Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Ayaklanmalar ve Solun Kendiliğindenliğe Tapınma Hastalığı

0

Zeynel Abidin Bin Ali’nin 23 yıllık diktatörlük koltuğunu kısa zamanda terk etmesine varan gelişmeler genel olarak medyada, burjuva siyasal kurum ve kuruluşlarının pek çoğunda olduğu gibi, gayet tabii sol çevrelerde de sevinçle ve umutla karşılandı. Ancak bu gelişmelerin hangi dinamiklerle, hangi doğrultuda ve hangi bağlamda geliştiğini anlamak ve açıklamak doğrultusunda pek bir gayret görülmedi; hala da görülmüyor. «Tunus halkı baskı ve sefalete karşı isyan ederek baskıcı Bin Ali rejimini alaşağı etti» formülü hem sağda hem de soldaki değerlendirmelerin buluştuğu ortak formül olarak benimsendi.

Hala devrimci, solcu yahut sosyalist sıfatlarını taşımaya devam etmekle beraber, devrim kavramının içeriğini değiştirmek için  «21. Yüzyıla uygun yeni devrim modelleri» gibi türlü formüller arayan kimileri, bu gelişmeleri adeta bir nimet gibi kabul etti. Örneğin ÖDP’nin 15. Kuruluş yıldönümünde Genel Başkan Taş’ın «Yeni Türkü»nün ezgileri eşliğinde söyledikleri bu arayışın veciz bir ifadesi: «İnsanlık, dünyanın her yerinde yeni bir gelecek arıyor. Bizim çağımız asıl şimdi başlıyor».

Bu sözler 20. Yüzyıl deneyimlerinin artık geçersiz olduğunu, geçmişte savunduklarından vaz geçtiğini söylemeksizin «21. Yüzyılda yeni şeyler söylemek ve yapmak lazım» demekten başka bir şey ifade etmiyor besbelli.

Marksizme ve Leninizme bağlı olma ve 20. Yüzyılın deneyimlerinin ışığı ile yol alma iddiasındaki akımlar ise, kendilerini hem bunlardan hem de burjuva ideologlarından ayırt etmek için aynı şeyleri söyledikleri zaman bile bazı kelime oyunları yapmayı ihmal etmiyorlar.

Bu kesimdekilerin yaygın olan tariflere ilave ettikleri başlıca unsurların başında, bu gelişmeyi «sermayenin uluslar arası krizinin sonuçlarından biri» ve «bu krizin yükünü taşımayı reddeden emekçilerin isyanı» gibi ifadeler geliyor. Bu hareketlerin kendiliğinden karakterlerini ve devrimci bir önderlikten yoksun oluşunu unutmadıklarını vurgulamak üzere de, devrim terimi ile konuşmamaya özen göstererek «isyan», «halk ayaklanması» vb. terimlerle olayları ifade etmeye özen gösteriyorlar.

Buna bir örnek Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) Enternasyonal Bülten’in 101. Sayısındaki «K. Afrika, Arap Yarımadası, Balkanlar… Tutuşan Toplumsal Ayaklanmalar» başlıklı yazı:

Dünya ekonomik krizinin iktisadi, toplumsal ve siyasal sonuçları, Akdeniz’in kuzeyinde, Yunanistan ve İtalya’da kitlesel gösteri ve ayaklanmalara yol açmıştı. Akdeniz’in güneyindeki mağrip ülkeleri halkları, bunu medya ve gelişmiş iletişim araçlarıyla her gün gördü ve işsizlik, yoksulluk ve siyasal baskıların ağır yükü altında yaşayarak hissetti….

….Tunus’la başlayan halk ayaklanması, Mısır’da yüz binlerin katıldığı gösterilerle devam ediyor. Toplumsal ayaklanma dalgası bölgeselleşmektedir.

TKİP yayın organı Ekim de 28 Ocak 2011 tarihinde hemen hemen aynı analizi tekrarlıyor:

İMF-Dünya Bankası patentli neoliberal saldırılara karşı emekçilerde biriken öfke, kapitalizmin küresel krizinin yıkıcı sonuçlarıyla doruğa çıktı. İşsizlik, yoksulluk, sefalet yetmiyormuş gibi uzun yıllardır devletin zorbalık ve onur kırıcı icraatlarına da maruz kalan Tunus halkı, sonunda ayaklandı. Korku duvarını yıkan emekçiler sokaklara döküldüler ve Arap Dünyası’nda bir ilki gerçekleştirerek, diktatörü ülkeden kovdular.

