimin Kaybedeni HDP’dir
31 Mart seçimleri HDP’nin Millet İttifakı’na destek vermesiyle birlikte solda parlamentarizmi ve kuyrukçuluğu derinleştiren yeni bir eşik oldu. HDP’nin öncelleri olan partiler daha önce de CHP yahut SHP ile seçim ittifakı yapmış, hatta ANAP ve Refah (Fazilet) Partisi ile seçim işbirliğinin yollarını zorlamıştı. Gelgelelim HDP’nin bu seçimlerdeki tutumu iki bakımdan, işbirliğinin niteliğine ve kimlerle işbirliği yapıldığına göre öncekilerden farklı bir düzlemde değerlendirmelidir.
HEP Kürt konferansına gittiği için SHP’den atılan milletvekilleri tarafından kurulmuştur, sonrasında barajı aşmak için HEP üyeleri SHP listesinden aday olmuşlardır. Ancak her iki durumda da, benimsenen taktik doğru olmasa bile, SHP’nin imkanlarını meclise girmek için kullanan bağımsız bir hareket söz konusudur.
Benzer bir durum 2004’te devletin kapatma tehdidi karşısında SHP listesinden aday olan DEHAP’lılar için de geçerlidir. Halihazırdaki durumda ise HDP burjuva partilerinin imkanlarını kendi politik gücünü arttırmak için kullanmamaktadır. Tersine kendi siyasi imkanlarını burjuva partilerinden birine karşı öbürünü desteklemek için kullanmaktadır. Üstelik bu desteği vermenin koşulu siyasi olarak hareket etmemek, siyasi olarak görünür olmamak, hatta Mansur Yavaş – Sezai Temelli tartışmasında görüldüğü üzere kime destek verdiğini bile söylememek kısacası Millet İttifakı’na teslim olmak, onun da onay verdiği saldırıları sineye çekmektir.
İkincisi HDP’nin tabanı bugüne kadar CHP’ye oy vermiş olsa da, bu sefer desteklenen CHP değil Asena Akşener’in bir parçası olduğu İyi Partili Millet İttifakı’dır. İyi Parti, MHP’nin ruhunu asıl temsil eden partinin kendisi olduğunu söylemekten bir an için vazgeçmemiş, Iğdır’da HDP’ye karşı MHP’ye destek sunmuştur. Emekçilerin ağzına bir parmak bal çalan burjuva partilerine destek vermekten, baş düşmanı geriletmek adına emekçi ve Kürt düşmanı olduğunu gizlemeye gerek duymayan partilere destek vermeye geçiş bir ayrıntı değildir.
HDP tam da bu nedenle öncellerinin Kürdistan’da 2009’dan beri elde ettiği tüm kazanımları yitirmiştir, neredeyse SHP ile işbirliği sonucunda yaşanan 2004 bozgunun sınırlarına dönülmüştür. Kürdistan’daki bu yenilginin ilk ve görünür açıklaması başta kayyım olmak üzere devletin tüm zor aygıtlarıyla yürütülen baskı politikalarıdır. Şırnak merkez, Iğdır, Muş bunun en görünür örnekleridir, Bağlar’da kazanılmış seçimin HDP’nin üçte biri kadar oy almış AKP’ye YSK aracılığıyla devredilmesi aynı politikaların farklı mekanizmalarla yürütüldüğünü gösterir. Gelgelelim üzerinde durulması gereken devletin bu baskıları değil, HDP’nin bu baskıları tıpkı 7 Haziran sonrasında olduğu gibi sessiz sedasız sineye çekilmesidir. HDP seçim öncesinde İstanbul, Ankara, Adana ve Bursa’da Millet İttifakı’na oy kaybettirmemek için kayyım baskılarına karşı görünür ve eylemli bir mücadele yürütmemiştir. Bugün de YSK’nın hak gasplarını yanıtsız bırakması, “Erdoğan’a malzeme vermeme” kaygısıyla YSK’ya karşı sadece hukuk yollarına başvurması yine İstanbul’da İmamoğlu’nun mazbatayı almasını engellememe kaygısından kaynaklanmaktadır.
