Mayısın Kızıl Gülleri Öldükleriyle Kalmadılar Kalmayacaklar!

0

Bu yazı KöZ’ün Temmuz 2011 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

1 Mayıs’la başlayan mayıs ayı, dünyanın her yerinde devrimciler ve işçi hareketi için, hem yeni umutların filizlendiği, hem de yoğun acıların yüreklere çöktüğü bir dönemeç oluşturur. Bu acıların ardında dünyanın dört bir yanında 8 saatlik işgünü için mücadelede, yahut doğrudan doğruya 1 Mayıs eylemlerinde düşen devrimcilerin, işçi hareketi militanlarının anısı vardır. Umut filizleri de toprağa düşen bu fidanlardan türemektedir.

Yaşadığımız topraklarda da, özellikle, 1977 1 Mayısı’nda katledilenler ve son olarak da 1996 1 Mayısı’nda aramızdan ayrılanlar, 1 Mayıs’ın kızıl gülleri arasına karışmıştır.

Bununla birlikte, mayıs ayının bu topraklarda ayrı bir anlamı da vardır. 70’li yıllardan beri, Mayıslar bu topraklarda yaşayan devrimciler için ayrı bir hüznü beraberinde getirir; her mayıs ayında Türkiyeli ve Kuzey Kürdistanlı devrimciler ayrı bir öfke kuşanırlar. Mayısın altıncı gününde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan için; on sekizinde İbrahim Kaypakkaya için; son gününde de Nurhak’ta katledilen THKO savaşçıları, Sinan Cemgil ve yoldaşları Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan için.

Ancak, 80’li ve 90’lı yıllar, pek çok şey gibi mayıs ayından da bir şeyler alıp götürdü; hızla götürmeye devam ediyor. Yeni kuşak devrimcilerin geçmişleriyle bağlarını kopartıp böylelikle ufuklarını daraltan sol kılıklara bürünmüş liberal saldırılar her yıl biraz daha pervasızlaşarak sürüyor.

Son yıllarda Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idam edilişinin her yıldönümünde, devrimciler bir kez daha katmerli bir acı hissettiler; bu acı üç devrimcinin ölüşünü hatırlamaktan değil, yaşamlarını unutturma doğrultusundaki gayretlerin yoğunlaşmasından ileri geliyor. Bu unutturma gayretleri Denizlerin bazı eski yoldaşlarının da ortak olduğu çirkin bir kampanya haline geldi. Boyalı basın ve medyanın şarlatanlarıyla ağız birliği etmekte bir mahzur görmeyen, bundan rahatsızlık ve tiksinti duymayan pek çok eski yahut yeni kuşaktan devrimci de bilerek bilmeyerek bu suça ortak olmaktadır. Komünistlerin ödevi bu acıyı geri dönen bir öfkeye dönüştürmektir.

Bugün, dört bir koldan pişirilip öne sürülen tabloya bakılırsa, Deniz Gezmiş ve yoldaşları güya gençlik önderleri imişler; “kimsenin canına kıymadıkları halde!” “politik dengeler uğruna ve adli bir komplo ile” “yok yere idam edilmiştiler”; “bugün olsa, az bir ceza alıp kurtulurlarmış”, vs. vs. Bu demagojik kampanyanın aktörleri arasında yer alan kimi eski devrimciler belki, “bugün olsalar aynen bizim gibi yaparlardı” demek istiyorlar; ve muhtemelen bu düşüncelerinde bir içtenlik de vardır. Ama kimse bugün olsalar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının eski yoldaşlarının pek çoğunun bugün durdukları yerde durup durmayacağı üzerine spekülasyon yapamaz. Zaten önemli olan bu değildir. Deniz Gezmiş ve onunla birlikte idam edilen arkadaşları masum gençlik önderleri oldukları için değil, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kurucuları ve önderleri oldukları için idam edildiler. Harç ödemek istemedikleri, veya demokratik özerk bir üniversite istedikleri için değil, kurulu düzeni silah zoruyla yıkmak istedikleri için ve bu amaçla bir örgütlenmeye kalkıştıkları için idam edildiler. Bugün yahut başka zaman başka yerde aynı şeyi kim yaparsa yapsın aynı düşman tarafından aynı biçimde karşılanır. Farklı bir sonuç olması için ya siyasal güçler dengesinin değişmiş olması gerekir; yahut eski THKO’luların pek çoğunun yaptığı gibi kendilerinin değişime uğraması gerekir; söz konusu olan ikincisidir.

