(Bu yazının orijinali Ağustos 2002 tarihli Proleter Devrimci KöZ’ün 1.sayısında yayımlanmıştır)
Jean Jaures 1859 yılında Fransa’nın güneyindeki Tarn bölgesinin Castres kentinde, toprak zengini bir burjuva ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Şimdilerde 50 bin nüfuslu bir otomotiv sanayi merkezi olan Castres o zaman Pazar için tarımsal üretim yapılan zengin bir kentti.
O zamanın taşralı zengin burjuva adetleri neyse Jean ona göre yetiştirildi. Yani artık tarihte kalmış aristokratları taklit etmeye özen gösterilerek, onların çocuklarına benzetilmek için parayla satın alınabilecek ne varsa hepsine sahip oldu.
İyi bir katolik eğitiminden geçti, felsefe okudu. Parlak bir felsefe öğrencisi olarak daha o zaman dikkat çekiyordu. Doktora tezlerinin birincisini (o zaman biri Fransızca biri Latince olmak üzere iki tez vermek gerekiyordu) «Duyular dünyasının gerçekliği» başlığıyla; latince olanı ise «Sosyalizmin Luther, Kant, Fichte ve Hegel’deki Kökleri» başlığıyla 1892’de 33 yaşındayken sundu; felsefe doktoru oldu. Ama aynı zamanda bir sosyalist olacaktı.
Ama Jean Jaures’in siyasi hayatı sosyalist olmadan önce başlamıştı.Felsefe eğitimini bir yandan sürdürürken, yine güney kentlerinde, bunların en büyüklerinden biri olan Toulouse da dahil olmak üzere, öğretmenlik yaptı. 26 yaşındayken bir cumhuriyetçi olarak Tarn bölgesi yerel meclisine milletvekili seçildi. Aynı yıllarda gazetecilik yapmaya başladı 1887’de La Depeche (Acele) adlı gazeteyi yayınlamaya başladı.
Yirminci yüzyılın tartışmasız en büyük hatiplerinden biri olarak ünlenecek olan Jaures’in ilk söylevleri de o zamanlar işitildi.Yetenekleri ve girişkenliğiyle dikkat çeken Jaures, önce Toulouse belediyesinde danışman sonra da vali yardımcısı oldu. Bu yıllarda işçi hareketiyle tanışmaya ve sosyalist düşünürlerle ilgilenmeye başladı. Bir yandan doktora tezini bir yandan da kendisini hazırlıyordu. Ama Jaures’in işçi hareketi içinde aktif bir militan olarak yer alması bir başka önemli gelişme ile olacaktı. O yıllarda Fransa çapında da yankı yapan Carmaux maden işçilerinin grevini aktif olarak destekledi. Bu grevlerle dayanışma faaliyetleri sırasında Fransa’daki marksist sosyalistlerin başını çeken Jules Guesde ile tanıştı. Aynı yıl meclis üyeliği sona erdi. Ancak 4 yıl sonra yeniden milletvekili olacak ve 1914’te öldürülünceye kadar meclisteki sandalyesini bir daha boş bırakmayacaktı.
Jaures’in Jules Guesde ile tanıştığı yıllarda Fransız sosyalistleri birbirinden kopuk küçük küçük gruplar halindeydi. Marksistler de bunlardan bir tanesiydi. Jaures de bu gruplardan biri olan Fransız Sosyalist Partisi’nin başını Edouard Vaillant ile birlikte çekiyordu.
İkinci Enternasyonal’in 1904’te Amsterdam’da toplanan kongresi Fransız sosyalistlerin ayrı ayrı gruplar halinde temsil edildikleri son kongre oldu. 1905’ten itibaren Jaures ve arkadaşlarının gayretleriyle, Guesde’in önderlik ettiği marksistler dahil bütün bu gruplar SFIO (İşçi Enternasyonalinin Fransa Seksiyonu) adıyla tek bir çatı altında örgütlendiler. Fransız sosyalistleri SFIO sayesinde İkinci Enternasyonal kongrelerinde toplu olarak temsil edileceklerdi artık. Jaures ve Vaillant da hem hitabet yetenekleri hem de keskin çıkışlarıyla daima bu kongrelerin en göze çarpan simaları arasında anılacaktı.
Ama ikisi de hiçbir zaman marksist olmadılar; olduklarını iddia da etmediler. Zira İkinci enternasyonal’in ölçüleri için de SFIO’nunkiler açısından da böyle bir zorunluluk yoktu. Vaillant İkinci Enternasyonal içinde mutlaka genel grev çağrılarıyla noktalanan keskin çıkışları ile hatırlanırken, Jaures de enternasyonalizm taraftarlığı, sömürgecilik ve savaş karşıtlığı hakkındaki parlak söylevleri ile göze çarpıyordu.