Pervin Buldan’ın da ifade ettiği gibi HDP’nin seçimlerinde tayin edici olduğu tartışmasız bir gerçektir. Bu anlamda HDP’nin büyükşehir seçimlerinde AKP’nin kaybetmesine yol açtığı doğrudur. Ancak asıl altı çizilmesi gereken nokta seçimin asıl kaybedeninin HDP olduğudur. HDP’nin asıl kaybı belediyeler değil düzen partilerinden bağımsız konumlanışı ve eylem kapasitesi oldu. 2007 seçimlerinden 7 Haziran 2015 seçimlerine dek öncellerini ve HDP’yi güçlendiren ana faktör düzen partilerinden bu bağımsız konumlanışıydı. HDP’nin 7 Haziran sonrasında bir AKP-CHP koalisyonunun önünü açmak umuduyla tribüne çıkmasıyla başlayan süreç gelinen noktada siyasi kimliğin ve tercihlerin açıktan yitirilmesine yol açan bir tutuma evrilmiştir.
Aslına bakılırsa HDP’nin bu tercihi kimi basiretsiz politikaların ve yanlış tercihlerin ürünü değildir. HDP iktidarı hedefleyen devrimci bir parti değildir, parlamentarist bir muhalefet partisi olarak kurulmuştur. Türkiye’de Erdoğan’ı parlamenter yollarla geriletip değiştirmeyi umanlar elbette onun karşısında duran diğer burjuva partileriyle ittifaklar kurmaya, hatta bu ittifaklardan kapı dışarı edildiklerinde bile bu partilere destek vermeye mecburdurlar. Bundan sonraki her seçimin Erdoğan’a karşı bir güven oylaması niteliği taşıyacağı akılda tutulursa, HDP’nin 31 Mart’ta benimsediği bu çizginin arızi bir çizgi olmayacağı, bundan sonraki her seçimde benzer bir yönde basıncın HDP’nin üzerindeki ağırlığını arttıracağı anlaşılır. Dolayısıyla HDP’nin kendisini gereksizleştiren bu trenden inmesi de mümkün değildir.
HDK/HDP siyaset sahnesine çıktığından beri kendini tabandan yükselen halk muhalefetinin sesi olarak sunmuştur. Böylelikle Türkiye solunun muhtelif kesimlerinin halk muhalefetiyle, taban inisiyatifiyle buluşma, faşizme karşı birleşik halk muhalefetini örme bahaneleriyle bu tasfiyeci partiye yelken açmaları mümkün olmuştur. Her seçim döneminde olduğu gibi 31 Mart seçimlerinde de HDK/HDP’nin emekçilerin taban inisiyatifiyle, özörgütlenmeleriyle, yahut aşağıdan yukarıya örgütlenen demokratik mekanizmalarla uzaktan yakından ilişkisinin olmadığı bir kez daha açığa çıkmıştır. HDP’nin seçim tutumu tümüyle kapalı kapılar ardında, geçelim kamuoyunu kendi parti üyelerine kapalı tartışmalarla belirlenmiş, belirlenen bu tutum bir kararla açıklanmamış, partinin kanaat önderlerinin muhtelif açıklamalarıyla kamuoyuna belli edilmiş, HDP tabanı burjuva partilerinden ödünç alınan yöntemlerle kademeli olarak en son da Demirtaş’ın “sizde azcık hakkım” diye başlayan ricalarıyla ikna edilmiştir.
31 Mart HDP’nin Bileşenlerini Kötürümleştirdiğini Gösterdi
Komünistlerin Birliği’ni savunanlar HDK/HDP’nin uzlaşmacı niteliğine dikkat çektikleri zaman hep HDP’nin içindeki tasfiyecilerin, “neden sadece eleştiriyorsunuz, katılıp değiştirsenize” türünden eleştirilerine muhatap olmuşlardı. HDP’ye sözüm ona müdahale etme amacıyla giren ESP’nin son seçimlerdeki durumu HDP’nin içeriden dönüştürülemeyeceğinin adeta kanıtı gibidir. CHP’nin seçimlerde desteklenmesine karşı olan ESP “müdahaleleriyle” “göklerden gelen bu kararı” değiştiremediği gibi tüm bu süreci HDP’nin içinden sessizce ve karnından konuşarak seyretmiştir.
HDP içindeki varlığının ezilen Kürt ulusuyla dayanışmanın ötesinde bir anlam taşımayan, kendi politik varlığına halel getirmeyen tali ve sembolik bir varlık olduğunu savunan Devrimci Parti’nin durumu da farksızdır. Bu sembolik varlığın ne kadar sembolik olduğu CHP destekçiliğine karşı zehir zemberek deklarasyonlar yayınlamasına karşın seçimlerde HDP’den bağımsız bir tutum bile geliştirememesiyle açığa çıkmıştır. Kısacası her iki örnek de HDP’nin kendisine katılan bileşenleri nasıl da kötürümleştirdiğinin açık bir kanıtı olmuştur.