Nurhak’takilerin Farkı ve THKO’nun Temel Zaafı

Nitekim idam edilen Deniz Gezmiş ve yoldaşlarıyla aynı dönemin, aynı sürecin aynı örgütün militanları, aynı davanın takipçileri olan ve Nurhak dağlarında vurularak öldürülen Sinan Cemgil ile arkadaşları için aynı iki yüzlü demagoji işlememektedir. Oysa Sinan Cemgil de Deniz Gezmiş kadar ünlü bir «öğrenci lideri» idi. Belki de Nurhak baskınından sağ kurtulanların bazılarının bugün “uslu çocuk” haline gelmiş olmasıyla yetinilmek istenmektedir!

Bununla birlikte, bugün “uslu çocuk”, “masum gençlik lideri” kılığına büründürülmek istenen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bu senaryoya alet edilmek istenmesi ve onların pek çok arkadaşının da bu senaryoda şu ya da bu düzeyde bir rol üstlenmeleri tamamen onlardan bağımsız değildir. Aksine bu noktada, hem Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Kemalizmle bulaşık politik çizgisinin hem de aynı dönemdeki kimi düzen içi siyasal komplolarla içli dışlı bir evrimden geliyor olmalarının payının olduğu bilince çıkarılmalıdır. Nitekim özellikle Deniz Gezmiş’in savunmasında 27 Mayıs Anayasası’na yaptığı göndermelerin bu girişimlere elverişli bir kalkış noktası sunduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu siyasal zaaflar, 12 Mart öncesindeki pratik kopuşun değerini azaltmamakla birlikte devrimci demokrat çizginin temel zayıf noktasını oluşturmaktadır. Bugün onların mirasını istismar edilmeye müsait kılan da bu zaaftır.

Ancak, bugün devrimci akımlar, Deniz Gezmişlerin kuşağının bu zaaflarını hak ettiği ciddiyet ve bilinçle ele alıp bir devrimci muhasebenin konusu haline getirmedikleri gibi, onların devrimci kopuşlarının sulandırılması gayretleri karşısında da pasif kalmakta, bu nedenle bu istismarın önünü kesememektedirler.

Bereket Mayıs’ın bir diğer kızıl gülü olan İbrahim Kaypakkaya’nın anısı ve miras bıraktığı devrimci tutum bu senaryoların tümüne çomak sokmaya devam etmektedir.

İbrahim Kaypakkaya’nın Farkı

Kaypakkaya da Deniz Gezmiş ve arkadaşları kadar gençti ve gençlik hareketi içinden çıkmıştı. Dahası, işkencede öldürüldü. Bununla birlikte, kimse bugün İbrahim Kaypakkaya’yı bir gençlik lideri veya “gözaltında kaybolan ilk kurban” olarak anmaya cüret edememektedir. Hem Kaypakkaya’nın tutumu buna izin vermemektedir; hem de Kaypakkaya’nın sahip çıkılabilecek bir kişisel mirası yoktur; Kaypakkaya’nın asıl mirası TKP-ML’dir. Bir başka deyişle, tek bir parça halinde olmasa bile, bu mirasın arkasında durma iddiasında olan örgütler vardır. Böyle olduğu için, Deniz Gezmiş etrafında uysal bir efsane yaratmak isteyenler Kaypakkaya etrafında bir susuş kumkuması yaratmaktadırlar.

Kaypakkaya sorgu tutanağına geçen son sözlerinde şöyle demişti:

“Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi örgüt içinde bizimle beraber çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içinde olmayıp da bize yardımcı olan şa­hıs ve grupları açıklamayız… Ben buraya ka­­dar anlattıklarımı samimiyetle inandığım mark­sist-leninist düşünce uğruna yaptım; ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mü­cadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede ya­ka­lan­dım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin eli­niz­­den kurtulursam yine aynı şekilde çalışacağım.”

