Bu yazının orijinali Mart 2005 Tarihli Proleter Devrimci KöZ’ün 25. sayısında yayımlanmıştır.
Paris Komünü’ne hayat veren ve Komün’e kendinden izler bırakan kadınlardan birisi de Louise Michel’di.
Louise Michel, 29 Mayıs 1830’da Fransa’da Vroncourt şatosunda dünyaya geldi. Annesi şatonun hizmetçilerinden biri idi. Babası ise küçük Louise dünyaya geldikten kısa bir süre sonra ortadan kaybolmuştu.
Louise Michel anılarında, «Piç denilen çocuklardanım; ama bana dünyaya gelme bahtsızlığını bahşedenler özgür insanlardı; birbirlerini sevdiler; doğumumla ilgili olarak anlatılan sefil öykülerin hiçbirisi doğru değildir ve annemi yaralayamaz. O hayatım boyunca tanıdığım en dürüst kadındır» dedi.
Küçük Louise dede ve büyükanne diye çağırdığı şatonun sahiplerinin yanında büyüdü. Okuma-yazmayı Voltaire hayranı olan dedesinin gayretleriyle öğrendi. Yine ondan iyi bir eğitim aldı.
Şiir yazmayı sevdi, bazılarını Victor Hugo’ya gönderdi ve sürgündeki şairden cevap da aldı. Hugo ile mektuplaşmaları şair ölünceye kadar sürdü.
Küçüklüğünden itibaren Louise’in en dikkat çeken özelliği insanlara ve hayvanlara karşı sevecenliği ve yardımsever paylaşmacı karakteri idi. Dedesinin kendisine verdiği harçlıkları genellikle ihtiyaç sahibi olan başkalarına aktarırdı. Hatta bu maksatla dedesinin parasını çaldığı bile oluyordu.
Louise ilkokul öğretmeni olmak istedi ve sınavları kazandı. Ancak bu mesleği yapabilmesi için imparatorluğa bağlılık yemini etmesi gerekiyordu; Louise Michel bunu reddetti. Dedesinden aldığı eğitimle sıkı bir cumhuriyet taraftarı olmuştu. Sonuçta resmi okullar yerine özel okullarda çalışmak zorunda kaldı. Hatta 1853 ocağında Yukarı Marne bölgesinde Audeloncourt’da özgür bir okulu bizzat kendisi açtı. İki yıl sonra da aynı bölgede bir başka okulda cumhuriyetçi fikirleri çocuklara aşıladığı için ilk kez emniyetin dikkatini çekti.
Bunun üzerine Louise Michel Paris’e taşınmaya karar verdi. Onuncu bölgede Chateau d’Eau caddesinde bir okulda öğretmenliğe başladı. Okulun müdürü bayan Volier hayatı boyunca onun yakın dostu oldu. Paris Komünü’nün önde gelen isimleri arasında olacak olan Varlin, Eudes,Valles, Rigault ve Theophile Ferre ile de o zaman ve onun sayesinde tanıştı. Ferre Kurşuna dizilinceye kadar Louise’in sevgilisi idi; Louise ölünceye kadar da öyle kaldı.
Bu sırada Paris’te katıldığı tartışmalar sayesinde anarşizmle de tanışmıştı. Polis kayıtlarına göre Michel’in siyasal mücadeleye başlaması bu tarihte olmuştur: Aynı kayıtlarda Michel’in Birinci Enternasyonal üyesi olduğu da yazılıyor.
Ama Louise’ gibi birinin siyasal mücadeleye katılmak için 30 yaşına gelmeyi beklediğine inanmak doğru olmaz. Polis kayıtları kendilerinin fark ettikleri noktayı başlangıç saymış olsa gerek.
Louise Paris’te çeşitli derneklerin faaliyetlerine katılmaya ve kimi dergilere yazı göndermeye başlamıştı. 1869’da öldürülen gazeteci Victor Noir’ın cenazesine ise erkek kıyafetinde ve belinde hançeri ile katıldığını söylüyor. 1871’in ocağında ise teslimiyetçi hükümete karşı yapılan protesto gösterilerine ulusal muhafız üniforması ile katıldı ve ilk silahlı eylemine katılmış oldu.
Komünle taçlanacak olan 18 Mart ayaklanmasında Louise mantosunun altında sakladığı karabinası ile yer aldı. Komünün yenilgisinin ardından yakalanıncaya kadar da silahını elinden bırakmayacaktı.
