[Bu yazı Proleter Devrimci KöZ Gazetesinin Aralık 2005 tarihli 29. sayısında yayımlanmıştır.]
Sağdan soldan olayları değerlendirenlerin ezici çoğunluğu olayların ardında yatan temel unsurun yabancı-göçmen sorunu olduğu noktasından hareket etmektedir.
Ekim ayının sonundan itibaren tüm dünyanın gündemine Fransa’nın varoşlarından yükselen ve bugünlerde hızı kesilmiş olsa da tamamen dinmeyen isyan oturdu. Avrupa’nın bütün hükümetleri gözlerini Fransa’ya diktiler ve gelişmeleri yorumlayıp izlemeye koyuldular. Amerika da özel bir hassasiyetle olayları izleyip yorumladı. Soldan sağa kadar her siyasi oluşum gelişmeler hakkında tespit ve değerlendirmelerde bulundu.
Bu değerlendirmeleri muhtelif unsurlarını öne çıkararak tasnif etmek mümkündür. Bu değişik tasniflere göre de bir seferinde bir grupta yer alanların bir başka ölçüye göre başka bir gruba dahil oldukları görülebilir.
Sağdan soldan olayları değerlendirenlerin ezici çoğunluğu olayların ardında yatan temel unsurun yabancı-göçmen sorunu olduğu noktasından hareket etmektedir. Buradan hareketle kimileri Fransa’nın göçmen sorununa ilişkin genel tutumunu tartışma konusu etmekte ve kabaca «Fransa’daki olaylar yabancıları entegre etme konusundaki Fransız modelinin iflas ettiğini göstermiştir» diye özetlenebilen bir kategori oluşturmaktadır. Örneğin Fransa’nın emperyalist rakiplerinin tutumu budur; onların gözlüğünden bakan akademisyenler siyasetçiler vb. de bu grupta yer alırlar. Bu tutumun tipik ifadesi Amerikan The New York Times’ın konuyla ilgili yorumunda görülebilir. The New York Times, daha dün Katrina kasırgasının ardından New Orleans’ta ki gelişmelere bakıp celallenen Fransızlar, şimdi kendilerinin de benzer sorunlarla yüz yüze olduklarını görmektedir ve kendi modellerinin sorunları çözmeye yetmediğini fark etmektedir diye başlayan cümlelerle durumu analiz etmeye çalışmaktadır. Sonuçta da Fransızların henüz çözememiş olsa bile afro-amerikalılarla beyaz Amerikalıları kaynaştırma konusunda önemli ilerlemeler kaydetmiş olan ABD’den öğrenecekleri var demeye getirmektedir.
Buna karşılık meselenin Fransa’nın asimilasyona dayalı entegrasyon modelinden değil mevcut hükümetin politikalarından ileri geldiğini söyleyenler ise genel olarak bu hükümetin muhalifleridir. Bunların başında eski hükümetin ana gövdesini oluşturan Sosyalist Parti ve koalisyon ortakları gelmektedir; Fransa ile çıkar birliği içindeki devletlerin sözcüleri de öyle ya da böyle bu kategoride yer almaktadır. Bunlar kabaca «hayır Fransız modeli hakkını vererek uygulansa böyle olmazdı» diye özetlenebilen bir tutumu temsil etmektedirler. Örneğin Frankfurter Allgemeine Zetung «hayır Fransız modeli iflas etmemiştir» diye başlayıp, hükümetin varoşlardaki «serseriler» ile çoğunluğu ayırt etmesi gerektiğini söylemekte, aşırı genellemelerden kaçınmasını türban konusunda olduğu gibi provokatif tutumlardan da kaçınmasını öğütlemektedir. Tayyip Erdoğan’ın türban ile ilgili sözleri de buradan kopya çekilerek Türkiye’deki hükümetin politik dengeleri kendi lehine çevirme gayretini gösteren bir tutumu temsil etmektedir.
Sosyalist Parti veya benzeri bir tutumu paylaşanlar da önceki hükümet zamanında bu tür sorunlar doğmadığı ve mevcut hükümetin yanlış politikaları nedeniyle işlerin karışmasına neden olduğu anlamında saptamalar yapmaktadırlar. Hatta muhtemelen hükümetin sıkı kapalı kapıları ardında eski içişleri bakanı olan şimdiki başbakan ve Sarkozy’nin Başkanlık yarışındaki rakibi de Villepin ve destekçileri de benzer yorumları yapmaktadırlar.