Kurtulamadı; ama onun açtığı yoldan binlerce devrimci yetişti ve bu topraklarda önceden yer etmiş bulunan uzlaşmacı geleneğin kırılmasında önemli bir damar oluşturdu. Bugün aynı geleneğin izini sürerek mücadele edenler hala olduğu için, kimse Kaypakkaya’yı uysal bir gençlik lideri gibi göstermeye yeltenememektedir.

Çoğu devrimci militan için, genellikle Kaypakkaya’nın sorgudaki tutumu akla gelir. Kuşkusuz yakın tarihte düşman karşısında “ser verip sır vermeme” geleneğinin yaşatılmasında İbrahim Kaypakkaya’nın bu baş eğmez tutumunun özel bir yeri vardır. Özellikle de bu geleneğin takipçisi olan hareketlerde. Bugün pek çok eski devrimci, yeni-liberal, Denizleri, Mahirleri anarken kendi konumlarıyla özdeşleştirmektedir. “Yaşasaydı o da bizim gibi düşünürdü” türünden spekülasyonlar yaparken fazla bir zorlukla karşılaşmıyorlar. Ama hiç bir liberalin, aynı sözleri İbrahim Kaypakkaya için söylediğine rastlanmamıştır.

Kaypakkaya’nın 72 Manifestosunun Ayırdedici Yönü

Bununla birlikte İbrahim Kaypakkaya’yı sadece bu «ser verip sır vermeme» tutumuyla anmakla yetinmek ona karşı haksızlık olur ve ondan asıl öğrenilmesi gerekenleri gölgeye düşürür. Zira o günden bugüne en az onun kadar onurlu bir direniş gösteren nice devrimci filizlenmiş ve yitirilmiştir.

İbrahim Kaypakkaya’nın asıl öne çıkarılması ve anılması gereken yönü burada aranmamalıdır. Kaypak­kaya o zamanlar herkesin esiri olduğu resmi ideolojik söyleme ve sol hareketin politik çizgisine sert ve keskin eleştiriler getirişiyle ayırt edilmelidir.

İbrahim Kaypakkaya’yı çağdaşlarından ayıran en önemli ve keskin çizgi, onun Kemalizm ve Kürt Ulusal Sorunu konusundaki çıkışı ve bu konuda 1920’lerden 70’lere kadarki tüm sol geleneğe yönelttiği eleştiridir.

O dönemde Türkiye solu içinde, Kürtlerin bir ulus olduğu bile genel bir kabul görmemekte idi. Daha çok bir “Doğu sorunu”ndan bahsedilmekteydi. Bu koşullarda, Kaypakkaya ulusların kendi kaderini tayin hakkını Türkiye’deki Kürtler için geçerli bir hak olarak ve ayrı bir devlet kurma hakkı olarak yüksek sesle dile getirmekle ayırt edilmelidir. Gerçi o zaman Kürt sorununun varlığından söz eden tek kişinin Kaypakkaya olmadığı ve bu sorunu ilk kez keşfedenin o olmadığı açıktır. Hatta sonradan şekillenecek olan Kürt hareketlerinin pek çoğunun öncüleri daha o zamandan beri vardırlar. Ama o zaman Kürt sorununu önemseyen ve öne çıkaranların ezici çoğunluğu TİP içerisinde kalırken Kaypakkaya TİP’in reformist çizgisinden kopan Dev-Genç içinden sıyrılmıştır. Bu küçük bir ayrıntı değildir.

Buna karşılık, o dönem TİP’te kalanların ezici çoğunluğu da dahil olmak üzere, sosyalistlerin ve devrimcilerin çoğunluğu ikinci bir ulusal kurtuluş savaşından bahsetmekteydi. Hatta Mustafa Kemal’in ordusundan ilerici bir darbe beklentisi içinde olanlar da az değildi. Hatta bu beklenti en çok Kaypakkaya’nın da içinde yer aldığı Dev-Genç hareketinde yaygındı. İşte bu koşullarda, «Kemalizm kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi gaddarca ezmiştir» diyen Kaypakkaya’nın Dev-Genç kopuşu içinde yer alması önemli ve anlamlıdır.

