Kriz 90’lardakinden Daha Büyük; Pasifizmin Yol Açacağı Yenilgi de!

0

[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesi’nin Eylül 2015 tarihli 5. (102) sayısında yayımlanmıştır.]

1 Eylül Dünya Barış günü yaklaşırken “tekrar seçim” diye adlandırılan seçimin tarihi 1 Kasım olarak belirlendi. Bu süreçte Erdoğan’ın talimatlarıyla yürütülen pervasız saldırılarının tırmanması kamuoyunda olduğu kadar onu takip eden solda da “1990’lara geri mi dönülüyor?” tartışmasını başlattı. Bir yandan da HDP’nin merkezinde olduğu sol güçler tarafından barış çağrıları yükseltilmekte. HDP’nin başını çektiği ve bir dizi kitle örgütü ve sol akımın içinde bulunduğu “Barış Bloku” vesilesiyle de bu çağrı sol kamuoyunda geniş bir şekilde sahiplenildi. Bu bağlamda Türkiye’deki siyasal durumun ne ölçüde 90’larla benzeştiğini ve barış söyleminin soldaki evrimini irdelemekte fayda var.

Barış Söylemi Türkiye’de Solun Gündemine Nasıl ve Ne Zaman Girdi? 

Türkiye solunda barış söylemi ilk olarak 1950’lerde İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra kendine yer buldu. Nazım Hikmet ve Behice Boran gibi aydınların da içinde bulunduğu Barış Derneği 1950’de kuruldu, 1951’de Kore Savaşı’na karşı çıktığı için kapatıldı. 1970’lere gelindiğinde bir diplomat olan Mahmut Dikerdem ve TKP çevresindeki aydınların girişimiyle dernek tekrar canlandırıldı. 12 Eylül sonrasında derneğin kapatılması ve Aziz Nesin, Ali Sirmen, Vedat Türkali gibi aydınların da aralarında olduğu geniş bir kesimin yargılanması dünya kamuoyunda ses getiren bir olay oldu. 

Dernek esas olarak SSCB’ye karşı uluslararası saldırganlığı durdurma, Türkiye’yi Amerika ile SSCB arasındaki nükleer silahlanmada tarafsızlaştırmak için bir kamuoyu yaratma hedefini üstlenmişti. Nitekim İkinci Emperyalist Paylaşım savaşı sonunda oluşan statükoya dayalı olarak SBKP çizgisini takip eden akımların dünya genelinde izlediği siyasi hat da barışı korumak üzerine inşa edilmişti. SBKP etkisindeki akımlar SSCB’nin daha ileri bir üretim biçimine sahip olduğundan barış koşullarında sosyalizmin kendiliğinden kapitalizmi alt edeceğini ve sosyalizmin tüm dünyaya yayılacağını savunan revizyonist çizginin takipçileriydiler. 

SBKP’yi takip eden akımların pasifist (barışçı-barışsever) bir siyasi hat izlemeleri 1950’lerden itibaren gerillacı akımların bir tepki olarak ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Enternasyonal bir perspektife sahip olmaktan çok ulusal özgünlüklere dayanan bu hareketlerin Türkiye’deki yansıması da 71 kopuşu oldu. Reformistlerden kopan Türkiyeli devrimcileri etkisi altına alan silahlı propagandaya yahut halk savaşına dayalı gerillacı stratejinin şiarı “barış değil savaş”tı. Öyle ki THKP-C’nin kurucusu olan Mahir Çayan’ın “devrim için savaşmayana sosyalist denmez” sözleri yaşadığımız topraklardaki devrimcilerin bir kuşağının şiarı olmuştur. 

Günümüzde dünyada varlığını koruyan en etkili gerilla hareketlerinden biri olan PKK’nin de çıkış noktası bu çizgidir. Nitekim İmralı’daki görüşmelerden aktarılan notlarda görüldüğü gibi Abdullah Öcalan’da “Ben hala Dev-Genç çizgisindeyim” diyerek PKK’nin kökenini işaret etmektedir. Her ne kadar varlıklarıyla SBKP’nin pasifist çizgisine adı konulmamış bir muhalefete işaret etseler de gerillacı akımlar SSCB’nin örtülü bir desteğini öngörmekteydiler. 1990’lara gelindiğinde SSCB’nin çökmesi de gerillacı akımların daha farklı bir perspektife yönelmesine yol açtı. Gerilla eylemlerinin anlamı devleti siyasi bir çözüme zorlama aracı olarak ele alınmaya başlandı. 

