[Bu yazı Proleter Devrimci KöZ Gazetesinin Ocak 2005 tarihli 24. sayısında yayımlanmıştır.]
Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve “15’ler”…
Ocak Ayında Kaybettiklerimiz
Bedenin ölmesine rağmen fikir ve ülkülerin yaşamaya devam edebileceği konusunda idealistlerle, kendilerine böbürlenerek materyalist sıfatını yakıştıranlar arasında bir ortaklık sağlayan yaygın hurafeler var. Oysa çoğu kez unutulan ve unutturulan o ki, aslında fikirler ve ülküler kendi başlarına yaşamazlar, yaşayamazlar.
Lenin Mumyalandı, 15’lerin Adları Kaldı
Ocak ayı komünistler açısından ayrı bir anlam taşıyor. Komünistlerin yolunu aydınlatan birçok yıldızın sönüşü bu aya rastladı. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919’da öldürüldüler.
Lenin uzun süren hastalığının ardından 24 Ocak 1924’te komünistlere ışık tutan gözlerini yumdu. Yaşadığımız topraklardaki ilk komünist partinin 15 kurucu önderi, 28 Ocak 1921’de öldürüldüler.
Dünya proletaryasının ölümleri aynı aya denk düşen daha nice isimsiz kahramanı var… Bu yüzden her Ocak ayında komünistlerin, devrimcilerin yayınları siyah sayfalarla, «öldükleriyle kalmadılar», «yeniden doğarız ölümlerde», «anıları kavgamıza ışık tutacak» türünden anma yazılarıyla bezenir. Aslında önderlerin de bizden farklı olmadıkları gerçeğinin en çıplak biçimde göze görünebileceği an onların ölümleridir. Belki bu yüzden, izleyicileri arasında onların ölümlerini bir sis perdesiyle sarmalamak ihtiyacı sık görülür.
Marx’ın ardından Kautsky ve başkaları ona adeta tapınak misali bir anıt-mezar yaptırmak istiyorlardı. Engels bunu güç bela ve otoritesini kullanarak önledi. Sonra da, başına benzer bir şey gelmesini önlemek için, peşinen vasiyet etti, ölümünden sonra yakılıp küllerinin okyanusa serpilmesini istedi. Bu öğretmenin son dersi bu oldu. Ama Lenin’in başına daha korkuncu geldi: Zinoviev’in önerisi, Stalin’in de hararetli desteğiyle, SBKP Politbürosu Lenin’in hepimizinki gibi ölebilen ve ne yazık ki pek erken ölen bedenini bir çeşit mumya haline getirme kararı aldı. Bu gayretin anlamı hakkında hemen hemen hiç düşünülmedi. Ateist ve komünist olmakla, bu davranış arasında bir uyum olup olmadığının üzerinde pek durulmadı. Lenin’in başlattığı davanın ölü bedenini canlı gibi göstermek ve boy boy heykellerini dikmekle sürdürülemeyeceği konusunda kimsenin kuşkusu yoktu elbet; ama bu gayretlerle o davayı sürdürmek arasında ters orantılı bir ilişki olduğu da doğrusu pek düşünülmedi.
Bedenin ölmesine rağmen fikir ve ülkülerin yaşamaya devam edebileceği konusunda idealistlerle, kendilerine böbürlenerek materyalist sıfatını yakıştıranlar arasında bir ortaklık sağlayan yaygın hurafeler var. Oysa çoğu kez unutulan ve unutturulan o ki, aslında fikirler ve ülküler kendi başlarına yaşamazlar, yaşayamazlar. İdealistlerle kaba materyalistleri buluşturan zemin ise fikir ve ülküleri, putlarla, fetişlerle dogmalarla yaşatma gayreti yahut iddiasıdır. Halbuki fikir ve ülküleri «orijinalliğini bozmadan» koruyup yaşatma sevdasında olanların aslında onların mezar kazıcıları oldukları kolayca görülebilir.
Lenin’in görüşleri ve ülküleri onun toplu eserleri basılarak, heykelleri dikilerek, bedeni mumyalanarak yaşatılamamıştır. Aksine bu tür gayretler bu fikir ve ülkülerden uzaklaşmayı gizleyen birer örtü olmuştur. Fikir ve ülkülerin bu biçimde yaşatılacağına hala inananlar varsa da bunlar bir çiçek fotoğrafı ile çiçeğin kendisi arasındaki farktan habersiz kimseler olsa gerektir.
Doğrusu Lenin’in asıl mirası ve onun düşünce ülkülerinin sürekliliğinin asıl güvencesi Komünist Enternasyonal’de yatmaktaydı. Bugün de Lenin’in yolundan yürüme iddiasında olanların asıl yoğunlaşması gereken ödev Lenin zamanındaki Komünist Enternasyonal’in bayrağını yeniden kavrayıp yükseltmek komünist devrimin dünya partisini yeniden inşa etmektir.
