Proleter Devrimciler, ‘Sosyalist Devrimciler’den ve ‘Demokratik Devrimciler’den Devrimci Partiyi Kurma Yolunda Ayrışır

0

Her ne kadar devrim stratejileri tartışması devrimler kadar eski bir tarihe uzansa da 2005 yılında bu konuyu ele alışımızın nedeni demokrasi tartışmalarının AB aday adaylığı görüşmeleri sebebiyle alevlenmesiydi. Türkiye Sol hareketi içindeki demokratik devrim/sosyalist devrim tartışmalarının ekseninde Türkiye’de burjuva demokrasisinin olup olmadığı bulunmaktaydı. Şu sıralarda ise benzer bir tartışma rejimin değiştiği Türkiye’de burjuva demokrasisi de olsa artık ortadan kalktığı ve ‘tek adam rejimi’ veya ‘faşizm’ inşasının tamamlandığına dair sürdürülüyor. Bunlara ışık tutması için Proleter Devrimci KöZ’ün 2005 Şubat tarihli 24. sayısında yayımlanan bu yazıyı yeniden paylaşıyoruz. 

 

Türkiye AB kapısını aşındırmaktayken Türkiye’de burjuva diktatörlüğü değil de faşist diktatörlük olduğu; yahut yeteri kadar burjuva demokrasisi olmadığı tespiti üzerinden siyasal mücadele yürütenlerin bu durumda nasıl bir tutum alacağı sorusu önümüzdeki süreçte yanıtlarını merakla beklediğimiz bir sorudur.

Söz konusu siyasi hareketler Avrupa’da burjuva demokrasisi olduğunu ve bu nedenle orada doğrudan sosyalist devrim olabileceğini, oysa Türkiye’de henüz burjuva demokratik devrim geçek­leş­me­diğini ve bu ne­denle dev­rim­ci­lerin önün­de iki aşa­malı ya da öncelikle demok­ratik devrim sorunu durduğunu iddia etmektedir. Oysa TKP’nin ilk progra­mında komünistler demokrasi sorununun Türkiye’de çözülmüş olduğunu ve önlerinde işçi köylü Sovyetlerine dayanan bir devlet ve devrim hedefinin bulunduğunu 1920’de yani cumhuriyet kurulmadan önce ilan etmişlerdi.

Yine söz konusu siyasetler aynı sebeplerden ötürü Türkiye koşullarında illegal örgütlenmeyi tercih ederken Avrupa’da açık çalışmayı tercih etmektedir. Türkiye AB’ye girdiği takdirde Fransa, Almanya vb. ülkelere ilişkin yapılan değerlendirmeler Türkiye için de geçerli olacak mıdır? Diğer bir deyişle; Avrupa’da burjuva demokrasisinin sağladığı legal örgütlenme koşulları Türkiye’de de mevcut olunca, devrimci örgütler tasfiye mi edilecektir? Avrupa’daki burjuva demokrasisi Türkiye’de de (en azından zorunlu olarak yasalar düzeyinde) gelişmiş olunca, Avrupa’daki demokrasi kadar demokrasinin sağlanmasını sosyalist devrimden ayrı ve onu önceleyen bir demokratik devrime bağlayan devrimciler bu aşamalı devrim stratejilerini terk mi edecektir? İşte tüm bu karmaşa ve sorunlar silsilesi devrim ve devlet meselesini sosyolojik bir olgu olarak ele alan devrimcilerin karşısında durmaktadır.

Oysa hükümette parlamenter bir sistem olması yahut askeri bir diktatörlük olması devlet aygıtının temel karakterini değiştirmez. Herhangi bir devlet aygıtının temel karakteri değiştirilemez de zaten. Bunun için devleti reformlar yoluyla veyahut ele geçirerek değiştirmeyi hayal edenler yanılmaktadır. Proletaryanın egemen sınıf halinde örgütlenmesini temsil edecek olan hariç bütün devlet aygıtları parçalanıp tarihin çöplüğüne atılmalıdır; değiştirilmeleri, dönüştürülmeleri mümkün değildir. Hele bunların bir şeklinden diğerine geçiş için ezilen sömürülen yığınların temel güç olacağı bir devrime hacet yoktur.

Kafa ve kol emeği­nin birbirinden ayrıl­ması ve birinin diğe­rine hükmet­mesiyle vücut bulan burjuva diktatörlüğü, yerine ve koşullarına göre daha ‘hoşgörülü’ ya da daha “kanlı” yön­temlerle iktidarını sürdürmektedir. Artı-değer sömürüsü üzerine kurulu olan dünya sisteminde ise proletarya diktatörlüğünün olmadığı her yerde burjuva devlet aygıtı vardır ve ona karşı mücadele de ancak nihai olarak proletarya diktatörlüğü ile sonlanabilir.