Millet İttifakına Sadece HDP Yedeklenmedi
Bununla birlikte solda sermaye partilerine yedeklenen tek parti HDP olmamıştır. HDP’nin basıncı ortadan kalkar kalkmaz ÖDP soluğu Millet İttifakı’nda almış, eski genel başkanını CHP üyesi ve Millet İttifakı’nın Beyoğlu belediye başkan adayı yapmıştır. Kendi genel başkanını kazanamayacağı bir yerden aday göstermeye bu kadar hevesli ÖDP’nin yıllardır HDP’nin seçimlerdeki ittifak ve milletvekilliği tekliflerini geri çevirdiği unutulmamalıdır. Dolayısıyla Alper Taş’ın İyi Parti Merkezi’nde bozkurtların arasında seçim çalışması yürütmesinin kariyerizmle, belediyelere dair küçük siyasi hesaplarla ilişkisi yoktur. Alper Taş’ın bu kararı, kendi beyanlarında da açık seçik ifade ettiği üzere sosyal-demokrasi ile sosyalistler arasında bir ittifakın kurulmasına önayak olmakla ilişkilidir. Gelgelelim kendi tabanını burjuva sosyal demokrat partileri desteklemeye ikna eden Alper Taş’ın seçimlerdeki rolü aslında Amerikancı koalisyonun Kürt ve ezilen düşmanı yüzünü gizleyen bir vitrin adayı olmak, böylelikle emekçiler nezdinde Millet İttifakı’na karşı doğacak bir tepkinin önünü kesmek olmuştur. ÖDP dışında bir parçası kalmamış Haziran Hareketi HDP ile bir seçimde ilk kez Millet İttifakı’nı desteklemek konusunda ortak bir hatta yer alabilmişlerdir.
Solun ÖDP dışında kalan kesimlerinin durumu da iç açıcı değildir. EMEP, TİP ve Halkevleri öncelikle seçimlerde CHP’ye yedeklenmediklerini göstermek için yerel seçimlerde kendi gündemimizi yaratıyoruz diye görünüşte iddialı bir çıkış yapmış ama aslında topu taca atmak için halkın muhalefetini örgütlüyoruz lafızlarının arkasına sığınmışlardır. Yaptıkları tek faaliyet ellerindeki halkçı belediyecilik sözleşmeleriyle sivil toplumcu bir tarzda belediye başkan adaylarının peşinden koşturmak olmuştur. EMEP kendi bağımsız tutumunu göstermek için muhtelif şehirlerde kendi adaylarını çıkarmış olsa da İzmir’de tıpkı HDP gibi Tunç Soyer’i destekleyen Demokrasi Bloku’nda yer almaktan çekinmemiş. İstanbul ve Ankara’da işin ciddiye bindiği anlaşılınca “tek adam rejimine karşı İmamoğlu’nu ve Yavaş’ı destekleme” çağrısında bulunmuştur.
Seçim öncesinde seçimlere kendi bağımsız kimlikleriyle katılan TKP, TKH ve EHP’nin CHP kuyrukçuluğuna karşı bağımsız bir çizgiyi temsil etmediğini vurgulamıştık. Seçim süreci bu tespiti de doğrulamıştır. Bu akımlar Erdoğan’ı ve Cumhur İttifakı’nı hedef tahtasına oturtan bir siyasi çalışmadan özenle kaçmışlar, saraya karşı kitlesel bir mücadele çağrısında bulunmamışlar, metrobüsten, ekmek fabrikalarından, yeşil alan sorunundan söz ettikleri seçim kampanyalarında Amerikancı muhalefetin görünmezliğe mahkum ettiği Kürtlerin adını anmamışlardır. Suya sabuna dokunmayan, sosyalizm yahut kamucu soslu sivil toplumcu kampanyaları ile Erdoğan’a cepheden karşı çıkmadıkları gibi Amerikancı muhalefetin hesaplarını bozmaya dönük bir girişimde de bulunmamışlardır.