Sorunu yine bir yabancı-göçmen sorunu olarak ele alıp hükümeti daha soldan eleştirenler ise vurgularını, işsizlik, eğitim sorunu, sosyal politikalar, konut sorunu, anti-demokratik uygulamalar ve ayrımcı baskılar üzerinde durarak açıklamayı tercih etmektedirler. Bu kategoridekilerin en ileri gidenleri FKP ve yeşiller gibi, öncelikle Sarkozy’nin istifasını öne çıkarmaktadırlar.
Daha solda duranlar ise sorunun özünün kapitalizmin doğası ve Fransa’nın emperyalist niteliği ile ilgili olduğu noktası üzerine vurgu yaparak sermaye egemenliği yıkılmadan bu tür ırkçı ayrımcı saldırıların sona ermeyeceğini ve bu saldırılara karşı benzer tepkilerin önünün alınamayacağını söylemektedirler. Belli başlı Troçkist örgütler ve Fransız solunun irili ufaklı başka unsurları da şu ya da bu biçimde bu çerçevede yer almaktadır. Fransa’daki Türkiye ve Kuzey Kürdistanlı devrimci akımların temsilcileri ise üç aşağı beş yukarı bu kategoride yer almaktadırlar.
Kuşkusuz Fransa’yı haftalarca sarsan ve yankıları bütün dünyaya yayılan isyanın arkasında yatan sosyolojik nedenleri aramak gerekirse, bunların başında işsizliği saymak lazım gelir. Fransa’da ortalama işsizlik yüzde 10 civarında iken hassas bölgeler denilen bu varoş semtlerinde işsizlik yüzde kırkları bulmaktadır. Genç yaştakiler arasında bu oran daha da yukarı çıkabilmektedir.
Bazı çarpıcı rakamlar öğreticidir de:
İlk ayaklanmanın patlak verdiği Clichy Sous-Bois–Montfermeil’de işsizlik Fransa ortalamasının üç katından fazladır; yüzde 31.1’dir. Eylemlerin en yaygın olduğu bölgelerden biri olan Grigny’de işsizlik oranı Fransa ortalamasının iki katından fazla, yüzde 27’dir. Ama aynı bölgenin bir mahallesi olan Grande-Borne’da 15-24 yaş grubundakilerde işsizlik oranı yüzde 41,1’i bulmaktadır. Toulouse kentinde işsizlik oranı yüzde 28,6’dır, bu kentin eylemlere en çok sahne olan Bellefontaine ve Reynerie semtlerinde ise işsizlik yüzde 54,4’ü bulmaktadır. Köklü bir sanayi bölgesi olan ve bugünlerde işsizliğin yüzde 28,6 civarında seyrettiği Nantes– Saint Herbelin’in Bellevue bölgesinde işsizlik yüzde 42,1 mertebesindedir. Pau kentinde yüzde 17 olan işsizlik oranı bu kentin bir bölgesi olan Ousse de Bois’da yüzde 31.7’ye çıkmaktadır.
Bu tür bölgelerde 1974-2004 yılları arasında uyuşturucu ile ilgili suçlar neredeyse 40 kat artmıştır. Yabancılar kanununa muhalefet suçları ise 8 buçuk kat artmıştır.
Besbelli bu tablo isyanın ardındaki sosyal nedenlerin başında gelir. Öte yandan Fransa’da siyah derili ya da sadece esmer tenli olmak, bir Arap yahut siyah Afrikalı olmak, bir Fransız anne ve/veya babaya sahip olmamak, hatta sadece «hassas bölge» diye resmen tanımlanmış olan bölgelerde ikamet ediyor olmak bile bir ayrımcılığa maruz kalmak için yeterlidir. Kuşkusuz bu şartlarda Fransa’da bir «yabancı» veya göçmen olmak da böyle bir ayrımcılığa maruz kalma nedenidir.
