Lokma mı, Kama mı? Emperyalistler Arası Çelişkiler, AB ve Türkiye

0

[2000’lerin başında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB’ye) üyelik olasılığı burjuvazi tarafından parlatılıp dururken, Türkiye’deki birçok sol/sosyalist odak bu gerici emperyalist birliğe ilişkin duruşunu ya AB yandaşlığı ya da (AB karşıtı emperyalistlerin söylemlerini kullanarak) ‘AB karşıtlığı’ ile açıklıyordu. Aşağıdaki yazı Proleter Devrimci KöZ gazetesinin Ekim 2004 sayısından alınmıştır.]

Türkiye’yi Avrupa Birliği üyesi yapmak için asıl gayret gösteren Amerika ve Amerikan emperyalizmiyle en sıkı bağları olan İngiltere olurken AB’nin içine Türkiye’yi de alarak genişlemesine en büyük direnci gösteren ülkeler 1945 sonrasında ABD’nin en büyük iki emperyalist rakibi (o zaman ABD’nin şemsiyesi altında bulunan) Almanya ve Fransa oldu. Bu durum dünyadaki gelişmeleri Amerikan emperyalizmiyle Avrupa emperyalizmi arasındaki mücadeleyle yorumlayanlar için bir bilmece gibidir. Zira madem ortada bir Avrupa emperyalizmi bir de Amerikan emperyalizmi vardır o zaman Avrupa Birliği’nin genişlemesi, Avrupa Birliği’nin yeni toprakları yutmasıyla, daha doğrusu ilhak etmesiyle eş anlamlı olmalıdır. Emperyalizm Lenin’in dediği gibi bir ilhak dürtüsüyse “Avrupa Emperyalizmi”nin Avrupa’nın genişlemesine itiraz etmek şöyle dursun bu genişlemeyi sevinerek karşılaması gerekir. Buna karşılık emperyalist Amerika da Avrupa emperyalizmini zayıflatmak için onun sömürgelerini ve ilhak ettiği toprakları elinden almalıdır. Eğer ortada bir Avrupa emperyalizmi varsa Amerika’nın bu amacına Avrupa Birliği’ni genişleterek değil daraltarak ulaşacağı pek açıktır. Bu perspektiften bakıldığında hem emperyalizm teorisini savunmak hem de olaylara anlam vermek mümkün değildir. Zira bu gözle bakıldığında Amerika AB’yi genişleterek, Avrupa emperyalizmini güçlendirmeye, adeta daha bir emperyalistleştirmeye gayret etmektedir. Buna mukabil Avrupa emperyalizmi ise genişlemek, yani emperyalistleşmek, için adeta bin dereden su getirmektedir. Başka bir deyişle Avrupa emperyalizminden söz edenler aynı zamanda, kendileriyle çelişir bir biçimde, Avrupa’yı emperyalistleştirmek için didinen bir Amerika’dan, emperyalistleşme basıncına direnen bir Avrupa emperyalizminden söz etmek zorundadır.

Bu bilmecenin çözümü Avrupa Birliği’nin kendi başına Avrupa emperyalizmini temsil eden bir birlik olmadığının kabul edilmesinden geçer. Avrupa emperyalizmi diye bir şey olmadığından ve olamayacağından, AB’nin genişlemesi bir ilhak politikası olarak anlaşılamaz. İspanya’nın, Polonya’nın AB’ye katılması Avrupa’nın bu devletleri ilhak ettiği anlamına gelmez. Aksine bu devletlerin Amerika’nın ittirmesiyle Avrupa Birliği’ne katılması AB içindeki devletlerin, özellikle de Almanya’nın bu devletleri ilhak etmesi ya da kendi nüfuz alanına sokmasına engelleme gayreti olarak anlaşılmalıdır. AB içindeki bir Polonya’nın Alman nüfuz alanına girmesi AB dışındaki bir Polonya’dan daha zordur. Zira bugünkü yapı korunduğu sürece AB hukuku ve kurumları Almanya’nın Polonya ve diğer küçük AB üyeleriyle kurduğu ilişkinin diğer emperyalist devletlerin onayından geçmesini gerektirmektedir. Almanya, İngiltere, Fransa gibi çıkarları birbirleriyle çelişen emperyalist devletlerden oluşan bir birlikte onay aynı zamanda emperyalist devletlerin birbirleri aleyhine nüfuz alanlarının arttırmalarının önüne geçilmesi anlamına gelmektedir. Tam da bu yüzden Avrupa Birliği genişledikçe birlik içindeki devletlerin elleri kolları siyasi açıdan daha fazla bağlanmış olacaktır. Örneğin Türkiye’nin bu birliğe üye olması Almanya’nın Türkiye’yi tümüyle kendi nüfuz alanına alma projelerinin suya düşmesi anlamına gelecektir.