Lenin’in başlattığı davanın sürdürülmesinin ve SSCB’nin korunabilmesinin asıl güvencesi Komünist Enternasyonal idi. Ama Lenin’den sonra komünist devrimin dünya partisi aynı çizgide yaşatılamadı. «Sosyalist anavatanın çıkarları için» diplomatik bir aygıta dönüştürülüp, içi boşaldıktan sonra, aynı gerekçeyle tasfiye edildi.
Bugün ilk Sovyet Cumhuriyetinin yerinde çoktan beri yeller esse de, Lenin’in mozolesi hala Kızıl Meydan’da; ve hala yoğun bir ziyaretçi akımına uğruyor; heykellerinin çoğu da duruyor. Komünist Enternasyonal’in kuruluşunun ilan edildiği yerde Lenin’in ürkütücü, makyajlı mumyası, çoğu komünizmle yakın uzak ilişkisi olmayan turistlerin ilgisine sunulmuş, BDT’nin turizm sektörünün bir unsuru haline gelmiş durumda. Bir yandan da bu mumyasından hareketle Lenin’in klonlanmasını tartışanlar var!
Onu bu hale getirenlerin açtığı yara muhakkak ki, Lenin’in ölümüne neden olan kurşunu sıkan Fanny Kaplan’ınkinden daha derindir. Bu nedenle Lenin’i ölümden beter bir sona mahkum etmek isteyenlerin de komünistlerin öfkesine muhatap olması kaçınılmazdır.
Bu tutumun gereği, Lenin’in mozolesini gözetmek, heykellerini yeniden dikmek hedefiyle değil, onun başlattığı ve yenilgiyle sonuçlanmış olan kavganın zafere ulaştırılması azmiyle yürümektir; komünistlerin yapması gereken ve yapacağımız budur.
Rosa Luxemburg-Karl Liebknecht
Ocak ayında yitirdiklerimiz arasında olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in akıbetleri diğer örneklerden farklı oldu. Hatta bir bakıma tam tersi oldu bile denebilir.
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Komünist Enternasyonal’in katledilmiş ilk militanları olarak anılır; bundan sonra da öyle anılacaklardır.
Komünist Enternasyonal’in Rosa Luxembourg ve Karl Liebknecht’i anarak açılan bir kongrenin sonucunda kurulması da bu yüzden şaşılacak bir durum değildir. Çünkü bu kongre onların ölümünden 6 hafta sonra toplanmıştı.
Onların önderlik ettiği Spartakistler Birliği, Alman Komünist Partisi’ne dönüştüğü zaman, Lenin bu partinin kurulmasıyla Üçüncü Enternasyonal’in fiilen yaşamaya başladığını ilan etmişti.
Spartakistler Birliği’nin manifestosunda şu sözler yer aldı:
“…şu noktayı her yoldaş akılda tutmalı: böyle derin bir çöküntüden bizi ancak bütünüyle kaynaşmış, açık ve kararlı bir politika kurtarabilir. Yarım yamalak önlemlerin, zigzagların yahut korkakça bir bekle gör politikasının bize hiçbir yardımı olamaz. Şimdi herkes kendine ya o ya da bu demek zorundadır. Ya sosyalist aslan postu altında ulusal-liberal bir koyun olacağız ve sonra biz de muhalefetle (USPD-çvrn) aynı oyunu oynayacağız. Ya da kelimenin tam anlamıyla proletarya enternasyonalizminin savaşçıları olacağız. O zaman da muhalefetle olan tüm hesabın görülmesi ve enternasyonalizm bayrağının ne pahasına olursa olsun ve açıkça dalgalandırılması gerekecektir.” (Spartakistler Ne İstiyor?, age. s.98)
Bu sözlerle bayrak açan Spartakistler «ulusal-liberal koyunlar» olmadılar; ama onlarla aynı aslan postunun altında durmaktan da bir türlü kurtulamadılar. Kautsky ve Bernstein’ın partisi olan USPD’den kopmaya ancak 1918 yılında karar veren Spartakistler Birliği Rosa ve Liebknecht’in katledilmelerinden sadece birkaç gün önce Alman Komünist Partisine dönüşebilmişti. Üstelik kurulduğu zaman bile onların oportünistlerden kopma konusundaki tereddütlü ve ikircimli tutumlarından tamamen kurtulmuş değildi. Bu hem Komünist Enternasyonal’in Kuruluş Kongresinde görüldü; hem de sonradan onları örnek alan pek çok örgütün deneyimleri içinde tekrar tekrar görüldü; görülüyor. Onların trajik deneyiminden gereken dersler çıkarılmadığı sürece de daha çok benzer örneğe tanık olunacak.