İşçi sınıfı ve emekçilerin çalışma hakkından yoksun bırakılan genç kuşakları tarafından başlatılan, kısa sürede emekçilerin desteğini alarak ülkenin dört bir yanını saran Tunus halk ayaklanması, Arap ülkeleri emekçilerinin, Latin Amerika emekçilerinin meşru-militan mücadele hattından ilerlemeye başladığının somut göstergesi oldu.

Tunus’la başlayıp halen  Mısır’la sürmekte olan büyük halk hareketleri, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da artık yeni bir dönemin başladığına işaret ediyor.

MLKP «Toplumsal hareketlerin temel özelliği, çeşitli toplumsal sınıf ve kesimleri kapsaması ve kendiliğinden bir karakter taşımasıdır. İşçi ve emekçi yığınların örgütsüz ve önderliksiz olmalarıdır. Söz konusu ülkelerde, devrimci bir değişiklik ve iktidara götürecek siyasal özne ve programların olmaması, siyasal ve örgütsel bir stratejiye sahip devrimci ve komünist örgütlerin ortaya çıkamamasıdır» demeyi ihmal etmez iken, TKİP de «Ayağa kalkan emekçi kitlelerin halen en büyük handikapları, devrimci bir önderlikten yoksun olmalarıdır. Devrimci bir partinin öncülüğü olmadan sorunlara köklü çözümler üretecek zaferlere ulaşmak mümkün değildir. Eylem içindeki kitlelerin bunun henüz fazlaca farkında olmamaları da zaafiyetin bir başka boyutudur», diyerek aynı zaafa işaret etmeyi ihmal etmiyor.

Peki bu zaaf nasıl aşılacak?

MLKP «Herhalde uluslararası devrimci ve komünist grup ve kümelenmelerin bu durum üzerine teorik analizlerin yanında, uluslararası ve bölgesel düzeyde siyasal pratik bir çizgi geliştirmeleri, ideolojik eksenlerinde içe dönerek apolitik bir durumdan çıkmaları ilk görevleri oluyor. Bu anlamda partimizin de içinde yer aldığı Ortadoğu Antiemperyalist Mücadele Koordinasyonu ve yine Balkanlar Antiemperyalist Mücadele Koordinasyonu isabetli bölgesel platformlar olarak önemli roller oynayacağı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki, siyasal mücadele içinde kendisini üretemedi. Ve bunun ciddi sorunlarını hala aşmış değildir.Yine yakın zamanda kurulan ve içinde farklı ideolojik çizgide parti ve örgütlerin yer aldığı İCOR, dünyadaki siyasal gelişmelere müdahale anlamında önemli bir platform özelliği taşımaktadır.» diyerek bu arayışın somut örgütsel girişimlerle bağını kurarken aynı zamanda bu somut platformların en azından bu gelişmeler karşısında herhangi bir rol oynayamamış olduğunu da gizlemiyor ve sonucu şöyle bağlıyor:

Önümüzde iki temel görev bulunmaktadır: İlki, günümüzdeki iktisadi, toplumsal ve siyasi gelişmelerin sosyalizm teorisinin konusu olarak teorik analizi, ikincisi ise devrimci ve komünist partilerin uluslararası işbirliği ve örgütlülüğünün siyasal mücadeleyle koparılamaz bağının kurulmasıdır…

Ne var ki, Atılım gazetesi bu analizi Haluk Gerger’den temin etmeyi tercih ettiğine göre, bu aşamada söz konusu platformlarda ortaya konmuş bir teorik analizin henüz ortaya konmuş olmadığı anlaşılıyor.

TKİP’nin çözüme ilişkin yanıtı ise, soyut ve soyut olduğu ölçüde kendiliğindenciliği daha çarpıcı biçimde formüle ediyor:

Devrimci bir önderlikten yoksunluk halen hareketin en temel eksikliği olsa da, ayağa kalkan kitlelerin kısa sürede bilinç sıçramaları yaşadığı göz önüne alındığında, mücadele içinde bunu bir ölçüde giderecek birikimlerin oluşacağı da bir gerçektir”. Giderilmesi gereken eksiklik örneğin öz savunma komitelerinin kurulup geliştirilmesi gibi bir eksiklik olsaydı, o takdirde bu yanıt anlaşılır olurdu. Oysa TKİP «ayağa kalkan kitlelerin» «kısa sürede yaşadığı bilinç sıçramaları» sayesinde «mücadele içinde» «oluşacak birikimlerin» «bir ölçüde gidermesi» gereken eksikliğin ne olduğunu hemen ardından açık seçik ve doğru tarif ediyor:

işçi sınıfının illegal, ihtilalcı devrimci öncü partisini inatla örgütleme, geliştirip güçlendirme

Bu bir yanlış anlama veya çarpıtma olmasa gerek; zira bu saptamaların ifade edildiği bölümün başlığı da zaten veciz bir biçimde aynı fikri vurguluyor: «Hareket devrimci öncü partisini er veya geç yaracaktır».