Jaures ve arkadaşları pragmatik burjuva liberalleriydiler ve bunu gizlemiyorlardı. Aksine hem sosyalist, hem liberal olmakla övünüyorlar, siyasetin pragmatik olması gerektiğini savunuyorlardı. O zaman sosyalist sıfatıyla bu sıfatların beraber anılmasında bir aykırılık gören yoktu.
O yıllarda gelişen ve Fransa siyaset tarihinde iz bırakan pek çok önemli gelişmenin içinde Jaures’in mutlaka bir payı oldu. Örneğin, Paris Komünü sırasında kısa bir süre için gerçekleşmesi bir yana, 1789’dan beri sürüncemede kalan kilise ile devlet işlerinin resmen birbirlerinden ayrılması bu yıllarda gerçekleşti. 1905 yılında nihayet kabul edilen yasanın mimarlarının başında kendisi de sıkı bir Katolik eğitiminden gelen Jaures vardı.
Yine aynı yıllarda Fransa’yı adeta birbirine karşıt iki kampa bölen «Dreyfus Olayı» sırasında Jaures yine Dreyfus’ün kişisel haklarını savunan ve ayrımcılığa karşı şiddetli çıkışlar yapan yaman bir hatip olarak öne çıkacaktı. Dreyfus casususluk yakıştırmasıyla ama sırf yahudi olduğu için ordudan tard edilen bir subaydı. Bu olay yıllar boyu Fransa siyaset gündemini meşgul etti ve hep bir kutuplaşmaya yol açtı. İlginçtir çiçeği burnundaki SFIO içinde de bu nedenle bir kutuplaşma oldu. Yahudi düşmanlığı ile nerede ayrıldığı belli olmayan bir anti-kapitalizmi savunan sözde marksist Guesde bu olayda çekimser kalırken Jaures de onunla bir daha pek yakınlaşmamak üzere karşıt kamplarda yer aldı. Lenin ise o sıralarda « Dreyfus skandalı gibi olaylar bir proleter devrimini başlatan kıvılcım olabilir» diyordu. Tabii bu devrime önderlik edecek bir partinin hazır olması koşuluyla!
Fransız sosyalist hareketi içinde, sözümona marksizmi temsil edenlerin başında «Dreyfus burjuva olduğu için bu sorunda taraf olmamak gerektiğini» savunan ve yahudi düşmanlığı yapanlarla aynı tarafa düşen Guesde vardı. Buna karşılık her türlü ayrımcılığa karşı koşulsuz tavır alan Jaures ise dürüst bir demokrat ve pragmatik bir burjuva liberali idi.Bu aykırı tablo Fransız sosyalist hareketinin fikri şekillenmesinde önemli bir dönemece damga vurdu.
Pek çok olumlu özellikleri olmasına rağmen Jaures’in adı bu pragmatik siyaset anlayışı yüzünden İkinci Enternasyonal’in en büyük kara lekelerinden birinin de mimarları arasında yer aldı. 1899 yılında Sol ittifak adı altında kurulan Waldeck-Rousseau başkanlığındaki hükümet bir sosyalistin bakan olarak yer aldığı ilk burjuva hükümeti idi. Bu hükümette sosyalist partili Millerand ticaret bakanı (!) olarak yer almıştı. Pragmatizmi siyasetin kuralı olarak savunan Jaures tabii ki bunun en ateşli taraftarlarından biriydi. Dreyfus olayında karşıt konumlarda olan Guesde ve arkadaşlarıyla Jaures yine ayrı kamplardaydılar. Bu kez Guesde, Millerand’ın bakan olmasına karşı çıkarak doğru tutum alanlardandı. Ama Guesde ve arkadaşları sosyalistlerin bir burjuva hükümetine girmesine bir ilke olarak karşı çıkmaktan çok hükümette aynı zamanda Paris Komünü’nün ezilmesinde bilfiil rol alan bir generalin varlığını propagandanın merkezine koyuyorlardı. Jaures ise siyasetin somut çıkarlar ve hesaplar üzerine yapılması gerektiği üzerinden bu tutumu savunuyordu.