Söz konusu devletlerin işçilere, emekçilere ve ezilenlere karşı uyguladıkları zorbalığın derecesi oradaki sınıf mücadelesinin tehditkarlığı ve yine mevzu bahis olan devletin uluslararası hiyerarşi de nereye oturduğu ile ilgili olacaktır. Devletin karakteri zorbalık derecesine göre değişmez.

Nitekim yaşamak için kapitalistlere muhtaç ve mahkum kalmaktan daha ‘zor’ bir zorbalıktan söz etmek de pek mümkün değildir. Zaten bu yüzden işçi sınıfı kendi sınıfından kurtulmak isteyen sınıftır ve burjuva diktatörlüğünü yıkacak gücünü de buradan alır.

Devlet ve devrim meselesinin kavranışı nasıl ki Bolşevikleri Menşeviklerden ve II. Enternasyonal oportünizminden ayrıştırdıysa bugün de komünistleri oportünistlerden ayrıştıracak önemli bir ayraç olmaya devam etmektedir. Zira devrim ve devrim stratejileri hakkındaki ayrışma yaşadığımız coğrafyada birçok siyasal akımın kendilerini diğerlerinden ayırdıkları önemli noktalardan birini oluşturmuştur. Fakat bu ayrışma gerçek ve siyasal bir ayrışmadan çok teorik düzeyde bir ayrışma olarak kalmıştır.

Çünkü örneğin demokratik devrim hedefini savunan devrimcileri güya daha ileri bir noktadan eleştiren sosyalist devrim savunucuları reformist bir yoldan sosyalizme geçmeyi hayal etmekteydi. Bu örnekte görüldüğü gibi, geçmişte devrim stratejileri tartışması yanlış bir arenada yürütülmüştür.

Devrim stratejileri üzerine tartışmalar 60’larda da 80 sonrasında da yürümüştü. Bugün halen daha yürümekte olan bu tartışmalar, Türkiye’de işçi sınıfının olup olmadığı ve eğer varsa yeterli sayıda olup olmadığı, fabrika bacası sayısının uygun olup olmadığı ve devletin burjuva demokrasisini ne kadar uygulayıp uygulamadığı üzerine sosyolojik bir takım verilere dayanan bir tartışmadır.

Bu tartışmalar aynı zamanda Rus Devrimi, Lenin’in İki taktik ve Nisan Tezleri’nde savundukları üzerine de bir tartışmayı da içinde barındırır.

Hem Türkiye üzerine yapılan sosyolojik tahliller hem de Rusya’daki Bolşevik Devrim’in kavranış biçimi başlı başına Bolşevizm’i ve Lenin’in Devlet ve Devrim üzerine yazdıkları tahrif eden bir bilinç kayması yaratmaktadır.

Çünkü devrim meselesi sosyolojik değil siyasal bir meseledir. Mali oligarşinin ve uluslararası tekellerin tüm dünyayı hege­mon­yası altına almasıyla emperyalizm çağının başlaması ve kapitalizmin bir üst aşamaya geçmesiyle birlikte dünyanın her yerinde işçiler, emekçiler artı-değer sömürüsünün boyunduruğu altına birbirine zincirlenerek girmiştir. Bu nedenle bu zincirin her yerde halkalarını kopartacak bir güç yaratmak da mümkün hale gelmiştir.

Dolayısıyla artık dünyanın her yerinde proleter devrimlerin gerçekleşme olanağı vardır. Fakat bu olanağı gerçekleştirmenin biricik koşulu söz konusu gücü yaratarak ona önderlik edecek Bolşeviklerinki gibi bir partinin olmasıyla ilgilidir.

Zira eğer Bolşevikler Rusya için sosyolojik tahliller yapanların kuyruğuna takılmış olsaydı, onlara uyup sosyoloji tartışmalarına boğulsaydı Bolşevik Devriminden bugün söz edemiyor olurduk.

Bugün kapitalizmin değiştiğine ilişkin “küreselleşme” tartışmalarıyla yayılan safsatalara rağmen halen daha emperyalizm koşullarının süregittiği bir dünyada yaşıyoruz. Fakat ne 1900’lerin başında Bolşeviklerin, ne de 1920’lerde Türkiye Komünist Partisinin (TKP) stratejik olarak önüne koyduğu devrim perspektifi netliğini bugünkü devrimci hareket içinde görmek mümkün değildir.

1920 yılında işçi ve köylü şuraları yaratmak için bir devrimci mücadeleye adım atan TKP’yi, ne bugün TKP ismini kullanarak prim yapmaya çalışan reformistlerle, ne de Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının katledilmesinin ardından TKP’ nin siyasetini belirleyen oportünist anlayışla birbirine karıştırmamak gerekir.