Kendiliğindenciliğin Eleştirisi, Kendiliğinden Hareketleri Küçümsemek için Değil, Ödevlerinden Yan Çizen Devrimcileri Eleştirmek İçindir

Kendiliğindenciliğe tapınmayı eleştirirken Bolşevikler, kitlelerin kendiliğinden harekete geçmelerinin ve bu hareket içinde bilinç sıçramaları yaşayarak ve deneyim kazanarak daha iyi örgütlenmelerinin ve daha gelişkin mücadelelere girmelerinin imkansız olduğunu söylemediler.

Kendiliğindenliğe tapınma eleştirisinin özü, devrimci partinin ve devrimci sınıf bilincinin bu tür kendiliğinden mücadelelerin içinden çıkamayacağının ortaya konmasıdır. Bütün 20. Yüzyıl deneyimleri bu saptamayı tersinden veya düzünden sınayıp doğrulamıştır. 21. Yüzyılın başında Arap dünyasında ortaya çıkan son gelişmelerin de göstereceği şey aynı doğrunun bir kez daha sağlanmasından ibaret olacaktır.

Ama Ekim, bütün bu tahlillerden sonra enternasyonal ölçekte  «daha da anlamlı ve yakıcı bir görev haline» gelen görevin bütün ülkelerin komünistlerinin komünist bir dünya partisini ilan etmek için birleşmesi doğrultusunda çalışmak olduğunu söylemiyor. Bunun yerine «Arap halklarıyla enternasyonal dayanışma görevini» tarif ediyor. Bu durumda, Arap dünyasında devrimci öncü partinin yaratılmasını son aylarda gördüğümüz türden gelişmelerden beklemesinde bir tuhaflık olmasa gerektir.

Komünist bir dünya partisi eksikliği karşısında «enternasyonal dayanışma eylemlerini yükseltmek» fikriyle devrimci partinin yaratılması için kendiliğinden kitle ayaklanmalarının gelişip sürmesinden medet ummak arasında da esasen bir fark yoktur.

Nitekim, Kızıl Bayrak’tan bu «enternasyonal dayanışmayı yükseltme görevinin» nasıl somutlanabileceğini anlayabiliyoruz. «İsyan Ruhu Tersanelere Taşındı» başlıklı haber şunu anlatıyor:

TİB-DER üyeleri 2 Şubat günü bildiri dağıtımı gerçekleştirdiler. Aydıntepe İstasyonu ve Tuzla Gemi tersanesi önünde “Tunus’tan, Mısır’a… Arap halkları sömürü ve köleliğe karşı ayakta! Diktatörler yenilecek, işçi sınıfı kazanacak / TİB-DER” bildirilerini iki ayrı noktada tersane işçilerine ulaştırdı. Birçok işçiyle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki gelişmeler üzerine sohbet edildi.

Açıktır ki bu çalışma Türkiye işçi sınıfı içinde bir partinin ajitasyon faaliyeti yürütmesi ve geliştirilmesi bakımından olduğu kadar işçilerin enternasyonalist bilincinin geliştirilmesi bakımından isabetli ve doğrudur. Ama herhalde Arap ülkelerinde devrimci bir önderlikten yoksunluğun sıkıntısı içinde olan emekçilerin bu eksikliği gidermesi için ihtiyaç duydukları  şey, bu «enternasyonalist dayanışma» olmasa gerektir.

Kendiliğindenciliği Yüceltenler Troçkistlerle Buluşuyor

Doğrusu bu ve benzeri yaklaşımlar ne sadece TKİP’nin icadıdır ne de ona özgüdür. Bu yaklaşımlar Leninist parti anlayışından da eskidir ve en gelişkin formülasyonunu yapanlardan biri de Rosa Luxembourg’dur. Nitekim tam da bu nedenle, MLKP ve TKİP onun üzerinden düşman kardeşleri olan troçkistlerle buluşmaktadırlar.