Yine de sosyalizm tarihinde Jaures’in adı anılırken en çok hatırlanan sosyalistlerin burjuva hükümetlerine katılmasını savunuşu değildir. Jean Jaures, sadece Fransa’da değil bütün İkinci Enternasyonal camiası içinde en önde gelen savaş karşıtı olarak hatırlanır ve böyle anılması boşuna değildir. Jaures’in hayatı boyunca pragmatizm gereği bir uçtan ötekine sıçrayan görüşler savunduğu oldu ama değişmeyen tek yanı militarizme ve savaşa mutlak surette karşı oluşuydu. Onun pasifizmin (barışçılık) en ünlü savunucusu olarak anılması yanlış olmaz.
Bir sosyalist milletvekili olarak 10 yıl boyunca yer aldığı parlamentoda Jaures pek çok yasanın çıkması için çalıştı. En çok tepki aldığı girişimi ise tam da Fransa emperyalist paylaşım savaşına hazırlanırken, o zaman üç yıl olan askerlik süresinin indirilmesi yönünde verdiği önergelerdi.
Jaures muthiş hitabet yeteneğinin de vurguladığı bir savaş karşıtı olarak her platformda öne çıktı. «Bulutun yağmuru taşıdığı gibi kapitalizm de savaşa gebedir» sözü onundur. Jaures sadece genel olarak savaşa karşı çıkmakla yetinmeyip somut olarak Fransa’nın militarizmine karşı çıkmaktan geri durmuyordu; ki bu o zaman pek yaygın ve alışılmış bir tutum değildi. O zaman Fransız sosyalistleri arasında militarizme karşı çıkmak için Prusya gericiliğine çatmak adettendi. Jaures ise «Fransa’nın “demokratik militarizmi”nin Prusya’nınki kadar gerici olduğunu» vurgulayan ender kişilerdendi. Bu tutumu onun aynı zamanda Fransa’nın sömürgeciliğine durmaksızın çatan ender sosyalistlerden biri olmasını sağlıyordu.
Her ne kadar sosyalistlerin burjuva hükümetlerine katılmasını savunuşu ile Jaures’in bu tutarlı savaş karşıtı tutumu birbiriyle bağdaşmıyorsa da onun savaşa karşı yaptığı çıkışlar emperyalist paylaşım kavgalarının iç yüzünü çıplak biçimde gözler önüne seren öğretici teşhir örnekleri oluşturmaktadır.
Birinci emperyalist paylaşım savaşının resmen ilan edilmesinden bir hafta önce mecliste yaptığı ateşli konuşma bunların başında gelir:
“Yurttaşlar Avusturya’nın Sırbistan’a verdiği nota tehdit dolu… Almanya Avusturya ile dayanışma içinde olacağını elçilikleri aracılığıyla bildiriyor. İşin içine giren yalnızca Almanya ve Avusturya arasındaki anlaşma değil; aynı zamanda da gizli olduğu halde ana noktaları bilinen Rusya ile Fransa arasındaki anlaşma da söz konusu…. Bütün yurtlar ve herkes için böylesi vahim ve tehlike dolu bir vakitte sorumlulukları aramak için uzunca vakit harcamayacağım. Biz (Fransız sosyalistleri) zor ve silah yoluyla Fas’a girilmesinin Avrupa’da ihtiras, açgözlülük ve çatışmalar çağını başlatacağını söylediğimizde, bizi kötü Fransızlar olarak telin ettiler. Ne yazık ki işte sorumluluklarımız belirginleşiyor. Avusturya ile Sırbistan arasındaki çatışmaya BosnaHersek sorununun vesile olduğu kabul edilirse, biz Fransızların, Avusturya’nın BosnaHersek’i ilhak edişine karşı çıkmaya ne hakkımız ne de imkanımız vardı; çünkü biz de Fas sorununa bulaşmıştık ve başkalarının günahlarını affederek kendi günahlarımızı affettirmemiz gerekiyordu.
O zaman bizim dışişleri bakanımız Avusturya’ya «siz bize Fas’ı bırakırsanız biz de size BosnaHersek’i bırakırız» diyordu. İtalya’ya da «Trablus’a girebilirsin çünkü biz de Fas’tayız; sen yolun öbür ucunda soygunculuk yapabilirsin çünkü ben yol boyunca soydum» diyorduk. Belki de Ruslar Sırpların yanında yer alarak «büyük Slav yüreğim, Sırbistanın küçük Slav halkına şiddet uygulanmasına razı olmuyor» diyecektir.
Peki ama Sırbistan’ı ta kalbinden vuran kimdi? Rusya 1877’de Balkanlar’a müdahale edip, sonradan el koyma düşüncesiyle «bağımsız» bir Bulgaristan yarattığında Avusturya’ya «bırak işimi göreyim, ben de sana BosnaHersek’in idaresini bırakırım» demedi mi? …. Fransa’nın sömürge politikası, Rusya’nın sinsi politikaları, Avusturya’nın şiddetli istekleri içinde bulunduğumuz korkunç durumun ortaya çıkmasına neden oldu.