Öte yandan Kaypakkaya’nın altı çizilmesi gereken önemli bir yönü de de TİP / Dev-Genç / Aydınlık’tan koparken Mustafa Suphi’lerin TKP’si ile süreklilik kurma arayışıdır. Kaypakkaya kopuşunu adıyla sanıyla bir komünist parti ile taçlandırmak gereğini öne çıkarması bakımından da önem taşır. İleri doğru atılırken, bu topraklardaki komünist mirasa sahip çıkarak hareket etmiştir. Doğrusu Dev-Genç içinden çıkıp, TKP’ye yönelenler adlarıyla sanlarıyla çok bilinmeseler de az değildir. Ama Kaypakkaya TKP’ye yönelirken Mustafa Suphilerin TKP’si ile onlardan sonraki TKP’yi ayırt etmiştir. Şefik Hüsnü’den itibaren TKP mirasını reddetmiştir. Bu aynı zamanda onun Kemalizme ve Kürt sorununa ilişkin tutumuyla da uyumlu ve önemli bir ayrımdır.

Kimi demagoglar Kaypakkaya’nın TKP mirasına ilişkin tutumunu onun «Maocu» yanına vurgu yaparak karartma çabası içinde olmuşlardır. Bunlar daha çok TKP’nin mirasını Mustafa Suphi sonrasındaki oportünist çizgisi üzerinden devralanlardır. Kaldı ki, Kaypakkayanın içinden çıktığı Aydınlık hareketi de hem Maocu, hem de en ısrarlı Şefik Hüsnü takipçisi bir çizgiyi temsil etmekteydi. Kaypakkaya buradan kopmuştur. Koparken de kurulması gereken partinin nasıl bir isim taşıması gerektiğini içinden çıktığı hareketin adını da eleştirerek belirlemiştir:

“Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil. Ülkemizin bugünkü somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor. Ama bu geçicidir, bizi asıl görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır. Köylülük kitle olarak, bir bütün olarak ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti alanında’ bulunmaktadır. Kapitalist toplumun temelinin muhafazasından yanadır. Köylülük modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya doğru giden bir sınıftır. Oysa proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Modern sanayiin özel ürünü ve asil ürünüdür… Bu nitelikleri dolayısıyla da, toplumun bütün emekçi kesimlerinin, bu düzenden acı çeken insanlığın tümünün kurtuluşunu, tarih işçi sınıfının omuzlarına yüklemiştir. İşte biz, bu sınıfın öncü müfrezesiyiz ve bu yüzdendir ki, partimizin önüne bir de köylü sıfatının eklenmesi bilimsel olarak yanlıştır.”

Kurulmasına önderlik edeceği ve bayrağı altında öleceği partinin adı TKP/ML olacaktır.

Bununla birlikte Kaypakkaya’nın Mustafa Suphilerin çizgisinde bir komünist parti kurma konusundaki ayırt edici çıkışı program ve strateji konusunda bu çizgiyi takip eden bir çıkış değildir. Bir yandan, «Bizim partimiz, komünizme geçmek için bir devletin, Paris komünü tipinde, Sovyet tipinde vb… bir devletin zorunluluğunu kabul etmekle birlikte, nihai olarak hertürlü devleti kaldırmak amacındadır» demektedir. Bu sözler, Mustafa Suphilerin partisinin «işçi köylü şuralarına dayalı bir cumhuriyeti» hedefleyen programı ile uyumlu gözükmektedir. Ama Suphilerin TKP’si bu hedefe Bolşeviklerinki gibi bir proleter devrimi stratejisi ile ulaşmayı gözetirken, Kaypakkaya, köylülüğü temel alan bir halk savaşıyla, kırlarda kızıl siyasi iktidarlar kurmayı ve sovyet tipi devletten farklı ve ayrı bir devlet olarak demokratik halk iktidarını önüne koyan bir halk savaşı stratejisini benimsemektedir. «Acil görevimiz, kırlardan kentleri kuşatacak halk savaşını başlatmaktır» demiştir.

İşte tam bu noktada buluşma iddiasıyla yola çıktığı TKP’nin stratejisinden uzaklaşıp, o zaman revaçta olan ve kimi farklı versiyonlarla da olsa büyük ölçüde THKO ve THKP’nin de benimsediği halk savaşı stratejisi ile buluşmaktadır.