Bu gelişmenin bir sonucu olarak 90’larda barış çizgisini öne çıkaranlar 12 Eylül öncesindeki TKP’lilerle taban tabana zıt görüşlere sahip, PKK ile ilişkili akımlar oldu. Bu durum barış söyleminin 80 öncesindeki gibi aydın çevresiyle sınırlı kalan ve uluslararası bir anlam ihtiva eden bir çerçeveyi fersah fersah aşmasına, ülkenin siyasi gündeminin ana belirleyeni haline gelmesine yol açtı. 

1990’larda Değişen Dinamikler ve PKK ile Türk Devleti Arasındaki Mücadelenin Seyri

Bu noktada 1990’lara damga vuran iki olayın altını çizmek gerekir. Birincisi Gorbaçov’un “açılımları” vesilesiyle SSCB’nin dağılması, bir diğeri ise Birinci Körfez Savaşı’nın patlak vermesidir. Bunların uluslararası sonuçları bir yana Ortadoğu ve Kürt hareketi açısından sonuçları önemlidir. Çünkü tam da bu dinamikler ortaya çıkarken Türkiye Kürdistan’ında PKK gerilla savaşında bir dönemeç noktasına gelmişti. 90’ların başından itibaren PKK’nin mücadelesi bir gerilla mücadelesi olmaktan çıkmış, Kuzey Kürdistan’ın kent ve kırsal alanlarındaki serhildanlara dönüşmüştü. Bu durum Irak savaşı ve bölgede yarattığı istikrarsızlığın ve PKK’nin daha geniş bir kitle alanında yaygınlaşmasının sonucuydu. Bu dönem devletin son derece güç duruma düştüğü bir döneme de işaret ediyordu. Bunun paralelinde yaşanan başka bir gelişme, PKK’nin Türkiye cephesinde sözcülüğünü yapan, mücadeleyi Türkiye cephesine yaymaya çalışan Halkın Emek Partisi’nin parlamentoya girmesiydi. İlk olarak 1987’de kendilerine parlamentoda yer bulan Kürt vekiller 1991’de HEP olarak SHP listelerinden parlamentoya girmişlerdi. HEP’li vekillerin amacı cephe gerisinden Kürt sorununu parlamentoda dile getirmek ve PKK ile devlet arasında bir aracılık vazifesi üstlenmekti. Bir başka görevi ise kamuoyunu tarafsızlaştırıp müzakere zeminini yaratmaktı. 90’larda manzara kabaca, giderek karışan bir Ortadoğu, PKK’nin mücadelesinin serhildanlara dönüşmesi ve buna bağlı olarak da Türkiye’de bir parlamenter hareketin varlığı şeklindeydi.

“90’lar” diye anılan süreç bu dinamikler karşısında devletin mücadele taktiğini değiştirmesi ve PKK’nin üzerine farklı bir taktikle yürümesi anlamına da geliyordu. Aynı zamanda PKK’nin de bu dinamikler karşısında farklı bir tercihte bulunması demekti. Bu da SSCB’nin çöküşüyle alakalıydı. Normalde Mao Zedung düşüncesine göre halk savaşı çizgisinde olan bir akımın böyle bir evreye gelmiş bir mücadelede kurtarılmış bölgeler ilan etmesi, kızıl siyasi iktidarlar kurması ve Türk devletini bu alanlardan kitlesel ayaklanmalarla püskürtme yoluna girmesi gerekiyordu. Klasik gerillacı, Çin Devrimi modelini benimseyen bir akımın önüne aldığı hedefler bunlardı. Fakat PKK daha çok Küba örneğinden esinlenen bir çizginin takipçisi olduğu için özellikle SSCB’nin çözülmesiyle bambaşka bir hatta girdi.  