Bu sivil toplumcu eğilimin başarı kazandığı yegane alanın solun kayyım kıskacı altına alındığı Dersim olması tesadüf değildir. 31 Mart seçimlerinde AKP’nin ve CHP’nin ortaklaşa sevindirici bir gelişme olarak kabul ettikleri yegane olay Maçoğlu’nun “komünist başkan” olarak Dersim belediyesini kazanmasıdır. Maçoğlu söz konusu başarıyı Erdoğan’a, AKP’ye karşı tek bir laf etmeden daha iyi ve halkçı bir belediyecilik hizmeti sunma vaadiyle yani aslında Erdoğan’ı değil önceki HDP belediyesini eleştirerek kazanmıştır. Maçoğlu’nun kayyım karşıtlığı aktif eylemli bir kayyım karşıtlığı değildir. “Seçimleri biz kazanırsak Dersim’i kayyımdan kurtarmış oluruz” demesinin ötesine geçmeyen kayyımlara karşı mücadeleyi seçim sonrasına daha da kötüsü seçim sonucuna erteleyen bir çizgidir. Seçimleri kazanıp emekçi meclisleri kurarak kayyımlara karşı mücadele edeceğiz diyen EHP’nin sol-liberal çizgisiyle buluşması da tesadüf değildir.
Sivil Toplumcu Maçoğlu’nu “Nohutçulukla” Suçlamak HDP’ye Düşmez
Maçoğlu’nu “nohutçulukla” suçlamak ise HDP’nin hakkı değildir. Kürdistan’da kayyımları bir seçim zaferiyle püskürtmeyi hedefleyen, toplumsal kutuplaştırmayı arttırmamak için her türlü eylemden uzak duran, Türkiye’de Amerikancı Akşener ve Kılıçdaroğlu’nun dümen suyunda giden HDP, SMF’yi Erdoğan’a karşı muhalefeti yükseltmemekle eleştiremez. Bu eleştiriyi yükseltmek için 31 Mart’ta Erdoğan’a cepheden karşı koyan bir kitlesel mücadele çağrısında bulunmak, bu çağrının gereklerini pratikte yerine getirmek gerekliydi. KöZ’den başka böyle bir tutumu takınan olmamıştır. Dolayısıyla KöZ’ün dışındaki kesimlerin Maçoğlu karşısındaki eleştirel konumlarını kısa zamanda terk edeceklerini, bu tutumun yerini Sezai Temelli’nin açıklamalarında ifadesini bulan işbirliği çağrılarına bırakacağını görmek zor değildir.
Kuşkusuz Maçoğlu’nun halkçı belediyecilik iddiasının gerçekliği ancak HDP’nin demokratik bir taban inisiyatifi olma iddiasının gerçekliği kadardır. Ovacıkta bir halk hareketi yarattığını iddia eden Maçoğlu’nun TKP’si, BDP’den CHP’ye geçen bir aday karşısında sadece seçimi kaybetmemiş aynı zamanda 2014’teki oylarını da yitirmiştir. Bununla birlikte bu sahte halkçı belediyeciliğin tasfiyeciliği derinleştireceğine şüphe yoktur. Maçoğlu’nu örnek gösterenler siyasetsizliği kutsayacak, “boş laf”, “devrimci nutuklar” yerine “halkın hayatına değen adımları atanların kazanacağı”ndan dem vuracaktırlar. Sosyalizmin merkezî siyasi iktidarı devirmeden, belediyelerde, sendikalarda, kooperatifte “sosyalist üretimi örgütleyerek”, “sosyalist ilkeleri kitaptan yaşama geçirerek” mevziler kazanacağını savunan liberal eğilimler kendilerini “Maçoğlu’nun zaferi” ile gerekçelendireceklerdir.
31 Mart seçimlerinin bir bütün olarak sol içerisindeki tasfiyeci kuyrukçu eğilimleri güçlendireceğini öngörmek gerekir. İstanbul’u CHP’nin kazandığı koşullar altında Erdoğan’ın seçimle, “referandumdaki Hayır blokunu büyüterek” geriletilebileceği fikri yayılacak. Solun kendisini kimliksiz, siyasetsiz ve eylemsiz bırakmak pahasına Amerikancı muhalefete sunduğu desteği stratejik bir iflas olarak değil başarılı bir taktik hamle olarak görenlerin sayısı artacaktır. Bu tutumun emekçilere ve ezilenlere tavsiye edeceği tek şey Erdoğan geriletilene kadar sabırlı olmak ve provokasyonlara gelmemektir.