Ama bu çarpıcı tabloya rağmen sorunu yabancı yahut göçmen sorunu veya renkli Fransızlara karşı bir ayrımcılık diye görmek yanıltıcı olur. Çünkü proletaryanın en çok ezilen kesimlerinde böyle bir ayrımcılık uygulayan Fransız burjuvazisi aynı zamanda futbol milli takımının «üç B=Beur Black Beyaz»bileşiminde olmasından gurur duymakta mahzur görmez. Ünlü sanatçı şarkıcı manken veya sporcuların siyah yahut mağripli olmasını gururla anar. Siyah veya yabancı bir sevgilisi olmak burjuvalar arasında muteber bir alışkanlıktır. İş proleterlere gelince ayrımcılık önem kazanmaktadır. Bunun adı da ırkçılık olmaktan çok ücretli emeği azami sömürebilmek için emekçileri bölmeyi ve birbirine düşürmeyi ilk gününden beri içselleştirmiş olan ücretli kölelik düzenidir.
Bu bakımdan Paris’te başlayan isyanın mahiyetini ve kaynağında ne yattığını doğru yansıtabilmek için hükümetin de bir yabancı sorunu gibi göstermeye çalıştığı olayların özünde kriz içindeki Fransız emperyalizminin proletaryaya saldırı politikalarının yattığını öne çıkarmak gerekir. Her ne kadar hükümet ve burjuvazi olayların bir göçmen-yabancı sorunu olduğunu göstermeye çalışıp Fransız solunu ve emekçilerini yedeklemek isteseler de sorun düpedüz proletaryaya dönük bir saldırının proletaryanın en korunmasız ve en çok ezilen kesimlerinden başlatılması ile ilgilidir.
Öte yandan yanan arabaların ve sokaklarda kurulan barikatların öne çıkartıldığı fotograflarla sanki banliyölerdeki gençlerin yeni başlattığı bir isyan ve saldırı varmış gibi bir tablo yaratılmaktadır bu da doğru değildir.
Bir defa araba yakma olayları bu birkaç hafta içinde yoğunlaşmış olsa da yeni ve olağanüstü bir durum değildir. Yalnız 2003 yılında aynı bölgelerde ateşe verilen araba sayısı 21 bin 500’dür ki bu gecede 60 araba eder.
Olay esasen saldırı için bahane arayan hükümetin hiç de beklenmedik nitelik taşımayan bir tesadüfü bu saldırı için elverişli bir bahane haline getirmesi olarak görülse daha doğrudur. Nitekim Sarkozy’nin daha söz konusu eylemler başlamadan banliyölerdeki gençleri aşağılayan konuşmalar yapması ve bunu ilk tepkilerin ardından vurgulayarak ve kışkırtıcı bir biçimde sürdürmesi de açıkça bunu göstermektedir. Arkadaşlarının trajik ölümü üzerine aynı gece sokağa dökülen gençlerin polis tarafından taciz edilip kışkırtılması da aynı anlama gelir. Bunların peşinden uzun zamandır sürekli baskı ve tacizlerle kızıştırılan banliyölerdeki isyan patlak verince de hükümet bu eylemleri yalnızlaştırmak ve solu ve işçi sınıfının tuzu kuru kesimlerini yanına almak için her yolu denemiştir.
Eylemlerin büründüğü biçim de bu yalnızlaştırmayı kuvvetlendirici bir etken olarak kullanılmıştır. Sonuçta «hassas bölgelerde» ilan edilen olağanüstü hal ile banliyölerdeki yangın kısa zamanda söndürülmüştür.
Tabii hükümet bu olağanüstü hali ilan ederken Sarkozy’nin istifasını isteyen FKP’nin onayını almayı da ihmal etmemiştir.
Bunun ardından ise aylardır meclisten geçirilemeyen bir yasanın geçirilmesi gelmiştir. Okullarda gençlere «sömürgeciliğin olumlu yönlerinin öğretilmesi» yasa gereği olmuştur. Peşinden evlilik yolu ile iltica yollarının kapanması yönünde yasalar da sıraya girmiştir. Daha önce bu yasalara karşı direnen muhalefetin direnci belli ki banliyölerdeki yangının rüzgarı ile kırılmıştır.
Fransız emperyalizminin hükümeti, işçi sınıfına yönelik saldırılarını emperyalist sömürünün kırıntılarından beslenen oportünistlerden destek alarak sürdürecektir. Bu saldırıların banliyölerdeki genç proleterlerin isyanı ile geri püskürtülemeyeceği açıktır ama bu isyanı yanına alıp sosyal şovenizmin ve sosyal emperyalist solculuğun üzerine yürüyen bir devrimci önderlik yaratılmadan da bu saldırıların işçi sınıfının bütününü vurmasına engel olunamayacaktır.