Louise Michel genellikle anarşistler tarafından anılır ve anarşist olarak tanınır; ki bu doğrudur. Michel’in de imzasını taşıyan «Anarşistler Bildirisi» onun yaşamına damga vuran belli başlı fikirleri yansıtmaktadır:
“Anarşistler, düşünce özgürlüğünün her yerde tanındığı bir çağda sınırsız özgürlüğü savunmayı hak ve görev olarak bilen insanlardır… Özgürlükten yanayız ve bunun, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister dayatılmış, ister seçilmiş olsun, kralcı ya da cumhuriyetçi olsun herhangi bir iktidarın varlığıyla bağdaşmayacağına inanıyoruz… Eşitlik olmadan özgürlük olamaz!… Bizim istediğimiz eşitlik, özgürlüğün önkoşulu olan fiili eşitliktir. Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar, diyoruz!”
Ancak bu metne imza atanların arasındakilerin birçoğu da dahil olmak üzere işçi hareketinin çeşitli akımları kadının yerinin ev olduğunu düşünmeye devam ediyorlardı. Louise Michel hep anarşistlerin saflarında kalmış olduğu halde, anarşistleri de kayırmayarak şu eleştiriyi getirenlerdendi:
“Erkek, hangi kesimden olursa olsun, hep efendidir. Biz kadınlar onunla hayvanlar arasında yer alan ayrı bir tür sayılırız. Proudhon kadınları ev kadını ve fahişe olmak üzere ikiye ayırmıştır. Acı içinde itiraf ediyorum biz, çağlar boyunca bu hale getirilen, başka kasta dahiliz. Cesaretimiz varsa bu patolojiktir, bazı bilgileri kolayca öğrenirsek, bu da patolojik bir durumdur. Ben bütün hayatımca buna güldüm. Bugün artık, yanlışlığı ileride anlaşılacak olan bütün hatalar gibi buna da gülüp geçiyorum.”
Halbuki o sıralarda bu fikirleri savunanlar marksist komünistlerin arasındaydı; Michel hiç bir zaman anarşizmi terk edip Marksistlerin saflarına katılmadı.
Paris Komünü’nde de başlangıçta kadınlar sürekli geri tutulmaya çalışılmış, toplantılara katılmaları önlenmek istenmişti; kadınların erkekler gibi sokaklarda savaşamayacakları düşünülüyordu. Parisli kadınlarla birlikte, Louise Michel bileklerinin hakkıyla bunun tersini kanıtladı.
17-18 Mart gecesi General Vinoy’un birlikleri, Parislilerin ellerinden toplarını almakla görevlendirilmişti. Kadınlar bu bilgiyi ulaştırmak üzere gereken zamanı bulmuşlardı. Louise Michel ve Ferre’nin yönettikleri On Sekizinci Bölge Güvenlik Komitesi bunun üzerine, Montmartre tepesine gitti. Tepeye giden kadınlar, çocuklar, federe muhafızlar askerlerle ilişki kurup, onlarla neşeli ve kardeşçe bir ilişki geliştirdiler.
Generaller askerlerine Parisliler üzerine ateş edilmesi emrini verdiğinde artık çok geçti, askerler emre uymadı. Emri veren iki general tutuklanarak kurşuna dizildiler. Bu cezalandırmanın en şevkli savunucularının başında da Michel geliyordu.
Daha sonra Komün’ün ezilmesi sırasında «petrolöz» denen ve ellerindeki gaz bidonlarıyla burjuva ordularına kabuslar yaşatan kadınların öyküleri dilden dile dolaştı. Barikatlarda, idam mangalarının karşısında, zindanlarda kadınlar erkeklerin yanında yerlerini almasını bildiler.