Bu bakımdan Batı Almanya’nın Doğu Almanya’yı “birleşme” kılıfı altında ilhak etmesiyle AB’nin Türkiye’yi üyeliğe kabul etmesi arasındaki farklar açık olmalıdır. Doğu Almanya tipik bir ilhak örneğidir. Alman emperyalizmini güçlendirmiştir. Bu yüzden de Alman hakim sınıfı içinde birleşmeye karşı ciddi bir muhalefet yükseltilmemiştir. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesine asıl itirazlar Fransa ve İngiltere’den gelmiştir. Oysa söz konusu Türkiye’nin üyeliğe kabulü olunca roller değişmiştir. Türkiye’nin AB’ye üye olarak alınması yolundaki basınç İngiltere’den gelirken, Alman hakim sınıfının önemli bir bölümü Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmaktadır. Zira bu kesimler Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasının Almanya’nın değil Amerika’nın nüfuz alanını genişleteceğinin bilincindedirler. Başka bir deyişle Amerika ve İngiltere kendi nüfuz alanlarını genişletmek için Türkiye’yi AB üyesi yapmak isterken, Almanya ve Fransa Türkiye üzerindeki nüfuzlarını korumak için Türkiye’yi birliğin dışında tutmak istemektedirler.

AB bilmecesi bu şekilde çözüldüğü zaman sol akımlar tarafından sık sık atılan “AB üyeliğine hayır!” sloganının gerçek içeriği de açıklığa kavuşur. Sol akımlar “AB’ye hayır dedikleri zaman Avrupalı emperyalist güçlere karşı bir tutum takındıklarını sanmaktadırlar. Oysa gerçek bunun tam tersidir. Madem bugün ABD AB’nin Türkiye’yi alması için esaslı bir basınç uygulamaktadır o halde AB’ye hayır demek Amerikan emperyalizminin projelerine karşı durmak, “ABD’ye hayır!” demektir. Bu sloganın Avrupa Birliği’nin politikalarını belirleyen asıl emperyalist devletleri rahatsız eden hiçbir yönü yoktur. Zira Almanya ve Fransa da yıllardır tıpkı Türkiyeli sosyalistler gibi “Türkiye’nin AB üyeliğine hayır!” demektedirler.

Öyleyse Avrupa Birliği yolunda ilerleyen Türkiye’yi Avrupa Birliği tarafından yutulacak bir lokma olarak değil Alman ve Fransız emperyalizminin bağrına saplanan bir kama olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Avrupa Birliği içine sokulmuş bir Türkiye, Amerika’nın Almanya ve Fransa’yı etkisizleştirmesi yolunda atılmış önemli bir adım olacak. Amerika ve İngiltere’nin bu saldırısını püskürtmek için AB’nin Türkiye’nin üyeliğini sürüncemede bırakmasının bundan başka bir nedeni yok. Amerika Türkiye’yi Avrupa’nın içine doğru sapladıkça Avrupa Birliği bu kamanın saplanamayacağı bir çekirdek, bir korunaklı alan yaratmaya gayret ediyor. Özellikle Almanya ve Fransa’dan yükselen “Türkiye hızlı reformlarla AB’ye hazır hale geldi. Ancak sorun şu ki AB Türkiye’yi kabul etmeye hazır değil.” sözlerinin bundan başka bir anlamı bulunmuyor.