Siyasal Akımlar Varoştaki Gençlerin Yanında Yer Almadı
Geçtiğimiz Ekim-Kasım aylarında Fransa’yı sarsan varoş isyanları alev alev yanan araba görüntüleri ile hatırlanacak. Ama bunlar Paris’in ilk kez tanık olduğu görüntüler değil. Uzun zamandır «hassas bölgeler» denen bölgelerde arabaların ateşe verilmesi adeta kanıksanmış bir olaydı. Ama bu kez sistematik ve yaygın bir eylem biçimi haline geldi ve daha önemlisi bu kez araba yakma eylemleri polisle çatışmanın bir vesilesi veya arka plan unsuru olarak gelişti. Bir yanıyla da eskiden basit zabıta vakası olan araba yakmalar bu sefer polisin ve devletin varoşlara saldırısı için bahane oldu.
Öte yandan yanan araba görüntüleri ve polisle çatışan gençler pek çoklarına bir başka şeyi hatırlattı. 1968 Mayıs eylemlerinde de Parisliler ateşe verilen arabalarla dehşete kapılmışlardı; gençlerin polisle taşlı sopalı çatışmalara girdiği görüntüler o günlerin de yaygın görüntüleri idi. O nedenle bugün yaşananları 68 Mayısı ile benzeten pek çok yorumcu oldu.
Bununla birlikte bu yorumların ortak paydası iki yüzlü bir şovenizmi ve proletarya düşmanlığını yansıtıyordu. İki dönemi karşılaştıranların çoğu şöyle özetlenebilecek bir tablo çizdi: «o zaman da gençler araba yakıyordu; ama o gençler okumuş aydın Fransız gençleri idi ve özellikle resmi araçları yakıp, kimseye zarar vermemeye özen gösteriyordu. Şimdikiler ise okumamış cahil gençler (hatta onları içişleri bakanı Sarkozy gibi «serseri» diye tanımlayan solcular bile oldu) idi ve bunlar kendi komşularının arabalarını yakıyorlardı.
Açıkça görülebileceği gibi bu benzeştirme aslında varoş çocuklarını ırkçı ve emekçi düşmanı bir gözle aşağılamanın bir biçimini ifade eden şoven bir tutumdur.
Öte yandan 68 Mayısı’nın haşarı çocuğu «Kızıl» lakaplı Daniel Cohn Bendit o zamanlar bu araba yakma eylemlerinin göze batan figürlerinden biri idi. Şimdilerde ise uslu bir yeşil milletvekili olarak siyaset yapıyor. Ne ilginçtir ki hala onun gençliğini dehşetle hatırlayan burjuvalar az değilse bile, «Kızıl Dany»nin kendi gençliğini hatırladığı söylenemez. Bütün bu alt üst oluşlar sırasında onu gören, işiten olmadı!
Diyelim ki o pişman oldu; Fransa’nın en büyük akımları arasında anılan anarşistlere ne oldu? Ateşlerin yeri göğü sardığı ve «anarşi geliyor!» endişesinin yaygınlaştığı koşullarda onları gören olmadı. Halbuki tam sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde, yani varoşlardaki gençler evlerine hapsedildiğinde, 19 Kasım’da Paris sokaklarına dökülen on binlerce işçinin arasında yine anarşistler önemli bir kalabalık oluşturuyordu. Birkaç gün önce yine anarşistlerle troçkist LCR’in öncülük ettiği ve FKP’nin de kısmen destek verdiği sokağa çıkma yasağını protesto eden eyleme gelenlerin sayısı 1500’ü bulmamıştı.
19 Kasım mitingi özelleştirmelere karşı ve kamu hizmetlerinin korunması ve geliştirilmesi talebiyle yapıldı. Fransız solunun her rengi sendikaların hepsi bu mitingde idi anarşistlerin örgütleri ve özellikle sendikaları CNT’de yerini almıştı. Fransız solu ve Fransız emperyalizminin ayrıcalıklı işçileri kazanılmış haklarının yani ayrıcalıklarının savunusu konusunda daima keskin mücadeleler vermeye alışkın. Ama kamu hizmetlerinden mahrum oldukları gibi kamu hizmetleri alanında çalışmalarına da izin verilmeyen varoş çocukları ile dayanışmaya sıra gelince onları görmek mümkün olmuyor. Nitekim 19 Kasım mitinginde kimse varoşlardaki isyanla dayanışmadan söz etmedi. Mitingden sonra Türkiyeli ve Kuzey Kürdistanlı devrimcilerin oluşturduğu platformun düzenlediği protesto eylemine de Fransızlardan kimse itibar etmemişti.