Sadece Louise Michel’in yıllarca hapis yatmasına neden olan iddianameler bile hem onun hem de genel olarak kadınların Komün’deki rolünü yansıtması bakımından çarpıcıdır:
«18 Mart’ta General Lecomte ve Clement Thomas’ın tutuklanmalarında rol almak». «”Onları salmayın” diye kışkırtıcılık yapmak ve öldürülmeleri eylemine katılmak». «19 Mart’ta Belleville ve Villette mahallelerinin silahlandırılmasının sorumluluğunu üstlenmek. Bu eylemler sırasında Ulusal Muhafız üniformasını giymek». «Komün’ün ilan edilmesinden sonra “Kadın İşçilerin Çalışarak Ahlaklı Yaşaması Komitesi” sekreteri olarak “Kadınlar Birliği Merkez Komitesi” kurmak». «Komün’ü Versailles güçlerine karşı savunmak için, kadınlardan oluşan ve komünarlara sağlık hizmeti veren ambulansçı birimleri; barikatlarda dövüşecek savaşçı birlikleri; yangınlar çıkarmak üzere kundakçı (petrolöz) bölükleri örgütlemek». «Devrim klübü başkanı olarak 18 Mayıs’ta alınan şu kararlara katılmak: mahkemelerin kapatılması; rahiplerin tutuklanması; Blanqui’nin serbest bırakılması için 24 saatte bir rehinenin kurşuna dizilmesi…» «Issy, Clamart ve Montmartre çatışmalarında bilfiil yer almak»… vs.
Louise Michel bu ve benzeri suçlamalarla yargılandı ve bir avukat tarafından savunulmayı reddetti. Kendi yaptığı savunmada şunları söyledi:
“Kendimi savunmak ve birilerinin beni savunmasını istemiyorum. Tüm varlığımla toplumsal devrime aitim ve bütün davranışlarımın sorumluluğunu kabul ediyorum. Yaptıklarımı bilerek ve isteyerek yaptım.”
Mahkeme başkanı son söz olarak söylemek istediği bir şey olup olmadığını sorduğunda ise,
“Kendini Savaş Konseyi diye adlandıran benim yargıcım olan heyetinizden…. tek isteğim yoldaşlarımın öldürüldüğü Satory meydanına gönderilmemdir. Beni de toplumunuzdan eksiltin. Zaten sizden bunu yapmanız isteniyor. Cumhuriyet savcısının hakkı var. Mademki özgürlük için çarpan her yüreğe bir parça kurşun nasip oluyor ben de hakkımı isterim. Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye haykırmaktan usanmayacağım.»
Bu sözler üzerine mahkeme başkanı sinirlenerek sözünü keser ve bitirmesini ister. O da «Bitirdim zaten eğer şerefsiz alçaklar sürüsü değilseniz öldürün beni!» diye yanıt verdi.
Ona sürgün cezası verdiler. Temyize gidip gitmeyeceği sorulduğunda “Hayır bu kararı temyiz etmeyeceğim ölüm cezasını tercih ederdim” yanıtını verdi.
Louise Michel’i Fransız Sömürgelerinden Yeni Kaledonya’ya (Kanakya’ya) gönderdiler. O sıra orada ayaklanma vardı. Louise Michel orada bulunduğu süre içinde sömürgeciliğe başkaldıran Kanaklarla dayanışma içinde oldu. Oysa sürgündeki pek çok komünar Fransa’nın saflarında kalmıştı. Michel gizlice sürgüne kadar yanında taşıdığı kızıl komün fularının yarısını keserek ayaklanmanın önderlerinden Atai’ye hediye ettiğini anlatıyor.
Michel sürgün yıllarında da Kanak çocuklarının eğitimi ile ilgilendi.
1880 Kasımı’nda Paris’e döndükten sonra da mücadeleyi bırakmadı Zatürreden öleceği 1904 yılına kadar defalarca tutuklandı. Bazen işsizlerin mücadelesi içinde bazen anarşistlerin eylemlerinde boy gösterdi. Öldürmeye azmettirmekten yargılandığı da oldu. Daima yazmaya devam etti.
Louise Michel Bugünün Anarşistlerine Ve Feministlerine mi Benziyor?
Parisli bir kısım kadının Versailles’ın karşı-devrim güçleriyle yapmak istedikleri barış görüşmelerine karşı kaleme alınan ve Louise Michel’in kaleminden çıktığı söylenen Paris Komünü bildirisi de şunları söylüyordu:
“Hayır! Parisli işçi kadınlar barış değil, kanlarının son damlasına kadar savaş istiyorlar. Bugün uzlaşma ihanet olur, mutlak toplumsal yenilenme, var olan hukuki ve toplumsal ilişkilerin yıkılması, ayrıcalıkların sömürünün ortadan kaldırılması, sermaye egemenliği yerine emeğin egemenliğinin konulması, emekçinin kendi kurtuluşunu sağlaması yönündeki bütün umutlarımızın sonu olur.”