Örneğin DSİP “Haftalardır Kahire’de, İskenderiye’de ve Mısır’ın dört bir yanında direnen milyonlarca kişi, mücadele içinde toplumun işleyişini kendi kurdukları komitelerle denetlemeye başlamıştı. Gıda, sağlık, temizlik hizmetleri bu komiteler tarafından yapılıyordu. Mısır halkı, Mübarek’in kaçarken iktidarını bıraktığı generallerin yönetimine boyun eğmemeli, özgürlük ve demokrasi için verdiği mücadeleyi sonuna kadar götürmelidir” diye salık veriyor.

Devrimci partinin önderliği olmadan Mısır halkının verdiği mücadeleyi sonuna kadar götürebileceğini iddia eden bu anlayış, esasen kendiliğindenciliğin açık bir örneğidir.

Gerçek’teki yazısında Sungur Savran ise, DSİP’ten bir adım ileri gidiyor, Mısır’da yaşananlarda devrimci parti boşluğunun ve inşasının önemine işaret ediyor ve bunu yaparken devrimci partiyi “mücadelenin ateşi içinde kurmak ve inşa etmek” gerektiğini söylemekten geri durmuyor. Yani devrimci partinin kitle hareketinin dinamiği ile ivme kazanarak inşa edilebileceğini iddia ediyor.

DSİP ve DİP’in bu tutumları elbette şaşırtıcı değildir. Zira, her iki akım da Troçki’nin menşevik devrim ve parti anlayışının açık savunucularıdır. Ancak asıl çarpıcı olan ve altı çizilmesi gereken, solun büyük bir kısmının farklı bir terminoloji kullanarak da olsa, bu noktada troçkist akımlarla buluşmasıdır.

Bu buluşmanın «karşı devrimci stalinistler» ve «karşı devrimci troçkistler» söylemlerini elden bırakmadan yapılabiliyor olmasının sırrı, her iki taraftakilerin de aynı zamanda Leninizme referansla konuşma iddiasında olmaları değildir. Bağlantıyı kuran asıl halka, kendiliğinden kitle hareketinin erdemlerine en çok vurgu yapanlardan biri olan Rosa Luksembourg’un tezleridir. Zira aynı zamanda oportünizmden arınmış bir partinin Lenin’in önerdiği gibi devrimciler örgütünü hem sınıfın kitlesinden hem de oportünistlerden ayırt ederek değil, ancak devrimci bir ayaklanmanın içinde kurulabileceğini en gelişkin ve ayrıntılı biçimde formüle edip, savunanların başında gelir.

Kendini diğer troçkistlerden ayırt etmeye özen gösterirken leninizme daha sadık bir troçkist çizgiyi temsil etme iddiasında olan Marksist Tutum’un bu son gelişmeler hakkındaki değerlendirmesi de MLKP ve TKİP ile benzerliğin tanığıdır. Örneğin şu cümleler MLKP’nin tespitinin adeta tıpatıp aynısı değil midir?

Bu yeni isyan dalgası münferit değildir. Yaklaşık olarak 2000’li yılların başından bu yana dünyanın değişik bölgelerinde kendini gösteren isyan ateşinin yeni bir harlanışıdır. Bu dalga, kapitalizm uzun bir dönem boyunca yeryüzü üzerinde kibirle zafer yürüyüşü yaparken, geniş emekçi kitlelerde biriken ıstırabın ve öfkenin bir dışavurumudur. Bu ateş önce Latin Amerika’da birçok ülkede birbirinin peşi sıra yükselmiş, daha sonra, o denli şiddetli biçimde olmasa da, başta Yunanistan’da olmak üzere Akdeniz havzasının kuzeyinde, yani güney Avrupa ülkelerinde kendisini göstermişti. Şimdi ise Akdeniz havzasının güneyine, yani Kuzey Afrika’ya inmiş bulunuyor. Ateş aynı ateştir, süreç aynı süreçtir. Kapitalizm uluslararası işbölümünü derinleştirip geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde bütünsel bir dünya ekonomisi yarattığı ve bu maddi temel üzerinde her türlü etkileşimi daha da kolaylaştırdığından, benzer süreçleri dünyanın başka yerlerinde de muhakkak ki göreceğiz.”

Şu cümleler de hem TKİP’nin tespitleri ile hem de MLKP’ninkilerle üst üste düşmekte değil midir?