Bu tabloya bakıldığında varoşlardaki genç proleterlerin neden kendi bildikleri gibi ve kendi başlarına isyan etmek zorunda kaldıklarını anlamak zor değil. Hatta bu isyanın ve öfkenin hedefleri arasına Fransız solu ve ayrıcalıklı Fransız işçilerinin girmesine de şaşmamak gerekir.
Fransız Solu Sosyal Şoven Bir Çizgide Kaldı
Fransa’nın en büyük, en güçlü sol hareketi olan ve güya devrimci önderlik boşluğunu doldurmak iddiasıyla öne çıkan Troçkist Lutte Ouvriere Paris’deki isyanı fabrikalarda dağıtılan onbinlerce bildirisinde ele aldı. Lutte Ouvriere fabrika bültenlerinin başyazısında işçilere bu genç proleterleri tanıtırken ve güya onlara sahip çıkarken bile, İçişleri Bakanı’nın ağzıyla konuştu:
“Niçin bu şiddet patlamaları polise karşı bu küçük mahalle kadılarından (kadı=caïd lakabı Fransa’da astığı astık, kestiği kestik Mağripli yerel yöneticiler için kullanılır ve gündelik dilde çete reisi anlamında kullanılmaktadır) ibaret değildir. Çünkü bu mahallelerde Sarkozy’nin polisinin «ayak takımı» derken sadece birkaç serseriyi veya birkaç kaçakçıyı değil, yoksulları, bütün yoksulları kastettiğini bilmeyen bir tek genç bile yoktur. Çünkü onların çoğunun önü tıkalıdır ve umutsuzdurlar.
Yoksul mahallelerde hayat şartlarının kötüleşmesi, peşpeşe gelen hükümetlerinin halk sınıflarına indirdikleri başka darbeler gibi, büyük patronların darbeleri altında işçi sınıfının şartlarının kötüleşmesinin bir parçasıdır. Bugün temenni edilebilecek olan şey şudur: patronların ve hükümetin saldırılarına karşı tepki gösterme yeteneğini yeniden kazanacak olan işçi sınıfı, yoksul mahallelerin gençlerinin kulaklarıyla işitmeyi öğrenmelidir; ve bu gençlik de bütün emek dünyasının saflarında yer alıp, serserilerle, küçük kaçakçıları yolun kenarına bırakarak isyanlarının meşru yönünü dile getirmelidir.”
Eğer Fransa’da soldaki en güçlü örgüt böyle konuşuyorsa, bunun nedeni, sadece onların iflah olmaz bir sosyal şovenizmin pençesinde olmaları değildir. Bu aynı zamanda onların kuyrukçuluk ettikleri işçi yığınlarının siyah derili oldukları veya Fransız ismi taşımadıkları için dışlanan sınıf kardeşlerine, sınıf düşmanlarının gözüyle baktıklarını anlatır.
Beyaz Fransızlar da denebilecek olan Fransız işçi aristokrasisi emperyalist sömürünün kırıntılarıyla beslenmeye alışmış ve ellerinden bir bir giden ayrıcalıklarının peşinde çırpınırken daha da şoven ve milliyetçi bir çizgiye savrulmaktadır. Onlara önderlik etme hevesi ile peşlerinde koşan ve kendilerini onlardan ayırt edemeyen Fransız solu da aynı çizgiye hapsolmuş durumdadır. Bu durum hüküm sürdüğü müddetçe, Fransız işçi sınıfının en devrimci ve en dinamik unsurları yabancı, göçmen, ayak takımı, serseri vb. sıfatlarla dışlanmak istenenler arasından çıkacaktır.
Kendilerini bu kesimlerin içine katan ve onların özgürlükleri için mücadeleyi kendi özgürleşmelerinin koşulu sayan komünistlerin öne çıkması ise hem bugün çözümsüz bir isyan çıkmazında direnen genç proleterlerin önünü açacaktır; hem de onların isyanını kuşanan bir devrimci önderlik Fransız emperyalizmini bütün uzantılarıyla birlikte tarih sahnesinden süpürecektir.