Liebknecht ve Luxemburg «proletarya enternasyonalizminin savaşçıları» olamadan öldüler. Kendi kusurları ve tereddütlü tutumları nedeniyle çok gecikerek kurulan Komünist Enternasyonal’i de göremediler. Kuruluş kongresinde Komünist Enternasyonal’in «ilk şehitleri» olarak yer alabildiler ancak.
Onların uğruna can verdiği Alman Komünist Partisi Komünist Enternasyonal’in kurulması konusunda onların ölüme gidişi kadar hevesli ve atak değildi. KPD onların merkezcilerden kopma ve bağımsız bir devrimci partiyi yaratma konusundaki tutuk ve beklemeci tutumlarını Komünist Enternasyonal’in birinci kongresinde de sürdürdü. Alman Komünist Partisi’nin üç oy sahibi delegesi Hugo Eberlein (Albert) onların vasiyetini de temsil ettiğini iddia ediyordu; ki haksız değildi bir bakıma gıyaplarında onları temsil ettiği doğruydu. KPD delegesi Komünist Enternasyonal’in kurulması kararına iki gün boyunca şiddetle karşı çıktı. Sonuçta aleyhte değilse de, çekimser oy kullandı; yani tereddütlü davranma konusunda Luxemburg ve Liebknecht’e sadık kaldı.
Öte yandan onların komünistler tarafından saygıyla anılmaları sadece yiğitçe ölümü kucakladıkları için değildir.
Liebknecht savaş yılları boyunca Alman sosyal demokrasisi içinde sosyal şovenizme karşı başkaldırının simgesi olarak zaten bütün dünya komünistlerince saygıyla izlenmekteydi.
Rosa Luxemburg ise öteden beri II. Enternasyonal’in sol kanadının önde gelen bir ismi olarak tanınmaktaydı. Bernstein’ın revizyonizmine karşı ilk bayrak açanlardan biri oydu; Kautsky’nin oportünist yüzünü en erken görenlerin arasındaydı. Hep II. Enternasyonal’in önde gelen teorisyenleri arasında yer almıştı.
Ne var ki, onurlu ölümleriyle Komünist Enternasyonal’in «ilk şehitleri» arasına adlarını yazdırmayı hak eden Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u teorik-pratik eserleri ile «Üçüncü Enternasyonal’in en iyi temsilcileri» arasında saymak için daha temkinli yaklaşmak gerekir.
Hatta bu konuda asıl vurgu onların II. Enternasyonal’in sol kanadının en önde gelen temsilcileri oldukları noktasına yapılmalıdır. Bu ayrım küçük bir ayrıntı değildir. Son dakikaları yaklaşırken nihayet bu örgütün kalıntılarıyla ilişkilerini kesmeye karar vermiş olsalar bile tüm pratikleri ve eserleri aksi yöne işaret etmişti. Oportünistlerden ve merkezcilerden kopma konusuna örnek teşkil edecek ürünlerini veremeden de öldürüldüler.
Elbette Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve başka yoldaşları elbette sermayenin en alçak uşakları tarafından merkezci olmaları nedeniyle katledilmiş değillerdir. Ama bıraktıkları mirasın bu tutumdan ayıklanmaksızın sahiplenilmesi asla doğru değildir.
Luxemburg ve Liebknecht sermayenin has muhafızları tarafından değil, son ana kadar kopmamakta direndikleri ve yoldaş saydıkları Sosyal Demokrat hainlerin milis kuvvetleri tarafından öldürüldüler. Bu gelişmede Luxemburg ve yoldaşlarının payı nedir? Bugün komünistlerin serinkanlılıkla sorması gereken soru budur. Doğrusu Alman Devrimi’nin yenilgisi, sosyal demokrasinin maharetinden ve burjuvazinin gücünden çok, Alman komünistlerinin örgütsel zaaflarından ötürüdür. Alman komünistleri sosyal demokrasiden kopup, bağımsız bir örgütlenmeye yönelmedeki tereddütlerinin bedelini ödemişlerdir. Bunda da başta Luxemburg’un belirleyici bir payı vardır.
Bugünlerde enternasyonalizmi onların kavradığı gibi anlamak; ulusal soruna onların gözlüklerinden bakmak, örgütsel görevlere onlar gibi yaklaşmak adeta yeni yayılan bir moda gibidir. Gerçi Avrupa solu içinde onlar oldum olası Bolşeviklerden fazla rağbet görmüşlerdi.