Rejime yönelik cesur ve güçlü ataklar yapan kitle hareketinin en büyük dezavantajı genel örgütsüzlük, devrimci önderlik eksikliği ve politik programdan yoksunluktur. Yine de geniş emekçi yığınlar sınıf içgüdüleriyle diktatörlerin ve onun tanınmış adamlarının manevralarına kanmamayı şu ana dek başarmışlardır. Örneğin Tunus’ta Bin Ali’nin reform vaatlerine ve hükümet değişikliği hamlelerine kanmayarak, hem diktatörü defetmeyi başarmışlar, hem de arkasından muhalif görünümlü isimlerle süslenmiş yeni hükümet kombinasyonlarına izin vermemişlerdir. Bu bağlamda devrimci sürecin daha birçok meziyeti bulunuyor.  ….. Ayağa kalkan emekçi kitlelerin kapitalizmi tasfiye edecek ve kendi iktidarlarını kurabilecek düzeyde bir enerjiye sahip oldukları açıktır. Kitlelere pratikte kılavuzluk edebilecek devrimci bir önderlik, kesinlikle hareketi emekçi kitlelerin öz-örgütlülükleri temelinde kendi iktidarını kurmaya ve kapitalizmi tasfiye doğrultusunda adımlar atmaya yöneltebilir…… bu sürecin toprağa yeni tohumlar ekmekte olduğunu, yeni süreçleri mayaladığını da unutmamak gerekiyor. Yakın vadede Tunus ve Mısır’da ne yaşanırsa yaşansın, bu ülkelerde devrimci sosyalist fikirlerin canlanacağı ve bu temelde yeni yeni kadroların ortaya çıkacağı muhakkaktır. Dolayısıyla süreç önderlik sorunu nedeniyle önemli bir handikapa sahipse de, diyalektik olarak sürecin kendisi de, bu sorunun çözümü için geçmişe göre daha elverişli bir ortam ve olanaklar doğurabilir.

2000’li yıllarla birlikte içine girilen kapitalizmin tarihsel bunalımı ve yeni sınıf mücadeleleri döneminde, Tunus ve Mısır’daki halk isyanlarıyla yeni bir sayfa açılmıştır. Bu sayfa sadece Tunus ve Mısır’la kapanmayacaktır. Buralardaki emekçi kardeşlerinin korku duvarını yıktığını gören diğer Arap halklarında ve civar ülkelerde sınıf mücadelesinin yeni yükselişlerinin yaşanması büyük olasılıktır.

Bu ortaklıklar bir yana Marksist Tutum derhal «Kendiliğindenlik-bilinç diyalektiğine» ve söz konusu gelişmelerin devrim olmadığını ve olamayacağını vurguladığı gibi, eksikliği duyulan devrimci partinin de bu gibi hareketlerin içinden değil, öncesinden ve ayrı olarak kurulması gerektiğini bildiğini açıklıyor:

Kapitalizmin krizinin ve tüm dünyada emekçi kitlelere saldırısının sürdüğü düşünüldüğünde, çok uzak olmayan bir gelecekte, Asya halkları da bu sürece yeni sayfalar ekleyeceklerdir.

Türkiye’nin de içinde olduğu bu coğrafyada yaşanacak yeni sınıf mücadeleleri tüm politik atmosferi değiştirecektir. Bu da sınıf devrimcilerinin daha büyük bir azimle çalışmasını gerektirmektedir. Zira işçi sınıfı ve emekçi kitleler içine kök salmış devrimci bir öncü örgütlenmeyi bu tür devrimci kalkışmaların öncesinde var etmenin hayati önemi bir kez daha görülmektedir.

Bu Marksist Tutum’un sonuç cümlesi….

Buradan anlaşılmaktadır ki, Marksist Tutum MLKP veya TKİP gibi örgütlerle benzer saptamalardan hareket etse bile, ne söz konusu hareketlerin barındırdıkları potansiyel konusunda, ne de devrimci partinin hareketin içinden çıkacağı konusunda aynı tuzaklara basmıyor.

O halde buluştukları yer neresi?

İşte hemen hemen son gelişmeleri değerlendiren tüm kesimlerin üzerinden atladığı konu burada kendini gösteriyor.

Marksist Tutum’un başka gerçekleri de unutmadığı anlaşılıyor. Ama Hem Marksist Tutum’un hem de pek çok başkalarının kendiliğindenlik eleştirisi hakkında unuttukları asıl şey kendiliğindenlik eleştirisinin bir devrimin olması veya devrimci partinin yaratılmasından ibaret olmadığıdır.

Bugün Gelişmekte Olan Kendiliğinden Hareketler Hangi Burjuva Siyasetinin Yörüngesinde?