PKK gerilla mücadelesinin yeni bir halk iktidarı kurmak için olduğunu savunma fikrinden adım adım vazgeçti ve tersinden kitle ayaklanmalarını ve gerilla mücadelesini devleti ikaz etmek, kendisini muhatap aldırmak için bir uyarıcı güç olarak kullanmaya başladı. Bunu yaparken de kitle hareketlerinin (serhildanların) serpilip yayılarak denetim dışına çıkmasını önleyecek şekilde kitle hareketlerini geri plana çekti ve gerilla mücadelesini hızlandırmaya başladı. Kitle hareketleri 1991-92-93 döneminden sonra kent merkezlerinde daha da ilerleyen bir seyir izlemedi; tersine daha yoğun bir askeri mücadeleyle ilerleyen ve sık sık ateşkes molalarıyla ilerleyen yoğun bir gerilla mücadelesi başladı. PKK’nin gerilla mücadelesini esas olarak siyasi çözüme gitmek için bir taktik araç olarak kullanma mantığıyla bu durum bağdaşıyordu. Bir yandan da cephe gerisi olarak görülen siyasi mücadele alanlarında PKK etkisindeki hareketler tarafından serhıldan çağrısından ziyade barış çağrısı daha güçlü bir şekilde dile getirilmeye başlanıyordu. 

1 Eylül Dünya Barış Günü’nün solun takviminde yer alması bu döneme rastladığı gibi kamuoyunda yankı getiren 1996’da İstanbul’dan Diyarbakır’a yola çıkan Musa Anter Barış Treni de aynı çabalara işaret eder. Bugün de örnekleri görülen ve barış söylemi etrafında en geniş blokların oluşturulması, devletin bu savaşa son vermesinin istenmesi 1990’larda cephe arkası olarak görülen kesimler için tarif edilen görevdi. Fakat anlaşılmayan nokta bugün olduğu gibi Türk devletinin bu barış çağrısına kulak asmayacağı ve çözüme yanaşmayacağıydı. Bununla birlikte Demirel’in Kürt realitesini tanımaktan bahsetmesi, 1993’te iktidara gelen Tansu Çiller’in Bask modelini işaret etmesi, Kürtçe seçmeli ders ve televizyonu gündeme getirmesi Türk devletinin politikalarının bugün olduğu gibi o dönemde de zigzaglı bir hatta ilerlediğini göstermektedir. Nitekim 90’larda Türk devletinin PKK karşısındaki tutumu ve 90’lar sürecinin nasıl sonlandığı için geçtiğimiz süreç için de öğreticidir. 

90’lar diye adlandırılan dönemde devlet, karşısında kentte beklentisinin dışına taşan hareketi frenleyen ve fakat asıl muhatap olarak daha yoğun bir gerilla mücadelesiyle devletin karşısına çıkan gerillayı görüyordu. Bu hareketi ezmek için topyekûn –kirli savaş diye de tanımlanan- bir özel harekâtla, kapsamlı bir savaş hamlesi başlatıldı. Köylerin boşaltılması, ormanların yakılması, sürülerin imhası, baraj projelerinin geliştirilmesi hamleleri bir bütün olarak Kürdistan kırsalının yok edilmesi anlamındaydı. Yani Kürdistan’ın şehirleştirilmesine bir anlamda devlet ön ayak olup kendisi için bir başka tehlike dinamiğini tetikliyordu.

Kürdistan’da böyle bir “kirli savaş” yürütülürken tersinden Türkiye’nin batısında nispi demokratikleşme hamleleri gerçekleşiyordu. 1 Mayıslar yasal bir statüye kavuşuyordu, Türkiye’deki sosyalistlerin legal anlamda siyaset yapmasının önü açılıyordu. Türkiye’de solun kendine hareket alanı yarattığı kültür merkezleri gibi yerlerin açılması bu döneme denk gelmektedir. Kürdistan’da savaş yürütülürken Türkiye’nin batısında da 89 eylemleriyle bir yükseliş yaşamış işçi hareketinin Kürdistan’daki mücadeleyle buluşmasını engellemek amacıyla rüşvet niteliğinde kısmi, kozmetik – demokratik reformlar yapılıyordu. 