Bir başka açıdan, şöyle açıklanmalıdır; Kaypakkaya Denizler ve Mahirler gibi, TİP ve Aydınlık oportünizminden, Mihri Belli’nin MDD çizgisinden kopmuştur. Ama THKO ve THKP’nin Kemalizm konusundaki yanılsamalarından da kopmuş ve onların Kürt sorunu konusundaki eksiklerini aşmıştır; örgütlenme ve sahip çıkılacak gelenek bakımından da onların ilerisinde bir ufka bakmıştır. Ama esas olarak devrim stratejisi bakımından gerekli kopuşu yapamamıştır.

Kuşkusuz 71 devrimci kopuşunun diğer öncüleri gibi Kaypakkaya’nın da çok kısa zamanda büyük adımlarla ileri çıktığı ve bu yürüyüşün çok erken kesildiğini saptamak gerekir. Bununla birlikte Kaypakkaya bu kopuşun doruk noktasını temsil etmektedir. En sona kalması aynı zamanda 71 devrimci kopuşunun yönünü ona bakarak saptamak gerektiğine işaret eder.

Ancak tüm çelişkili ve eklektik görüşlerine rağmen, Kaypakkaya’nın 71 devrimci hareketi içinde komünizme en yakın çizgiyi temsil ettiği tartışmasızdır. Bunu da doğal karşılamak gerekiyor. THKO zaten genelde teoriye, özelde Marksizm’e özel bir ilgi duymuyordu, THKP ise üçüncü bunalım dönemi tespitiyle, Marks ve Lenin’in görüşlerini zaten günümüzde geçerli görmüyordu. İbrahim Kaypakkaya geleneğinin 71 devrimci çıkışındaki özel yeri, bugün 71 geleneğinin takipçisi olan hareketlerin konumuna bakıldığında da görülebilir. Deniz Gezmiş babasına yazdığı son mektubunda kendisini Kemalist düşünceyle yetiştirdiği için ona teşekkür edip, kendini “ikinci kurtuluş savaşçısı” olarak tanımlıyorken; reformisti ve devrimcisiyle tüm Türk solu Kemalizme bulaşık haldeyken Kaypakkaya Kemalizmi karşısına almaktaydı. Kürtleri komşu bir ülkenin insanları gibi ele alanların çoğunluk oluşturduğu dönemde, Kürt sorununa parmak basma gereğini vurguladı. Dev­rimciliğin “Atatürk devrimciliği” ve ulusal kur­tu­luşçuluk olarak ele alındığı koşullarda Kay­pak­kaya kendisine komünist devrimci sıfatını ya­kış­tır­dı. En önemlisi ise Kaypakkayanın PDA dan koparken söylediğidir: «Eleştiri bi­zi­m devrimci sila­hı­mız­dır. Hatamızı onunla ye­neriz.»

Ne var ki, Kaypakkaya’nın mirasına sahip çıkanlar, onun son sözlerine yansıyan tutumunun takipçisi oldukları halde, bu eleştirel tutumunu aynı tutarlılık ve kararlılıkla izleyememişlerdir.

Bununla birlikte, Kaypakkaya’nın geleneğine sahip çıktığını iddia edenler, onun düşman karşısındaki direngen tutumunu aratmayan pek çok örnek vermiş olsalar bile bu politik kopuş noktalarındaki cesaret ve atılganlığını sürdürmediler.

Komünist devrimciler, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın “gençlik lideri” değil THKO savaşçısı olduklarını, THKO’nun bir “gençlik örgütü” olmadığını eylemlerinin uysal demokratik reformist eylemlerle sınırlı olmadığı, aksine buna bir tepki olarak şekillenen bir hareketin ifadesi olduğunu ısrarla hatırlatarak onların mirasını legalist tasfiyeciliğe yol döşemek için kullananlara karşı çıkmayı da; ödevleri arasında sayarlar. Kaypak­kaya’nın örneğini sürdürmeyi ve başlattığı politik kopuşu sürdürüp, bu kopuşun asıl köklerinden yani bolşevizm­den ve Mustafa Suphi’nin TKP’sinden güç alarak hedefine vardırmayı amaçlıyor.

Paylaş