Kendiliğinden bir hareket (Lenin bunu rastgele ve genel bir kendiliğindenlik olarak değil, vurgulayarak devrimci programa ve bir devrim planına sahip olan bir partinin önderliğinde gerçekleşmeyen her hangi bir hareket anlamında söylemektedir) eninde sonunda hakim burjuva siyasetinin çizgisine tabi olmaya mahkumdur.

Burada söz konusu olan şu ya da bu burjuva partisi şu ya da bu burjuva önderliği anlamında değil, hakim burjuva siyaseti, (ya da Lenin’in kullandığı tabirle hakim sınıfın ideolojisi)dir.

O halde Tunus’ta başlayıp yayılan kendiliğinden hareketlerin yönünün ve akıbetinin kavranması kadar mahiyetinin anlaşılması için dahi, bunların önünde yahut sonunda tabi olacağı hakim burjuva siyasetinin ne olduğunu saptamakla işe başlamak gerekirdi. Bunu soran veyahut yanıtlayan neredeyse yoktur.

KöZ’ün arkasındaki komünistler ise öteden beri uluslar arası plandaki gelişmeleri son tahlilde belirleyen temel etkenin rakip emperyalist güçler arasındaki yeniden paylaşım kavgası ve bu kavga çerçevesindeki güçler ilişkisi olduğunu vurguluyor. Son gelişmeleri de böyle anlamak gerekir.

Tunus’ta başlayıp yayılmakta olan zincirleme ayaklanmalar kendiliğinden ayaklanmalardır. Ne söz konusu ülkelerde ne de dünya çapında bir devrimci önderliğin bulunmadığı koşullarda bu hareketler kaçınılmaz olarak birbirleriyle bir paylaşım kavgası içindeki emperyalist güçlerin etki alanı içinde şekillenecektir. Halihazırda bu paylaşım kavgasında güçler dengesi ABD ve müttefiklerinin lehine bir güçler ilişkisini ifade etmektedir. AB’nin kendisi giderek güç kaybetmekte olsa dahi, rakiplerinin görece güçsüz ve çaresizliğinden güç alarak ayakta kalmakta ve bu iğreti avantajını kalıcı hale getirmek üzere planlar ve ataklar yapmaktadır.

BOP bu plan ve atakların genel çerçevesini çoktan beri tarif etmektedir. Ve Büyük Orta Doğu’nun Cebeli Tarık’tan Orta Asya’ya kadar uzandığı sır değildir. Bu itibarla elbette Tunus’ta patlak verip gelişen olayların bu çerçevede anlaşılması ve anlatılması gerekir.

Aksi takdirde ya düpedüz kitlelerin kendiliğinden isyanının yaratıcı gücüne bel bağlayıp ona tapınmaktan kurtulamayan ve daima olayların peşinde koşmaya talim eden bir çizgiye hapsolmak mukadder olur. Yahut hakim emperyalist güçlerin yönlendirdiği süreçlerin sonucunda ortaya çıkan gelişmeleri hayra yorup bununla yetinmeyi adet edinen ve emekçi yığınlara bunu salık veren bir teslimiyetçi çizgiye mahkum olunur.

Her halükarda da devrimci parti ve devrimci partinin çalışma araç ve yöntemleri yerine yeni icatların tılsımına inanarak yeni tip «devrim modellerine» heves etmek kaçınılmaz hale gelir.

Marksist Tutum’un asıl kusuru tam burada kendini göstermektedir. Marksist Tutum’un bir başka yazarı Levent Toprak « Kitle Ayaklanmalarında İlk Evre Tamamlanırken» başlıklı ve Mart 2011 tarihli yazısında kendiliğindenlik ve bilinç hakkında ders verirken şunu söylüyor:

Kendiliğindenlik-bilinç ilişkisi sorunu ve bu bağlamda kendiliğinden hareketlerin değerlendirilmesi sosyalist harekette tabir caizse ezeli bir sorundur. Biz burada boylu boyuna bu tartışmanın içine girecek değiliz. Sadece birkaç hususu ele alacağız. Bu sorun çerçevesinde iki sapma ortaya çıkmıştır. Bir yaklaşım kendiliğindenliği abartarak, bilinç ve örgütlülük faktörünün önemini gölgeye iten bir tutum içinde olmuş, değerlendirmelerini adeta her şeyi bu etmen belirliyormuşçasına yapmıştır. Diğer yaklaşım ise, kitlelerin kendiliğinden hareketine karşı derin bir güvensizlik ve küçümseme beslemiş, her şeyin tepedeki unsurların iradi gücüyle, komplolarla vs. belirlendiğini düşünegelmiştir.