1990’lar dediğimiz sürecin noktalanması ise, asıl olarak 1999’da değil 28 Şubat 1997’de gerçekleşti. Askerler ve İstanbul sermayesi ittifakı tarafından Refah Yol hükümetinin devrilmesinin ardından, Türk devleti generalleri aracılığıyla Suriye’ye ültimatom verdi ve Öcalan’ın rehin alınması sürecinin önü açıldı. Yani süreci noktalayan barış kampanyalarının başarısı değil, tersine ABD’nin de desteklediği 28 Şubat Darbesi ve ikazlar da içeren şekilde de olsa Türkiye’nin komşularıyla işbirliği içinde Öcalan’ı Suriye’nin dışına çıkarması ve rehin alınması oldu. 

İçinden Geçtiğimiz Dönem Ne Ölçüde 90’larla Benzeşiyor?

Bugüne geldiğimiz zaman ilk bakışta şirazesinden çıkmış, Kürtlere tümüyle savaş açmış bir Erdoğan karşımızdayken ilk etapta “90’lara geri mi dönüyoruz?” saptaması bir doğruya işaret eder gibi görünse de tersini söylemek gerekir. Rejimin bir “balans ayarıyla” yola girmesinin mümkün görünmediği ve Kürtlerin ulusal kurtuluşunun önünde çok daha büyük fırsatların olması tamamen farklı bir dönemden geçtiğimize işaret eder.

İlk olarak 90’lar dediğimiz süreçte devletin kendisiyle mücadele eden güçlere karşı verdiği mücadele esas olarak gerillaya karşı mücadeleydi. Bugün bu durum tamamen değişmiş durumdadır. Kırsalda gerillanın peşinden giden bir devletten ya da devlete kırsalda saldıran bir gerilladan bahsetmek mümkün değildir. Kürdistan’daki mücadele esas olarak kent merkezli bir mücadeledir. Her ne kadar bunlar gerilla mantığıyla düzenlenen eylemler olsa da, şu veya bu şekilde kitlelerden güç alan PKK kadro ve sempatizanlarının eylemleri söz konusudur. Artık ağaçların arkasına gizlenen gerilladan ziyade insanların arkasında duran bir gerilla vardır. Dolayısıyla böyle bir savaşta devletin kazanması ağaçları yakmakla değil, devletin kentleri yok etmesiyle mümkündür. Devletin Kürdistan halkına karşı topyekûn bir imha savaşı, kent merkezlerini işgal edecek şekilde bir savaş uygulaması gerekir. Bugüne kadar dünya tarihinde böyle bir mücadele yöntemi izleyen hiçbir işgalci güç de şu ana kadar başarılı olamamıştır. Ancak Erdoğan’ın gayrı meşru hükümetinin sürüklendiği yol budur. Devletin sindirmek istediği güç 90’lardakinden farklı yöntemler uygulayan bir güç olduğundan devletin uygulaması gereken mücadele yöntemi de 90’lardakinden farklı bir yöntemdir. 

Altının çizilmesi gereken ikinci farklılık, her zaman için uluslararası bir muhteva taşıyan Kürdistan sorununun uluslararası niteliğinin bugün geldiği çarpıcı noktadır. Fakat 90’lara baktığımızda Kürdistan ve Ortadoğu’daki statükonun görece sağlam olduğu bir dönem söz konusudur. Irak’taki savaşın varlığına karşın, ikinci paylaşım savaşının sonunda kurulmuş düzen varlığını sürdürebiliyordu. Türkiye’nin komşularıyla bu temelde kurulmuş bir ilişkisi vardı, en çarpıcı özeti 28 Şubat sonrasında Suriye’ye generallerin nota vermesi ve sonrasında Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıydı. Bu aslında Türkiye ile Suriye arasında diplomatik bir anlaşmanın belirli parametreler içinde mümkün olduğunu gösteriyordu. Bundan daha önemlisi bugün istikrarsızlıkların sonucunda güneyde özerk bir Kürt yönetiminin kurulması, batıda, Rojava’da bir devrimin gerçekleşmesi sonucunda uluslararası niteliği farklı bir boyuta ulaşmış Kürdistan sorununun varlığıdır. Kürtlerde bir millet bilincinin oluşmasının yolu bu dinamikler vesilesiyle oluşmaktadır. Bu durum Kürtlerin milli bilincinin büyümesine vesile olduğu kadar, aynı zamanda Türk devletinin açmazlarının derinleşmesine işaret eder. Türk devletinin bir ezen ulus devleti, karşı devrimci bir burjuva diktatörlüğü olarak yok etmek istediği devrimci güçler var. Rojava’ya saldıran devletin NATO ittifakının bir parçası olarak ABD ile bir ilişkisi söz konusuyken, ABD ile Rusya Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruma konusunda anlaştığı için bu güçleri karşısına alarak bir operasyona kalkışamamaktadır. IŞİD’i Kürtlere saldırtması ise Türk devleti için başka açmazlara yol açmaktadır. Bu süreç yaşanırken de Kürdistan’daki ulusal güçler ulusal bilinci yaymak konusunda daha fazla mevzi kazanıyor. Yani Türk devleti açısından saldırganlığını arttıran ama saldırmasını güçleştiren dinamikler söz konusu. 