Öldürülmelerinin üzerinden neredeyse yüzyıl geçmişken Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in görüşleri sağlıklarında olduğundan fazla itibar görmekte ve giderek daha yaygın bir ölçekte benimsenmektedir. Oysa bu sanıldığı gibi hayra alamet değildir. Zira onların görüşlerinin yaygınlaşması aslında sol sosyal demokratlığın ve merkezciliğin yayılmasına delalet etmektedir.
Rosa Luxemburg ve Liebknecht’in yiğitçe ölümü kucaklamalarını öne çıkarıp onların merkezci hatalarından kendi oportünizmlerini süslemek için yararlanmak isteyenlerin maskelerini düşürmek de komünistlerin görevleri arasındadır.
Zaten onları layıkıyla anmanın yolu da budur ve onların ölümü ancak bu takdirde boşuna olmamış olacaktır.
Bu bakımdan, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i ölüm yıldönümlerinde anarken, komünistler onların yaptıkları hatayı tekrarlamayacaklarını bilinç ve azimle haykırmalıdır. Onların yapamadıklarını, yapmakta geciktiklerini, gecikmeksizin ve kararlılıkla yapmaya yönelmelidirler. Komünistlerin bağımsız devrimci partisini yaratmak için tüm güçlerini odaklaştırıp seferber etmelidirler. Oportünistlerle ayrım çizgilerini kalın kalın çizip, bunu önemsemeyenlerle de yollarını ayırmaya özen göstermelidirler. Ancak o zaman Luxemburg, Liebknecht ve daha nicelerinin ölümleri boşuna olmamış olacaktır.
15’leri Nasıl Anmalı?
Yine bir Ocak ayında kaybettiğimiz Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının başına da Lenin’in ve daha nice devrimcinin başına gelene benzer bir şey geldi. Tıpkı Lenin mumyalanıp heykellerini dikilirken onun üzerinde hassasiyetle durduğu ilkeleri bir bir ayak altına aldığı gibi, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını her ölüm yıldönümünde yüksek sesle anılırken onların hayata geçirmek uğruna öldükleri programları sessiz sedasız rafa kaldırıldı.
Oysa Nazım Hikmet onların ardından yazdığı şiirlerinden birinde diyordu ki:
“Yoldaş
Bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat 28 Kanunusaniyi unutma!”
Aksi gibi, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının isimlerini hatırlayanların sayısı her geçen gün arttı. Elbette bundan hayıflanmaya gerek yok. Ama eğer Nazım’ın bu tarihin altını çizerken kastettiği, onların Anadolu’ya ne için ve hangi amaç ve ilkeler uğruna gelmiş oldukları ise, «28 Kanunusani»nin ne anlama geldiğinin bilincinde olanların sayısı aynı hızla artmıyor. Adeta onların isimleri onların programlarının, amaç ve ilkelerinin hasır altı edilişini gizlemek için öne çıkartılıyor.
TKP’nin 1923’de Mustafa Suphi’yi tanıtmak için yayınladığı bir kitapçığın girişinde şunlar söylenmişti:
“Yoldaş! Bu 15 ölü bizim için nihayet 15 isimsiz komünisttir; ve sen bu isimsiz ölüleri dünyanın her dağında, her köşesinde, her denizinde bulursun! Bu isimsiz ölülerin isimleri cisimleri bizim için hiçtir. Biz her yaşayan işçi kadar, her ölen komünisti de farksız tanıyoruz. Çünkü biz ayrılıksız, sınıfsız bir toplum yaratmak istiyoruz.”
O günden beri ayrılıksız sınıfsız bir toplum yaratma uğruna nice 15’ler onları bağrından çıkaran topraklara düştü. Bir kısmının isimleri 15’lerden daha çok hatırlandı; çoğununki bilinmedi bile. Ama bağrından 15’leri çıkaran proletarya daha nicelerini çıkarmaya devam ediyor; edecek. Çünkü kurtuluşu için proletaryanın komünist bir önderliğe ihtiyacı var; ve bu ihtiyaç her geçen gün daha yakıcı hale geliyor; proletarya da her geçen gün daha bereketli ve cömert oluyor.
15’lerin uğruna öldükleri dava da onların isimlerini tekrarlamakla takip edilmiyor. 15’leri layıkıyla anmanın yolu onların uğruna öldükleri programı bayrak edip, onların kuruluşuna önderlik etmek istedikleri «işçi köylü şuraları cumhuriyetini» onları katleden burjuva diktatörlüğünün yıkıntıları üzerine dikmektir.
Komünistler bu kavgaya önderlik edecek partiyi Mustafa Suphilerin izinden giderek yaratmak için mücadele ediyor.