Bugün hem Arap ve Ortadoğu dünyasını saran kalkışma sürecinin geneline ilişkin olarak, hem de bu coğrafyanın ana unsuru olan Mısır’a ilişkin olarak her iki yaklaşımın da örneklerini görüyoruz. Biri her gördüğü halk kalkışmasını kolayca devrim olarak nitelendirmekte beis görmez ve örgütsüz kitle hareketini her sorunu çözmeye yetenekli bir sihirli değnekmişçesine göstererek boş hayaller yayarken, diğeri kitle isyanına burun kıvırmakta, adeta tüm süreci emperyalizmin baştan beri tezgâhladığı bir komplo olarak göstermeye meyletmektedir.

Kendiliğinden kitle eyleminin, genel örgütsüzlüğün sınırlılıklarını görmezden gelmek büyük bir yanılgıdır, affedilmez bir hatadır. Bu eğilimdekiler tam da bu körlükleri nedeniyle egemenlerin politik manipülasyonlarını, emperyalist güçlerin planlarını, süreci kontrol altında tutma ve yönlendirme çaba ve potansiyellerini görmezden geliyorlar ya da küçümsüyorlar. Böyle yapmakla da kitlelerin gerçek çıkarlarına asla hizmet etmiyorlar. Oysa bu etmenleri göz ardı ederek bugün Mısır’da gelinen noktayı anlamak mümkün değildir.

Marksist Tutum sayfalarında bir de bu gelişmeleri  «renkli devrim» diye anılan (ve George Soros’un parası ve CIA planlarıyla kışkırtıldığı sır olmayan) olaylara benzetmemek gerektiğine de dikkat çekiliyor. Böylece «bu seferki başka burada kitlelerin rolü belirleyici emperyalistlerinki değil» tespitini pekiştirmek istiyor. Bir adım daha gidiyor; bu gelişmelerin medyada iddia edilip gösterilmeye çalışıldığı gibi internet üzerinden ve üniversiteli gençler eliyle olmadığını hatırlatmayı da ihmal etmiyor. Yine haklı Marksist Tutum.

Arap Dünyasındaki Ayaklanmalar Ne Gençlik Eylemidir Ne de «İnternet Devrimi»dir
Finans Kapital’in Çizdiği Sınırlar İçinde Gelişen Kendiliğinden Hareketlerdir

Besbelli ki işsizlik ve sefalet içinde ağır baskı ve sansür koşulları altındaki yığınlar nasıl bir araya gelip aynı anda sokaklara dökülüyor? Bu emekçi yığınlarının işsiz oldukları için zamanlarını Facebook, Twitter vb. siteler üzerinden çetleşerek haberleştiğine mi inanmak lazım?

Hadi bir küçük kentte bunun nasıl olabileceğini tasavvur etmek zor olmasa gerek. Peki başka kentlere ve sınır ötesine yıldırım hızıyla yayılması nasıl oluyor? İşin içinde örgütlü güçler olmadığını ve örgütlenme dendiğinde ayaklanma içinde mahallelerde peydah olan ve nasıl olduğunun tasavvur edilmesi zor olmayan savunma komiteleri vb.den ibaret olduğu söylendiğine göre, bu iletişim hangi araçlar üzerinden oluyor?

Besbelli ki asıl iletişim tıpkı bizler gibi ister web üzerinden ister başka kanallardan yayılan medya vasıtasıyla olmaktadır. Hele dünyanın en ucuz ve en gelişmiş cep telefonlarının bu bölgelerde yaygın olarak kullanıldığı akılda tutulursa, esas olarak bu örgütsüz yığınların olup bitenleri TV aracılığıyla izleyip bu medya aracılığıyla yönlendirdiğini tasavvur etmek komplo teorisi mi olur? Bunu bir komplo teorisi olarak algılamak için komployu 19. 20. Yüzyılların casus hikayeleri çerçevesinde algılıyor olmak gerekir.

Elbette bu kendiliğinden ayaklanmaların beklenmedik biçimde patlak verip hiç umulmadık bir hızla yayılmalarında bu medyanın rolü önemlidir. Bu medyanın da uluslar arası finans kapital ile ilişkisi kimi ajan provokatörlerden daha gevşek değildir; tam tersi doğrudur.