Üçüncüsü 90’lar dediğimiz süreç devlet açısından siyasi kriz, Amerika-TSK-TÜSİAD yanlısı bir koalisyonun adım adım kurulduğu bir döneme, 12 Eylül rejiminin kendisine tekrardan makyaj yaptığı bir döneme ilerliyordu. Suriye’ye Abdullah Öcalan’ın Suriye topraklarını terk etmesine dair verilen nota da rejimin bu özgüveninden kaynaklanmaktaydı. Bugün ise tam tersi bir süreç söz konusudur. 28 Şubat’taki gibi bir balans ayarı yapan bir Türk Silahlı Kuvvetlerinden bahsetmek bugün mümkün değildir. Bilakis şu anda Türk devletinin Kürdistan’ın üzerine bu şekilde yürümesinin devletin uzun vadeli çıkarları açısından bir açıklaması bulunmamaktadır. 

Böyle bir savaşı şu ana kadar kazanmayı başaran bir burjuva devleti tarihte söz konusu olmamıştır. Ve böyle bir savaşın tetikleyeceği sonuçlar bugüne kadarki sınıf mücadelelerinden bellidir. Burjuva siyasetçilerini rasyonel aktörler olarak düşündüğümüz zaman, bu hesaba anlam veremiyor olmamız gerekir. Televizyonda boy gösteren veya köşe yazısı yazan bir sürü burjuva ideoloğunun da söylediği şey budur. Bu kesimlerin vardıkları yer ise süreci sadece Erdoğan’ın kişisel hırslarıyla açıklamaktır. Oysa bu durum KöZ’ün arkasında duran komünistlerin öteden beri Türkiye’de rejim krizi diye tarif ettiği bir sürecin sonucudur. 90’lar bir siyasi krizin balans ayarıyla çözümüne giderken, bugünkü siyasal kriz çok daha kapsamlı bir noktaya ulaşmış, tepedeki burjuva siyasetindeki aktörlerin geri çekilmesi mümkün olmayan bir şekilde birbirine girmesine yol açmıştır. Bütün bunlar Erdoğan’ın siyasi akıbetinin ne olacağı sorununa düğümlenmiştir. Aslında Erdoğan’ın siyasi ikbali diye tartıştığımız sorun 12 Eylül rejiminin başına ne geleceği sorunudur. Bu krizin bir balans ayarıyla çözülmesi, rejimin restore edilmesi seçeneği gitgide tükeniyor. 7 Haziran seçimleri de sonuçlarıyla AKP’yi parçalayarak çözme umudunu da tüketen bir gelişme oldu. 90’larda olan, rejimin sorununun çözülüp Kürtlerin üzerine yürünmesiyken bu sefer aslında Kürtlerin üzerine kendi iç sıkışmışlığını çözmek için yürüyen, burjuva devletinin çıkarlarını ateşe atan bir Erdoğan ve AKP hükümeti var. Bu açıdan da bir farklılık söz konusudur. 

90’larda Türkiye’nin batısında demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarını rüşvet olarak veren bir dönemden bahsedilebilirken, bugün hem Kürdistan’da Türk devletinin elinin zayıflaması -topyekun savaşın açtığı kırılganlıktan ötürü-, hem de batıda Erdoğan’ın kırılgan pozisyonu sebebiyle baskıcı bir rejimin yolu döşeniyor. Yani 90’ların tam tersi bir süreç olduğu, rejimin krizini çözmeye doğru ilerlediği değil, gittikçe derinleştirdiği tespitini yapmak yerindedir. 