Louise Michel’e bu görüşleri ve yaşamının çarpıcı radikal yönleri nedeniyle feministler; anarşistlerin saflarında yer aldığı için de anarşistler sık sık sahip çıkmaktadır. Ancak bugünün anarşistleri veya feministleriyle Louise Michel ve onun gibi militan kadınların arasında benzerlik kurmak pek güç.
Bugün kendisini hala anarşist olarak tanımlayanların çoğu tarihten birtakım pek isabetli olmayan dersler çıkarmış görünüyor. Ama bu derslerin onları Michell’e yaklaştıran dersler değil uzaklaştıran dersler olduğu apaçık.
Gerçi artık kadınların evlerine kapanmalarını savunan anarşistler belki de kalmamıştır; ama hala sık sık ateşten bahsettikleri halde, kendilerini ateşe atmaktan sakınmayan anarşistlere pek rastlanmıyor. Hesaplı, akılcı ve gerçekçi olmak; «çılgınlık»lardan uzak durmak gerektiği hakkındaki bilgiççe nasihatlerden anarşistlerin de nasiplerine düşeni aldıkları anlaşılıyor. Hatta birçok durumda bu liberal nasihatlerin anarşizm adına savunulduğu görülüyor. Bu bakımdan bugün kendilerine anarşist diyenlerin Louise Michel’le aynı ruh halini savunduklarını söylemek bile çok güç.
Louise Michel Komün’ün kızıl bayrağı altında durmakta hiçbir sakınca görmemişti; şimdi anarşizmin ayırt edici yönlerinin başında bayrağın rengini karaya çevirmek geliyor.
Zaman zaman Michel’e feminizmin öncülerinden biri diye sahip çıkan feministler için de benzeri bir durum söz konusu.
Louise Michel, kadının özgürleşmesini savunmanın hiç de basit olmadığı bir dönemde özgürlüğü yalnızca söylemle, ya da belirli ayrıcalıklara sahip olarak yaşamakta aramadı. Bu mücadeleyi genel ve sınıflar üstü bir zeminde değil, baldırı çıplakların yanında, Komün barikatlarında aradı. Kota vb. yoluyla değil ellerinde silahlarıyla, gaz bidonlarıyla, barikatların üzerinde hayatlarını ortaya koyarak erkeklerin kadınlara kapatmak istediği siyaset dünyasına girenlerin arasında yer aldı.
Ancak resmi izin alındığı takdirde eylem yapmaya alışmış bulunan; bu izinli «eylemlerde» de erkekler katılsın mı, katılmasın mı; pankartların rengi mor mu olsun kızıl mı; sloganlar Türkçe mi olsun, Kürtçe mi; devrim ve komünizm gibi sözlerin olduğu sloganlar atılsın mı, atılmasın mı gibi tartışmalara boğulan feministlerle, barikatlarda savaşan kadın komünarlar ve Louise Michel’in arasında nasıl bir ortaklık kurulabilir?
Ya da kadınların ezilmesi ve kurtuluşu sorununu yalnızca kadınların sorunu gibi görüp, erkeklerin olmadığı mitinglerde, balon uçurmayı marifet sayan feministlerle, barikatlarda savaşan Louise Michel arasında nasıl bir benzerlik kurulabilir?
Bugün kadının kurtuluşu mücadelesini, şiddetten, yıkıcılıktan uzak barış söylemleriyle dillendirenlerle; «eylem ve enerji» diye haykıran, «kıyasıya savaş», «hürriyet davası için dökülen oluk oluk kan: işte bunlar bizim zafer ve intikam unvanlarımızdır» diyenlerin birbirinden çok uzaklarda durduğu oldukça açıktır.
Buna karşılık, 8 Mart eylemi için erkekleri fabrikalardan çıkarıp kendileriyle hareket etmeye zorlayarak 1917 Şubat Devrimi’nin kıvılcımının çakılmasında büyük payı olan kadınlarla, Marx’ı Paris Komünü’nde savaşmaya çağıran, neden yanlarında olmadığını sorgulayan Louise Michel arasında daha rahat ilişki kurulabileceği de açıktır.
Hatta Louise Michel gibi kadınlara feministler ve anarşistler arasında pek rastlanmıyor diye bu tür militan kadınların hiç bulunmadığı da söylenemez.