7 Haziran’da bağımsız bir hattan ilerleyerek Erdoğan’ın gerilemesini sağladığı hâlde 1 Kasım’a giden sürece önce razı olan sonra da bu süreçte “provokasyona gelmeyelim” diyerek geri düşen Erdoğan’ın yıpranmış olarak da olsa geri gelmesine fırsat sunan HDP ve destekçileri de bu sefer kendilerini tamamen CHP’nin arkasında saklayıp bağımsız bir tutum izlemeyerek CHP’nin bu pasif ve pasifist çizgisine tabi olmuş durumdadır. Bir başka deyişle muhalefetin çizgisinin tayinini tamamen Amerikancı muhalefete yani CHP’ye emanet etmiş durumdadır.
Bu nedenle İstanbul’daki seçimlerin tekrarının parlamentarist hayallerin tuzla buz olmasına yol açacağı açık olsa da karamsarlığın ve umutsuzluğun artmasına yol açarken kuyrukçuluğu zayıflatmayacaktır.
Nitekim İmamoğlu’nun uğradığı haksızlık bahane edilerek sahip çıkıldığı hakkındaki görüntü İmamoğlunun mazbatasını almasıyla birlikte bu sefer kendisine politik kimliğinden ötürü değil, burjuva demokrasinin asgari kazanımlarını korumak için seçimin meşru galibi İmamoğlu’nun haklarının korunması çizgisine evrilecektir. Bir başka deyişle AKP’nin İstanbul büyükşehir belediyesini CHP’ye teslim etmemekte direnmesi solun sadece oy verme aşamasında değil daha uzun süreli olarak CHP’nin kuyruğuna bağlanmasına hizmet etmektedir.
Öyle ki 31 Mart seçimlerinde “seçim aldatmacası değil ekonomik kriz mühim” diyenler, “aynı gemide değiliz”, “düzen partilerinden birini seçmeye mecbur değiliz” propagandası yapanların hepsi Erdoğan’ın bu saldırısı karşısında Ekrem Başkan’ın uğradığı haksızlığın telafi edilmesi için giderek zayıf bir olasılık haline gelen muhtemel bir seçimde, o olmazsa da İmamoğlu’nun icraatlarına başlamasıyla onun arkasında saf tutacaktır.
Cenaze töreninde Kılıçdaroğlu’na atılan yumruk, peşi sıra gelişen linç girişimi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Söz konusu saldırı birkaç bakımdan önem taşımaktadır. Her şeyden önce Erdoğan cephesinin zayıflığını göstermektedir. Bir yandan “demiri soğutalım” diye mesajlar verirken diğer yandan Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıyı kınamaması yürüyen sinsi bir plandan ziyade Erdoğan’ın açmazlarını gösterir.
Bunu tıpkı Afrin operasyonunda yahut Erdoğan’ın Kürdistan’ın bir kesiminde başlattığı kontrollü iç savaşta olduğu gibi görmek gerekir. Erdoğan geri dönüşsüz bir şekilde devletin baskı aygıtlarına yaslanan, kendi tabanı ile arasındaki bağları koparan bir çizgiye sürüklenmektedir. Giderek Bahçeli’nin zayıf meclis desteğine daha muhtaç olduğu ortaya çıktığı gibi, meclis dışında da MHP’nin harekete geçirdiği faşist güruha muhtaç olduğu da belli olmaktadır. Bu da Bahçeli’nin Cumhur İttifakı’nın bir eklentisi değil yönünü tayin eden bir aktör hâline gelmekte olduğuna işaret eder.
Nitekim İstanbul seçimlerini bir beka sorunu olarak gösteren Bahçeli, şimdi de atılan yumruğun arkasında durmakta, göstermelik olarak özür dilemek yerine Kılıçdaroğlu’na “Ne yaptın da sana yumruk attı?” diye sormaktadır.
Bu adımların hepsi Erdoğan’ın elindeki en büyük sermaye olan AKP’nin altını oymaktadır. Erdoğan’ın MHP’ye olan bağımlılığı arttıkça Bahçeli’nin kendisini iteklediği doğrultuda hareket etmekte, diğer yandan da tüm bu adımların onun en büyük sermayesi olan AKP’nin altını oyduğunu, kendisinin partisi üzerindeki denetimini zayıflattığını görmektedir. Bir yandan kendi partisi üzerindeki denetimi tahsis etmek, diğer yandan MHP’yi karşısına almamak için Erdoğan birbiriyle bağdaşmayan politikalar ve söylemler arasında sendelemektedir. Erdoğan’ın yalnızlığı ve kararsızlığı nedeniyle siyasal yaşamda Amerikancı muhalefetin umduğu yumuşama ve normalleşme asla gerçekleşmeyecek ama «konsolide olan tek adam rejimi/bonapartizm/faşizm» tespitleri yapanların sandığının aksine sürekli, kararlı ve tutarlı bir şekilde uygulanacak bir şiddet ve baskı rejimi de hüküm sürmeyecektir. Tam da bu çelişkili tutum nedeniyle 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar yaşananların tekrarlanma olasılığı da yoktur.