Burjuvazi’nin AB Kavgası

Yükselen Avrupa Birliği tartışmaları bir yönüyle tekelci burjuvazinin iki farklı kesimi arasındaki çekişmenin ürünüdür. Bu kesimlerin biri TÜSİAD’sa diğeri Genelkurmaydır. TÜSİAD ve Genelkurmay arasındaki bir çekişmenin olması, burjuvazinin bu iki kesiminin uzlaşmaz çelişkiler içinde bulundukları anlamına gelmiyor. Aksine TÜSİAD ve Genelkurmay burjuvazinin en iyi anlaşan iki kesimidir. “Çetelere” ve “yeşil sermaye”ye karşı yürütülen mücadele, burjuvazinin bu iki kesimi arasındaki ittifakın boyutları hakkında bir fikir veriyor. Ancak aralarındaki ortaklıklar ne olursa olsun başta OYAK olmak üzere bir çok kapitalist işletmenin sahibi olan Genelkurmay’ın silahlı gücüne ve kurduğu ideolojik hegemonyaya dayanarak devlet aygıtı içerisinde ayrıcalıklı bir konum elde etmesi ve bu siyasi ayrıcalıklarını ekonomik ayrıcalıklar elde etmek için kullanması TÜSİAD’ı rahatsız ediyor. TÜSİAD söz konusu “haksız rekabet”i ortadan kaldırmak için Genelkurmay’ın devlet içindeki hakimiyetini azaltmak istiyor. AB tartışmasında kopan gürültünün nedeni de bundan başka bir şey değil.

Bugünkü tartışma AB’ye giriş sürecinde yürürlüğe konacak gerici reformların temposuna ve söz konusu reformların burjuvazinin hangi kesimini daha fazla kayıracağına ilişkindir. AB tartışması AB’ye girerken devlet aygıtı içerisinde hangi düzenlemelerin yapılacağı; yeni düzenlemeler sonunda hangi sermaye grubunun borusunun daha fazla öteceği hakkındadır. AB tartışmasının bugünlerde alevlenmesinin nedeni TÜSİAD’ın Genelkurmay’ın devlet aygıtı içerisindeki egemenliğini zayıflatmak için başta MGK olmak üzere Genelkurmay’ın egemenliğinin bütün dayanaklarının altını oyma girişimleri ve Genelkurmay’ın bu saldırılara karşı gösterdiği mukavemetten ibarettir.

Türkiye burjuvazisinin farklı kesimlerinin AB konusundaki anlaşmazlıkları aynı zamanda onların emperyalist devletlerle olan ilişkilerini de belirlemektedir. Tam da bu yüzden Türkiye içinde AB yanlılarının Amerika’yla en ufak bir sorunu bile yoktur. Ne TÜSİAD’ın ne de AKP’nin Amerika’nın Ortadoğu’da izlediği politikalara yönelik bir itirazı vardır. Aksine bu iki kesim Irak’taki savaşın en büyük iki destekçisi olmuştur. Buna mukabil Avrupa Birliği’nin siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarının altını oyacağının bilincinde olan Silahlı Kuvvetlerse Irak konusunda takındığı tutum Almanya ve Fransa’nınkine paraleldir.

Sosyalist Hareketin Açmazları

Madem Avrupa Birliği tartışmaları bugün burjuvazinin kendi içinde yürüttüğü bir iç çatışmanın ürünü öyleyse bugün bu tartışmada Avrupa Birliği yanlıları ya da karşıtlarıyla birlikte durmak burjuvazinin tartışmaya dahil olmuş fraksiyonlarından birini desteklemek anlamına gelecektir. Bu yüzden bugünkü AB tartışmalarına taraf olarak katılacak sosyalist akımlar kendilerini ya TÜSİAD’ın ya da Genelkurmay’ın, ya ABD ve İngiltere’nin ya da Almanya ve Fransa’nın kuyruğunda bulacaklardır.

Bugün bu tartışmanın bir kutbunda ÖDP gibi liberal sosyalistler mi yoksa sosyalist liberaller mi olduğu kestirilemeyen akımlar diğer kutbunda da İşçi Partisi ve Türk Solu gibi “sosyalizmle” faşizm arasındaki sınır çizgisinde yer alan akımlar bulunuyor. ÖDP ve İP bugün bu tartışmanın birbirine zıt kutuplarında yer almış olsalar da burjuva ideolojisinin liberal ve faşizan varyantlarının sosyalist bir maskeyle nasıl savunulacağının en iyi örneklerini sergiliyorlar.

Emeğin Avrupası ya da “Demokratik Cumhuriyet” adına Kopenhag Kriterleri’ne uyulmasını istemek bugün için sınırlarını TÜSİAD’ın çizdiği bir demokrasi mücadelesi vermektir. Niyetleri ne olursa olsun bu mücadeleye katılanlar devrimci olmayan, işçi sınıfını bütünsel olarak harekete geçirmeyen her türlü eylem için özgürlük isterken devrimcilerin ve işçilerin örgütlenme özgürlüğüne ilişkin taleplerini yükseltemeyeceklerdir. Yükseltseler bile AB’ci cephenin gürültüsü içerisinde seslerini kendileri bile duymayacaktır.