Emekçi ve Ezilenlerin Önündeki Devrimci İmkanlar Artarken Karşı Devrimci Saldırı Tehlikesi de Güçleniyor 

PKK’nin mücadelesinin vardığı nokta SSCB’nin olmadığı koşullarda bir gerilla mücadelesinin sınırlarını göstermiş oldu. Kitlelerin artan bir politizasyonunun ve derinleşen bir rejim krizinin var olduğu koşullar net tarif edilmiş bir siyasal hat önderliğinde devrimci sonuçlara yol açmaya müsaitken, gerilla savaşını da tutarsız bir noktaya itmiştir.

7 Haziran seçimleri HDP’nin parlamentodaki gücü açısından olumlu bir sonuca işaret etse de gelinen noktada köşesine çekilip duruma rıza gösteren değil daha da saldırganlaşan bir Erdoğan söz konusudur. Bu durum, siyasi mücadeleyi parlamento merkezli düşünenler için şaşırtıcı bir gelişme olsa da KöZ’ün arkasında duran komünistler için seçimlere giderken de işaret ettikleri üzere beklenen bir gelişmedir. Nitekim henüz seçim kampanyası sırasında başlayan saldırganlık ne HDP’nin kitlelere sükûnet tavsiye etmesiyle ne de seçim başarısıyla durmamış aksine artmıştır. Bunu durdurmanın yolu da -seçim kampanyası sırasında da eksikliği görülen- kitleleri Erdoğan’ı doğrudan karşısına alan bir hatta harekete geçirmektir. Oysa HDP ısrarla kitleleri sükunete davet ederek keskin bir mücadeleyi artık daha çok kentlerde etkinlik yürüten gerillaya havale ederken, kendisini arkasında aktif bir kitle desteği olmayan bir parlamenter alete indirgeme eğilimindedir. Bu durum sadece HDP’nin işlevsiz ve gereksiz hale gelmesine yol açmaz; aynı zamanda onun dahil olduğu kampın toplam gücünü ve etkisini de büyük ölçüde budar. 

HDP’nin seçim başarısından sonra gayrı meşru bir hükümetle Erdoğan’ın devleti bir savaşa sürüklemesini ve ipleri eline almasını mümkün kılan da esas olarak günün devrimci hedeflerini açıkça ortaya koyan bir akım olmamasından kaynaklanmaktadır. Kitleleri rejim krizini devrimci bir temelde çözmek için seferber etmektense soyut ve hayalci bir barış çağrısı yükseltilmektedir. Örneklerini belirttiğimiz üzere bu çağrı 90’larda da yükseltilmiş ve 90’lar dediğimiz sürecin sonu emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesi açısından olumsuz bir şekilde sonuçlanmıştır. İçinden geçtiğimiz dönemin 90’lardan belirgin bir şekilde farklı olan koşulları, barış talebinin yaratabileceği siyasi sonuçları daha olumlu hale getirmezken kitleleri devrimci bir siyasi hat üzerinde harekete geçirmenin ve 12 Eylül rejiminin emekçi ve ezilenler tarafından tarih sahnesinden silinmesini kat be kat mümkün hale getirmiştir. Bunun başarılamadığı koşullarda ise, Türkiye Kürdistan’ında uzun vadede yenilmeye mahkum olsa da, Türkiye için daha da baskıcı ve gerici bir rejimin yolunun döşendiğini görmek gerekir. 

Bu şartlarda, elbette komünistlerin ödevi hedefi şaşırıp nişan tahtasına HDP’yi ve/veya PKK’yi koymak değildir. Bilakis bu dönem bu yanılgıdan en büyük titizlikle kaçınılması gereken bir dönemdir. Aksine komünistler Kürt hareketinin ve dostlarının önündeki imkanları işaret ederek ve eksik ve yanlışlara dikkat çekerek bugüne kadar izledikleri tutumu sürdürmekle yükümlüdür. Zira bunları sorgulayıp proleter devrimci bir seçenek arayanlara yol göstermenin ve onlarla buluşarak stratejik hedeflerimize birlikte yürümenin yegane ve esaslı yolu budur.

Paylaş