Hükümetin kararsız ve tutarsız şiddet politikaları Erdoğan ve kimi yandaşlarının yumuşama eğilimindeki zayıf çıkışlarına inat sürecektir. Tam da bu nedenle hükümet karşıtı emekçileri sindirmekten çok, öfkelendirirken Amerikancı muhalefetin krizi fırsata çevirmek yönünde adımlar atacağı belli olmuştur. Nitekim bu süreçte Davutoğlu, Gül vb.’nin oluşturduğu kesim de bağımsız bir çıkış yapma yönünde hareket etmektense AKP’yi MHP’den ziyade CHP ile daha uyumlu bir çizgiye çekme yönünde pısırık hamleler yapmakla yetinmektedir. Bir başka deyişle Amerikancı muhalefetin önünü açan bir rolle kendilerini sınırlamaktadırlar.
Geçmiş Olsun Korosu
Kılıçdaroğlu “Amaç CHP’lileri sokağa dökmekti. Biz bu oyunlara gelmeyeceğiz. 1 Mayıs’ta da provokasyonlara geçit vermeyeceğiz!” diyerek yönelimini açıkça ortaya koymuş, 1 Mayıs’ın hükümete karşı bir protesto gösterisi olmasının önünü şimdiden kesmiştir. HDP en üst düzeyde CHP’yi ziyaret etmiş, “geçmiş olsun” bahanesi ile Millet İttifakı’nda kendisine yer açma yolunda girişimde bulunmuştur. Halkevleri Eş Başkanı Kılıçdaroğlu’nu ziyaret etmekle kalmamış, Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırının “demokrasiyi ve eşitliği savunan herkese” yapıldığını ifade eden bir açıklama yapmış, böylelikle demokrasi ve eşitlik mücadelesinde sadece CHP tabanına değil CHP genel başkanına da yer ayırdıklarını kamuoyuna duyurmuştur. Keskin bir sınıf mücadelesi yürütme iddiasında olan TKP ise “Kılıçdaroğlu’na geçmiş olsun dileklerimizi iletmek insanlık görevimizdir.” diyerek yerel seçimlerde binmekte tereddüt ettiği CHP gemisine insanlık adına binmiştir. Elbette Dersim’deki müttefiki Maçoğlu da kınama korosuna katılmış “Toplumu ayrıştıran kutuplaştıran tüm anlayışlara karşı hep birlikte mücadele etmeliyiz” diyerek safını belli etmiştir. İstanbul seçimlerine bağımsız adaylarla katılan TKH ve EHP de bu kınama korosunda yerini almıştır. Seçimlerde İmamoğlu’na ve Yavaş’a destek çağrısında bulunan EMEP de “demokrasi ekseninde toplumsal kutuplaşmaya son verelim” çağrısını bir kez daha yükseltmiştir. Böylelikle var olan tasfiyeci iklimde, sol akımların CHP’nin merkezinde durduğu Amerikancı Muhalefet ile mesafelerini kalınlaştırmak yerine anti faşist mücadelenin gereklerini yerine getirmek adına CHP ile temaslarını sıkılaştırma yolunu tercih ettikleri bir kez daha açığa çıkmıştır.
Cenaze törenindeki saldırıların ardından gelen tepkiler karşısında İçişleri Bakanı ve MHP geri atmama yönünde bir tutum alsalar da örneğin 1 Mayıs’ta benzeri bir provokasyon girişimine kalkışma konusunda gözü kara olacaklarına dair bir işaret vermekte değildirler. Bunun beklenmesi gereken sonucu CHP’nin solu iyice uysallaştırıp peşine takarken hükümeti de itidalli bir tutuma çekme politikasının öne çıkarılacağıdır.