Yurttaşlar fırtına koptuğunda hepimiz, biz sosyalistler, yöneticilerin işledikleri suçlardan kendimizi bir an evvel kurtarma kaygısı içinde olacağız.” (Aktaran Zinoviev, Akıntıya Karşı derlemesi içinde EDI yayınları, c.II, s.240-241)
Bu çarpıcı tablo emperyalist paylaşım kavgasının neye benzediği hakkında ibret verici bir örnektir.
Belli ki bu sözler söylendiğinde artık sorun «savaşın önlenmesi ve barışın korunması» kısır döngüsünden çoktan çıkmıştı. Ok yaydan çıkalı çok olmuştu ve dönemin karakterinin de dayattığı gibi, bir topyekün savaşın çıkması kaçınılmaz hale gelmişti.
Bu yüzden Jaures’in çırpınışlarında ifade bulan «savaşı önlemek» «barışı kurtarmak» gayretleri anlamsız ve boşunaydı. Artık yapılması gereken İkinci Enternasyonal’in Stuttgart, Kopenhag ve Basel Kongrelerinde devrimcilerin açıkça savunduğunu hayata geçirme zamanı gelmişti. Yani, kaçınılmaz hale gelen savaştan «burjuva hakimiyetini devirmek üzere yararlanmak», «emperyalist savaşı iç savaşa çevirmek» gerekiyordu.
Oysa bu Jaures gibi bir burjuva sosyalistinin savunup dile getirebileceği bir şey değildi elbette. O da asla böyle birşeyi söylemedi. Ama neredeyse tüm uluslararası işçi hareketine hakim olan tutum da bundan farklı değildi. İkinci Enternasyonal partileri bir savaş döneminin dayattığı görevleri çözebilecek devrimci kararlılıktan ve gerekli politik ve örgütsel hazırlıktan yoksundu. Aksine en fazlasıyla Jaures gibi, «barışı korumak ve savaşı önlemek» gibi küçük burjuva hayalciliğiyle malul bir hareket söz konusuydu. Bu örgütte kol gezen, ve Jaures kadar dürüst olamayıp devrimci kisveler gizlenen oportünistlerin oluşturduğu ayak bağı da cabası.
Jaures mecliste son sözlerini sarfettiği sırada, Fransız emperyalizmi harıl harıl savaşa hazırlanmaktaydı. Savaş planlarına gölge düşürebilecek, hele savaş sırasında bozgunculuğa neden olabilecek ihtimallerin hepsini ortadan kaldırmak da bu hazırlığın en azından silah ve mühimmat kadar önemli bir boyutuydu. Sosyalistlerin hükümete katılmasını savunuşuna ve iyi bir aileden gelen iyi yetişmiş bir burjuva olmasına bakarak Jaures gibi etkili bir hatibi savaş zamanında ortada bırakmaya finans kapitalin tahammülü olamazdı. Zaten söz konusu olan savaş da bir sınıf savaşı değil aynı sınıflar arasında finans kapitalin farklı kesimleri arasında cereyan etmiyor muydu. Paylaşım kavgasının ilk kurşununu savaşın resmen ilan edilmesinden üç gün önce Jaures’in kafasına sıktırdılar.
31 Temmuz 1914 günü, akşam vakti Paris’teki Cafe du Croissant (Hilal Kıraathanesi)’da Jaures ve yakın arkadaşlarından bir kaçı bir yandan yemek yiyip, bir yandan yaklaşan savaş hakkında hararetli bir tartışmayı yürütüyorlardı. Üç gün sonra cephede Fransız emperyalizminin çıkarları için kendi sınıf kardeşlerinin üzerine salınacak olanlardan bir tanesi pencereden girdi, perdeyi araladı ve Jaures’in kafasına bir mermi sıktı.
Yirminci yüzyılın en büyük hatiplerinden biri olan Jaures son bir çığlık bile atamadan ağzındaki lokmasıyla yanındaki arkadaşlarının dizlerinin üzerine yığıldı. Onun atamadığı çığlık kısa süre sonra Paris’in varoşlarında, cepheye gitmeye hazırlanan birliklerin koğuşlarında yankılandı:
«Jaures’i vurdular!»
Bu bir öfke ve intikam çığlığı değil bir umutsuzluk ve çaresizlik çığlığıydı. Jaures tekti; Fransız emperyalizminin kendi bağrındaki savaş karşıtlığını bertaraf etmesi için bir mermi yetti.