Eğer bu kanallar işlemese idi ve bu kanallar üzerinden destekleyici teşvik edici yayınlar yapılmıyor olsa idi, yıllardır sefalet ve baskı altında ezilen yığınların aniden cesaret alıp öfke ve isyanlarını sokağa dökmeleri de elbette mümkün olmazdı. Onu bırakalım, Muhammed Buazizi’nin 17 Aralık’ta kendini yaktığını bile yakın çevresi dışında kimsenin öğrenmesi bile mümkün olmazdı.

Bu bakımdan açıktır ki eğer uluslar arası medya kuruluşları bu olayların zincirleme bir biçimde aktarılmasına yol vermesiydi bu «domino etkisi» sırf mağribin ezilen ve emekçi yığınları yıllardır öfke biriktirdiği için ortaya çıkmazdı.

Nitekim bu medyanın gücü Bin Ali ve benzeri yerel ve bağımlı diktatörlerin hatta Kaddafi gibi «Medyatik» olanlarının bile ürktüğü bir tehdit olarak çoktandır kol gezmektedir. Bu dahi göstermektedir ki söz konusu olan uluslar arası finans kapitalin söz konusu eski uşaklarına karşı bir operasyonu söz konusudur. Bu tür operasyonların Afganistan veya Irak’taki gibi olması da şart değildir. Kendiliğinden kitle hareketleri bu araçlarla da hakim sınıfın siyasi nüfuzu altına girebilir ve orada hapsedilebilir. Nitekim son tahlilde öyle olmaktadır.

Komünistler Öncelikli Ödevlerine Yoğunlaşmalı

Bu bir kaderci karamsarlık değildir. Aksine sermayenin muhtelif araç ve yöntemlerine karşı emekçilerin ve ezilenlerin biricik silahının Çarlık rejiminin muazzam baskı aygıtına karşı Rusya çapında bir gazete ile başlayıp profesyonel devrimcilerden oluşan bir devrimci parti olduğunu bir kez daha vurgulayan komünistlerin öncelikli ödevlerine bir kez daha yoğunlaşmasına vesile olur. Üstelik sermayenin güdümünde bir çizgiye hapsolmaya mahkum bile olsa Tunus’tan Libya’ya kadar uzanan kitle eylemlerinin aynı zamanda dünyanın bütün emekçilerini ve ezilenlerini cesaretlendiren bir etki yarattığı da doğrudur.

Ama bu etki kendiliğinden bir olumlu sonuç doğuracak değildir. Bu etkinin olumlu bir etki yaratması için ondan komünistlerin öncelikli ödevlerini yerine getirmek üzere yararlanma bilincine ve yeteneğine sahip komünistlerin birliğine ihtiyaç vardır. Ancak bu takdirde, hem sermayenin düzenlerine hem de kendiliğinden hareketin sınırlarına karşı emekçilerin tek silahı olan devrimci partinin yaratılması sağlanacaktır. Tunus’tan Libya’ya kadar ayaklanan emekçi yığınların da asıl ihtiyacı budur, yaşadığımız topraklardaki emekçilerin ve ezilenlerin de.

KöZ’ün arkasındaki komünistlerin ödevi Tunuslu Mısır’lı emekçilerin derdine çare aramak değildir. Ama onların cesaretinden de yararlanarak kendi hedeflerine daha kararlı biçimde ilerledikleri takdirde onların ihtiyacı olan partinin kurulmasına da katkıda bulunmuş olacağımızı biliyoruz.

KöZ’ün arkasındaki komünistler Mart ayındaki eylemleri 1 Mayıs’a 2011 1 Mayısını da 12 Haziran seçimlerine kadar bu bilinçle ve Tunuslu Mısırlı Libyalı emekçilerin ayaklanmasının yarattığı etkiyi yaşadığımız topraklardaki emekçilerin ve ezilenlerin ortak seferberliğini güçlendirmek üzere kullanarak taşıyacak.

Biliyoruz ki yaşadığımız topraklarda da Bolşeviklerinki gibi bir devrimci parti mevcut değildir. Ama yaşadığımız topraklardaki emekçilerin örgütlülükleri deneyimleri ve seferberlik yetenekleri de, aynı topraklardaki devrimcilerin imkan ve deneyimleri de söz konusu ülkelerdekinden kat be kat fazladır. Bu nedenle kendiliğindenliğe tapınıp kendiliğinden bir ayaklanmayı hayal etmek yerine bu imkanlara güvenerek ve buradan hareketle emekçilerin ve ezilenlerin birleşik ve eylemli bir seferberliğini sağlamak için çalışmak hem mümkündür hem de boynumuzun borcudur.

 

Paylaş