KöZ’ün Seçimlerdeki Tutumu
Yerel seçim sürecinde, siyaset sahnesinin iki gerici kutba ayrıldığı koşullarda KöZ tüm akımlara solun bağımsız ortak adaylarla seçimlere katılması önerisinde bulunmuştur. KöZ’ün çağrısının karşılık bulmaması bunun zamansız, uygulanamaz, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir öneri olmasından kaynaklanmamaktadır. Tersini söylemek daha doğrudur: söz konusu çağrıya icabet edilmemesinin nedeni bu önerinin uygulanabilir olması ve uygulanması sonucunda özellikle Amerikancı muhalefetin hesaplarını bozmanın, Saray karşısında kitlesel bir seferberliğin önünü açmanın sahiden mümkün olmasıdır. Bu ihtimalin kendisi tüm reformist akımları ürkütmüştür.
Zaten beklentimiz de bu önerinin karşılık bulması değildi. Zira HDP’nin kendini siyaset tablosundan silerek “AKP karşıtlığı” bahanesiyle CHP’nin kuyruğuna takılacağı öngörülüyordu. Solun muhtelif bölmelerini de peşinden sürüklemesi olasıydı. HDP’nin tasfiyeci misyonunun bu ileri aşamasının beklenen bir sonucu olarak solun muhtelif kesimlerini peşine takacağı öngörülerimizden birisiydi.
Bu nedenle önerimizin maksadı bir karşılık bulması değildi; önerimiz bu tabloyu belirginleştirip parlamentarizmi, kuyrukçuluğu ve tasfiyeciliği görünür hâle getirmek amacıyla öne sürülmüş bir taktik tutumdu. Böyle olacağını bildiğimiz için bu önerinin ardından yelkenleri suya indirmedik. Önerimizi kendi bağımsız tutumumuzla somutlamakta gecikmedik. İki merkezde iki bağımsız büyükşehir belediye başkan adayını destekleyeceğimizi açıklayarak seçim taktiğimizi somutladık.
Bu seçim taktiğinin esası herhangi bir seçimden kazanarak çıkmak olmadığı gibi geniş kitleleri bu tutuma kazanmayı hedeflemek de değildi. Parlamentarist, kuyrukçu tasfiyeciliği teşhir ederek devrimci bir seçenek devrimci bir önderlik ihtiyacını ve bu önderliğin yürüttüğü devrimci bir seçim çalışması arayışında olan militanlara sesimizi duyurmak ve seçeneğimizi kavratmaktı. O nedenle seçimlerden nasıl bir sonuçla çıkacağımız değil daha önce temas etmediğimiz, bizim ne söyleyip neyi savunduğumuzu öncelikli siyasal hedefimizin hangisi olduğunu bilmeyen devrimcilere ulaşmak, hâli hazırda temasta olduğumuz devrimcilerin gündemine tartıştırmak istediğimiz konuları sokmaktı.
Seçim programımızı ağırlıklı olarak bildiri dağıtma, kahve ziyaretleri vb. gibi kitlelere ulaşma amaçlı etkinlikler çerçevesinde değil, kurum ziyaretleri, teke tek görüşmeler gibi yollardan sürdürmemizin anlamı da burada yatmaktadır. Aynı bağlamda kitlelere yönelik yürüttüğümüz faaliyeti de kitleleri kazanmak amacıyla değil dışımızdaki devrimcilere onların kuyrukçu endişelerinin temelsizliğini, kitlelere siyasi gerçekleri açıklayan bir çalışma yürütmenin mümkün olduğunu göstermek amacıyla yürüttük.
Desteklediğimiz adaylar kendi örgütsel ve siyasi kimliğinin reklamını yapmadığı gibi komünist ve devrimci kimliğini gizlemeye de gerek duymadı. Bununla birlikte seçim çalışmamızın merkezine diğer akımlara da önerdiğimiz siyasi çerçeveyi oturttuk, seçim çalışması boyunca acil ödevin zaten gerilemekte olan AKP’yi yedeğiyle değiştirmek değil, devirmek olduğunun; bunun da parlamentarist yollardan olamayacağının, tek yolun devrim olduğunun propagandasını yaptık.