Bugün TKP ismini kullananlar en fazla Dersim isyanını bastıran Mustafa Kemal’i ayakta alkışlayarak gericiliğe darbe vurul­duğunu söyleyen sosyal şovenlere benze­mekteyken par­la­mentoyu fet­het­mek yoluy­la ‘sos­yalist bir devrime’ gidile­bi­leceği yanıl­samasını yaratarak işçi sınıfı müca­delesinin içine burjuva siyaseti taşımak­tadır.

Oysa 1920 yılında;

“…. bir taraftan emperyalistlere karşı yürütülen savaşın devamı, diğer taraftan özellikle toplumsal devrimin Avrupa’da yayılması sınıf bilincinin olgunlaşması ve gelişmesini önemli biçimde etkileyerek Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir mahiyet almasına yardım etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve köylü şuralar cum­huriyetinin kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır.” sözlerini programına koyan TKP hem organik olarak devamı olan hem de bugün ismen ya da ideolojik olarak mirasçısı olduğunu iddia edenlerden kendisini daha o günlerde ayırmıştır.

Sosyolojik bir takım tahlillerle kafa bulan­dıranlara da programının 6. maddesinde daha o gün gerekli yanıtı vermiştir.

“ Bugün yeryüzünde millet ve devlet halinde yaşayan toplumlardan her birine mensup işçi, köylü ve yoksul takımının, burjuva saldırganlığını temelinden yıkmak üzere kesin bir kararlılık ve hazırlık ile son bir sınıf çatışmasına girişmeleri, enternasyonali doğurmakla beraber, uygarlık ve refah bakımından büyük fedakarlıkları gerektirmektedir. Ama, ileride ulusal çerçevedeki üretim özgür ve ortak esaslarda kurulunca, bu fedakarlıkların telafisinin mümkün olacağı hiçbir tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır.

Kendi yaşadığı topraklar üzerinde ve kendi milleti içinde bu fedakarlığı göze almayanlar, uluslararası faaliyetin imkanlarından yararlanmaya layık olmayacaklardır. Sosyoloji ile devrimci sosyalizmi birbirine karıştırarak, barışı ve savaşı birer sonuç olarak görmeyip, belki bir araç olarak kullanmak isteyen hain sosyalistler, son ve kesin çatışmaya gevşek bir mahiyet vermekten ve aynı zamanda devrimi burjuvazinin saltanat ve tahakkümüne satmaktan başka bir şeye hizmet etmiş olmazlar. ”

Sözde mirasçıların ya da ismen mirasına konacağını zannederek siyaset yapmaya kalkanların programatik ve ilkesel olarak 1920’lerin TKP’siyle özdeşleştirilemeyeceği ortadadır. Zira miras halk arasında kendisine ait olmayan bazı malların üstüne oturup onu kullanmayı çağrıştırır. Devrimcilerin devrimci mücadelenin mirasına bu biçimde yaklaşması ise ancak yaşadığımız coğraf­yada ve de dünyadaki zengin devrimci mira­sın tüketilmesine, değerinin düşürül­me­sine ve kitleler ne­zdinde anlamsızlaşıp kafa bulandırmasına yol açmaktadır.

Oysa hem bolşevizmin hem de 1920 TKP’sinin bugünkü devrimci harekete bıraktıklarını, içinden geçtiğimiz çağda komünistlerin en acil görevi olan proleter dev­rim­le­ri­ne ön­derlik edecek, bunları yaygınlaştırıp kazanımlarını kalıcılaştıra­bilecek bol­şe­vik bir dünya partisini yaratarak miras olmaktan çıkarmak ve devrimcileri de mirasyedi konumundan kurtarmak mümkündür.

Emperyalizm ve proleter devrimler çağında ulusal kalkınmacılık anlayışıy­la dev­rimci sosyalizmin birbirine karıştırılma­masını sağlamak için proletarya diktatör­lüğünü sahiplenerek reformistlerle komü­nistler a­ra­sın­­daki ayrım çizgisini çekebilen bir devrimci partiyi yaratmak gerekir. Devrim stratejisinin ne olacağı sorusu da ancak ve ancak buna önderlik ede­cek dev­rimci partinin nasıl yaratılacağı sorusuyla birlikte yanıtlandığında an­lam­lı olacaktır. Komünistlerin birliğini savunanlar komünist mücadeleyi miras olmaktan çıkartacak partileşme yolunu bu bilinçle örmektedir.

Marks, Engels, Lenin Yolumuz Proleter Devrim!

Devrim İçin Devrimci Parti! Parti İçin Komünistlerin Birliği!

Paylaş