Aksine Michel’in yaşadığı dönemdekine göre çok daha fazla sayılarda kadın, belki onu tanımadan, ama onun gibileri aratmadan özgürlüğünü dağlarda, barikatlarda, fabrikalarda, eylemlerde arıyor; işkenceciler veya mahkeme heyetleri karşısında kimliğine toz kondurtmuyor. Bu bakımdan bugün ona sahip çıkanlarla Louise Michel arasında benzerlik bulmak imkansız gibi görünse de, Gazi barikatlarına koşan, bedenini ateşe vermekten sakınmayan, dağlarda gerilla olan, gecekondularını, fabrikalarını savaş alanına çevirmekten sakınmayan kadınlarla Louise Michel ve onun gibiler arasında ilişki kurmak hiç de zor değil.
Louise Michel’lere sahip çıkmak; onların bugünün liberal masallarının dekoru haline getirilmesine karşı çıkmak ve onların mücadeleci örneklerini komünizm davası için mücadelede yaşatmak komünistlerin ödevleri arasındadır.
Louise Michel Komün Direnişi’nin bastırılmasından sonra tutuklu bulunduğu hapishanede şu dizeleri yazmıştı:
Şimdi suskun olan yığınlar
Okyanus gibi gürlediğinde;
Yığınlar ölmeye hazır olduğunda
Komün tekrar ayaklanacak.
Sayılamayacak bir kalabalık olarak geleceğiz
Bütün yollardan geleceğiz
Ve karanlıklardan sıyrılan intikamcı hayaletler gibi gelirken
Yumruklarımızı sıkacağız
Bayrağı ölüm taşıyacak
Al kanlara boyanmış kara bayrağı
Ve alev alev göğün altında
Özgürleşen toprak
Mor çiçekler açacak
(Hapisane şarkıları mayıs 1871)
Paris Komünü ve Kadınların Kurtuluşu
Paris Komünü’nün yıldönümü olan 18 Mart uzun zamandır Dünya Kadınlar Günü ile de peşpeşe anılıyor. Ama insanlığın kurtuluşuna giden yolun nasıl bir yol olacağı hakkında ilk deneyimin yaşandığı ve proletarya diktatörlüğünün neye benzeyeceğinin ilk kez somut olarak görüldüğü Paris Komünü ile kadınların kurtuluş mücadelesi arasındaki bağ yalnızca bu takvim çakışmasından ibaret değil. O zamanlar Birinci Enternasyonal’in içindeki çeşitli akımlar arasında kadın sorunu ve kadınların seçme seçilme hakkı vb. konularda şiddetli tartışmalar yaşanıyordu; anarşistler, lassalleciler, blankistler neredeyse kadın düşmanı fikirleri savunmaktaydılar. Zaten azınlıkta olan marksistler kadın sorununda yalnız kalmışlardı. Bu dengelerin kırılması fikir tartışmalarıyla sağlanmadı; bunun için kadınların aktif bir biçimde mücadeleye katıldıkları Paris Komünü’nü beklemek gerekti. Bu noktadan sonra kadınlar işçi hareketi içinde ve komünistler arasındaki yerlerini bileklerinin hakkıyla almaya başladılar. Nisan 1871’de Paris’te Enternasyonal’in bir kadın seksiyonu kuruldu; aynı yılın ağustos ayında New York’ta Victoria Woodhull öncülüğünde neredeyse feminist bir program savunan bir seksiyon kuruldu; 1871 Londra Kongresinde Marx’ın önayak olmasıyla, kadınlarla erkeklerin bir arada oldukları örgütlerden ayrı olarak kadın işçi örgütlerinin Enternasyonal tarafından kurulması kararlaştırıldı.
Ama Birinci Enternasyonal kısa sürede dağıldı; Birinci Enternasyonal’in son demlerinde karar haline getirilen tutum ancak 50 yıl sonra Komünist Enternasyonal’de (Üçüncü Kongre) yeniden kararlaştırıldı. İkinci Enternasyonal’de Clara Zetkin gibi tek tek kadınların girişimleriyle bu tutum sürdürülmeye çalışıldı: 8 Mart bu girişimlerin sonucunda sosyalist ve proleter kadınların dünya kadınlarına bir armağanı olarak kurumlaştı.
Bu bakımdan kadınların kurtuluş mücadelesiyle insanlığın kurtuluşu mücadelesinin bağlarının kurulmasında Paris Komünü deneyimi önemli bir dönemeçtir.