Jaures’in cenazesi yakıldıktan sonra büyük ve suskun bir törenle külleri Fransız aydınlanmasının mabedi olan Pantheon’a bırakıldı; layığı oydu. Pasifist savaş karşıtlığının son sözü de oraya bırakılmış oldu. Bu törenden üç gün sonra Fransa Almanya’ya resmen savaş ilan etti. Bu kararın alındığı mecliste itiraz sesi yükseltecek kimse kalmamıştı artık.
Doğrusu Jaures öldürülmeseydi ne yapacağını, bu samimi savaş karşıtlığı ile yine samimi olan yurtsever duyguları arasındaki çelişkinin savaş sırasında nasıl bir tutuma yol açacağını kestirmek mümkün değil. Fransa’nın savaş planlarını teşhir ettiği konuşmasında bile kendisini Fransa’nın yerine koyarak sık sık «biz» deyişi; bir türlü kendini Fransız devletinden ayıramayışı bir ipucu veriyor. Herhalükarda kurgu yapmaya gerek yok. Kesin ve tartışmasız olan o ki, erken ölümü Jaures’i daha büyük suçlara bulaşmaktan kurtarmış ama eski günahlarından arınmasına da fırsat vermemiştir.
Ama Jaures’in hatırasıyla birlikte onun kusurları da bugüne kadar taşınmıştır. Jaures’in eserlerinden bir tanesi de SFIO’nun resmi yayını olan L’Humanite (İnsanlık) gazetesidir. Ondan kalan en önemli hatıra da bu gazetedir ne yazık ki. L’Humanite Jaures öldükten sonra da çıkmaya devam etti. Daha sonra SFIO’nun kalıntıları üzerinde inşa edilen Fransız Komünist Partisi de özenle bu gazeteyi devralıp kendi resmi yayın organı yaptı.
Bugünlerde FKP ismini değiştirmeyi tartışıyor. Ama üzerinde hala «Jean Jaures’in gazetesi» yazan L’Humanite’yi değiştirmeyi aklına bile getiren yok. Zira L’Humanite Jaures’ten beri değişeceği kadar değişti zaten. Bu gazetede Jaures’ten sonra da nice defalar sol blok çağrıları ve burjuva hükümetlerine katılma kampanyaları açılmaya devam etti. En son Chirac gibi bir soyguncuya oy verme çağrıları yapıldı.
Jaures’in ölümünden sonra da L’Humanite gazetesinde pasifist barış kampanyaları yürütüldü. Ama Jaures’ten beri bu gazete sayfalarında onunkinden daha radikal ve tutarlı bir militarizm ve savaş karşıtı çizgiye rastlanmadı. Aksine gerisine düşenlere daha sık rastlandı. Bir de L’humanite gazetesinde Jaures’ten beri burjuva sosyalisti olduğu halde bunu açıkça ve dürüstçe böyle söyleyene de rastlanmadı. Besbelli Jaures’ten beri hüküm süren sonradan görme burjuva sosyalistleri eskilere rahmet okutuyor. Bu anlamda Jaures’i rahmetle anmak gerekiyor.
Antonio Gramsci de yattığı hapishaneden Jaures’in ölümü üzerine şu satırları yazmıştı:
“Bir caninin hayattan ve mücadeleden kopardığı adam bilincimizde daima yaşayacaktır. Çünkü o, kelimenin tam anlamıyla bir kurban (şehit) olmuştur. Yani bir inancın tanıtıcısı, ete kemiğe bürünmüş bir ses olmuştur. Demek ki onu anmak bir kişiyi kutsayıp bir put yaratmak için yapılacak bir akademik tören değildir. Onu anmak hayatı doğrulamak ve bir düşünceyi kutlamaktır.” Antonio Gramsci, Avanti (13 Ağustos 1916)
Jaures «cesaret doğruları arayıp bunu söylemektir; hüküm süren yalanın yasalarına boyun eğmemek ve budalaca alkışlarla fanatik bağırışmaları yankılamamaktır.» diyordu. Jaures «cesaret gerçekliği anlayıp ideale doğru gitmektir» de demişti. Bunu tek başına da yapabilirdi; öyle yaptı ve yalnız öldü.
Komünistler amaçlarına ulaşmak için gerçekliği değiştirmek gerektiğini savunuyor; ve bugünün gerçekliğinin sadece işçi sınıfı tarafından değiştirilebileceğini biliyor. Bu nedenle dünyayı değiştirecek proleter devrimde işçi sınıfına önderlik edebilecek partiyi yaratmak için mücadele ediyor.