Büyükşehrin adayı olmaması, adayın çalışmasında öne çıkardığı konular ile KöZ’ün arkasında duranların kendi propaganda faaliyetlerinde öne çıkardıkları noktaların ayrışmasını sağladı. Adaydan bağımsız olarak KöZ’ün arkasında duranlar tasfiyeci bir çizgiyle Millet İttifakı’nın yedek gücü hâline gelen akımların aynı zamanda reformist olduklarını vurguladı. Bu çerçevede seçim çalışmaları boyunca yapılan propaganda faaliyeti esas olarak devrimci dinamikleri büyütmek için nasıl bir siyasi çizgi izlemek gerektiği üzerinde yoğunlaştı. Bu propagandayı yaparken böyle bir devrime önderlik etme iddiasını taşıdığımıza dair bir yanılsamanın oluşması ihtimali belirdiğinde bu seçeneğin gerçekleşmesi için KöZ’ün öne çıkardığı Bolşeviklerinki gibi bir devrimci partinin gerekli olduğunu öne çıkardık.
Böyle bir partinin inşası için komünistlerin parti yolunda birliği hedefini öne çıkararak seçim kampanyalarını istismar etmek partileşme stratejimizin propagandasını yapmaya olanak sundu.
Seçim taktiğimiz bunu teorik makalelerle değil, bağımsız adaylar etrafında bir seçim çalışması içerisinde yaparak seçimlerde devrimci bir tutum alınabileceğini, böyle bir taktik tutumda birleşmeyenlerin aslında devrimci bir parti hedefini terk etmiş reformist çareler arayan akımlar olduklarını göstermeye yönelikti.
Bu taktik tutum aynı zamanda iki gerici ittifak karşısında seçimleri pasif bir biçimde boykot eden akımlara da vuran bir çizgiyi temsil ediyordu. Zira bağımsız adaylar etrafındaki kampanyamız yegâne seçenekler gibi görünen iki ittifakın hiçbirine hiçbir yerde oy ve destek vermemeye aktif bir biçimde çağırıyordu. Kendi adaylarını ya da bağımsız adayları öne çıkaran akımları da bu tutumun birleşik bir ortak kampanya ile yürütülmesini reddettikleri için eleştiren bir tutumu ifade ediyordu. Bu ayrı durmanın gerekçesi ise bizim çağrımızın cılız, adaylarımızın güçsüz olmasından değil, söz konusu akımların oportünist çizgisinden ileri geldiğini göstermeyi hedefliyordu. Komünistlerin Birliği’ni savunanlar bu amaçlarına ulaşmışlardır.
1 Mayıs’a Doğru
AKP’nin büyükşehir belediyelerini yitirmesi, mazbata krizi, Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı, başta HDP olmak üzere ve HDP aracılığı ile neredeyse tüm sol akımların CHP’nin kuyruğuna takılması elbette karşılığını 1 Mayıs’ta da bulacaktır. CHP 1 Mayıs’ı seçim kutlamasının yapıldığı bir şenliğe dönüştürmek isteyecek, bu şenliği toplumun normalleşmesini isteyen demokrasi güçlerinin buluşması olarak niteleyecektir. Solun geniş kesimlerinin dünden razı olduğu bu bayram tablosunun bir parçası olmamak elbette kendini devrimci gören tüm güçlerin ortak görevi olmalıdır.
Aslına bakılırsa karşılaştığımız manzara yerel seçimler öncesindeki tabloya aykırı değildir, tersine tasfiyeci ve kuyrukçu dinamiklerin daha pervasız hareket edebildiği bir iklime işaret eder. KöZ’ün yerel seçimler öncesindeki saraya karşı kitlesel bir seferberlik şiarını yükselten ortak aday vurgusu bu iklimi bozmak isteyen güçlere yönelik bir güç birliği çağrısıydı. Bir seçim çalışması ile sınırlı olmayan çağrı, esas olarak CHP’nin normalleşme ve toplumsal uzlaşma çağrılarına inat Cumhur İttifakı’na karşı eylemli bir çizgi izlemek isteyenlerle buluşma kaygısını taşıyordu. Dolayısıyla KöZ gerek 1 Mayıs’ta gerekse 1 Mayıs sonrasında bu kesimlerle bir eylem birliği içinde yer alma girişimlerini sürdürecek. Yaklaşan 1 Mayıs’a “Parlamenter hayallere kapılma! Erdoğan ve Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak için devrim! Devrim için devrimci parti!” içeriğini öne çıkararak katılacak KöZ, reformistlerin CHP güdümündeki demokrasi şöleninin bir parçası olmak istemeyen güçlere saraya karşı ortak bir eylem çizgisi çağrısını yükseltmeye, bu doğrultudaki siyasi faaliyetini de en acil görevin devrimci partiyi yaratmak olduğu propagandasına tabi kılmaya devam edecek.