Emperyalizme, sömürgeciliğe karşı olmak adına bugünkü AB karşıtı dalgadan medet umanlar ise kendilerini sınırlarını Genelkurmay’la MHP’nin çizdiği bir bağımsızlıkçılık mücadelesinde bulacaklardır. “Bağımsız Türkiye” mücadelesini yürütenlerin Kürtlerin zincirlerini bir kat daha sıkmaktan, Kıbrıs’taki işgali onaylamaktan, Ankara Ticaret Odası başkanı gibi “milli burjuvaları” alkışlamaktan başka seçenekleri yoktur.

Sol akımların büyük bir çoğunluğu EMEP’inden TKP’sine, DHKP’den MLKP’ye neredeyse tüm akımlar bu iki kutbun ortasında bir yerde öbekleşmişlerdir. Kimileri TKP gibi “asıl yurtsever biziz” diyerek millici cepheye göz kırpsa, DEHAP gibi kimi akımlar Kopenhag kriterlerinin uygulanması için basınç yapan parti ya da sivil toplum örgütleriyle dirsek teması içinde olsa da bu akımlar ne yardan ne de serden vazgeçemiyorlar. Hem bağımsızlık hem de AB demokrasisi peşindedirler. Bu akımların İP ve ÖDP kadar ibretlik örnekler sergilememek için buldukları çözüm her iki tarafın “olumlu yanlarını” alıp olumsuz yanlarından uzak durmaya çalışmaktır. AB yanlılarından demokrasi, insan hakları, idam karşıtlığını AB karşıtlarından bağımsızlıkçılığı, ulusal onuru ve vatanseverliği ödünç alıp yamalı bohçaya benzer bir liberal program oluşturmaya çalışan bu akımlar TÜSİAD’çı demokrasi talepleriyle Genelkurmay’ı Genelkurmay’ın ulusal onur tezleriyle de TÜSİAD’çıları yıpratmaya çabalamaktadırlar. Asıl yıprananın ve kan kaybedenin kendileri olduğunu görmeleri çok zaman almayacaktır.

Emperyalizme karşı çıktığı zaman Genelkurmay’ın, Almanya’nın ve Fransa’nın, demokrasi istediği zaman da TÜSİAD’ın ve Amerika’nın kuyruğuna takılmak elbette kader değil. Ama kuyrukçuluktan kurtulmak için öncelikle “AB’ye evet mi hayır mı?” tartışmasından kurtulmak gerekli. Zira bu soru emperyalistlerin ve sermayenin sorduğu bir sorudur. Bu soruya hangi yanıt verilirse verilsin emperyalistlerden ve sermaye gruplarından biriyle yan yana gelmek zorunda kalınacaktır.

Bu soruyu sormamak; sorulduğunda yanıtlamayı reddetmek AB karşısında tutumsuz, politikasız kalmak anlamına gelmez. Zira Türkiye’de hangi emperyalist devletin at koşturacağına dair bir tercihte bulunmadan da AB hakkında bir tutum takınılabilir. Komünist bir siyasi hattı benimseyenlerin AB karşındaki tutumları son derece nettir: Avrupa Birliği gerici bir emperyalist birliktir. AB dağıtılmalıdır. Bu yüzden komünistlerin AB karşısındaki sloganları “AB’ye Hayır!” değil “Kahrolsun Emperyalist Gericilik! Kahrolsun Avrupa Birliği!” olmalıdır. “NATO, AB, Birleşmiş Milletler Kahrolsun Emperyalist Çeteler!” sloganı da aynı yöne işaret etmektedir.

Kuşkusuz AB’yi de, NATO’yu da Birleşmiş Milletleri de kahredecek olan silahlı işçi ayaklanmalarıyla gerçekleşecek olan proleter devrimlerdir. Üstelik bu örgütlerin hepsi uluslararası bir nitelik taşıdığı için bu örgütleri dağıtmayı önüne koyan proletaryanın kendisine önderlik edecek uluslararası bir önderliğe, leninist bir dünya partisine ihtiyacı vardır. Avrupa Birliği karşısında kimin sahiden anti-emperyalist bir hatta durduğunu gösteren turnusol kağıdı bu akımların böyle bir partinin kurulması yolunda üstlendiği sorumluluklar olacaktır.

Paylaş