Reformizmde Çakılı Kalanlar, Kekeme Merkezciler, ZigZag Çizen Kuyrukçular: Mavi Çarşı, 11 Eylül ve İstanbul Patlamaları

0

Bu yazı Aralık 2003 Tarihli Proleter Devrimci KöZ’ün 14. sayısında yayımlanmıştır. 

Geçtiğimiz dört yıl içerisinde Türkiye’de gündeme oturan üç saldırı oldu. 1999 yılında Göztepe’deki Mavi Çarşı’nın molotoflanması nedeniyle 13 kişinin öldüğü bir yangın çıkmıştı. 11 Eylül 2001’de Amerika’da yaklaşık üç bin kişinin öldüğü dört intihar saldırısı gerçekleşti. Son olarak Kasım ayında İstanbul’da toplam yine 50’den fazla kişinin öldüğü dört ayrı intihar saldırısı gerçekleşti. Bu eylemler hakkında devrimcisi ve reformistiyle sol akımların ne söylediğine baktığımız zaman Türkiye solu hakkında önemli ip uçları elde etmek mümkün.

Bu üç eylem karşılaştırılmalı olarak değerlendirildiğinde tutarlılık ve tutarsızlık konusunda ilginç veriler elde ediliyor. Örneğin reformist akımlar devrimci akımlardan daha tutarlı. Zira TKP, EMEP ve ÖDP gibi akımlar reformistliklerinin gereği olarak her türden şiddet eylemi karşısında ürpertiye kapılıyor. Bu yüzden de söz konusu eylemleri provokasyon, kör terör olarak lanetliyorlar. Bu tür eylemlerin asıl olarak devletlerin işine geldiği de reformistler tarafından ısrarla vurgulanıyor. Dolayısıyla reformist yayınlara baktığımız zaman bu tür eylemlerden sürekli olarak provokasyon ya da katliam olarak söz edildiğini görürüz. (Hatta bunların kimileri Gazi Ayaklanmasından Gazi Katliamı diye söz etmeye kadar vardırıyorlar işi.) Reformistlerin reformistlikte ısrar etmesinde şaşılacak bir şey yok. Asıl şaşılması gereken reformistlerin zaman zaman devrimcilere öykünmesi olurdu.

Tutarsız olan akımlarsa hep devrimci akımlar. Bunların tutarsızlığı kuyrukçuluktan özürcülüğe kimi zaman da sosyal şovenizmin ekmeğine yağ süren tutumlara kadar varıyor. Devrimciler kimi zaman ElKaide ve benzeri örgütlerin eylemlerini alkışlayacak, bunların emperyalizme ağır darbeler indirdiğini savunacak kadar kuyrukçu kimi zaman da hakim ideolojinin etkisiyle savrulacak kadar kimliksiz, kişiliksiz bir tutumu benimsiyor. Devrimci akımlar içinde tutarlılığını korumak isteyenlerse “sivillere yazık oldu ama emperyalizm ve işbirlikçileri de müstahakını” buldu türünden ortayolcu gevelemelerle topu taca atıyor.

11 Eylül Kuyrukçular ve Reformistler

Kuyrukçuluğun, şakşakçılığın doruk noktasının yaşandığı eylemler 11 Eylül eylemleriydi. Bu eylemler sosyalistler arasında bir “coşku seli” yarattı. Sol akımlar uzunca bir süre Amerikan emperyalizminin ne denli büyük bir darbe yediğini anlattılar. Bu coşku dalgası öylesine büyüktü ki Evrensel gazetesi bile bir an için saldırıyı lanetlemeyi unutuyor ve olayı “Hollywood filmlerindeki gibi” başlığıyla veriyordu. Yine TKP’li Kemal Okuyan Baykuş Bakışı köşesinde “içinin yağı eriyenlerin” sayısının fazlasından söz ediyor. Üstelik bu duyguları son derece anlaşılır buluyordu.

Devrimci akımlardaki coşku ise had safhadaydı. DHKP, TKİP ve MLKP emperyalizmin aldığı darbelerin üzerinde döne döne duruyorlardı. Bu akımlara göre emperyalizm sinir sisteminden ağır bir darbe almıştı. Hatta MLKP daha da ileri gidiyor bu darbenin dünyanın ezilenlerinde büyük bir coşku seli yarattığını vurguluyordu. Böylelikle sözünü ettiğimiz devrimci akımlar karşıdevrimci şeriatçı örgütlenmelerin Amerika’ya yönelik saldırıların dünya çapında emperyalist mücadeleyi ilerlettiğini belirterek marksistleninist teoriye pek “orijinal” bir katkıda bulunuyorlardı. DHKP ise daha çok emperyalizmin yenilebilirliği üzerinde duruyordu. Buna göre biraz iddia, biraz yaratıcılık ve cesaretle emperyalizmin teknik üstünlüğüne ilişkin tüm kof böbürlenmeler boşa çıkarılabilirdi.

11 Eylül hakkında yazılanlara baktığımızda dikkat çekici bir nokta da bu eylem hakkında devrimci basının provokasyon ihtimali üzerinde durmaması. Reformistler bile söz konusu eylemin Amerika tarafından tezgahlandığı ihtimali üzerinde pek durmadı. Gazi Ayaklanması’nı katliam olarak tanımlayanlar bile 11 Eylül’ün katliam olduğunu söylemediler. Aksine herkes “Rüzgar eken fırtına biçer” atasözünü hatırladı. Amerika’nın dünya emekçilerine ettiği zulmün cezasını bulduğunu iddia etti.

11 Eylül’de ölen sivillere ilişkin duyulan merhametin de pek fazla olmadığı görülüyor. 11 Eylül saldırılarında reformistler bile ölen binlerce “sivil” Amerikalı’nın yaşamıyla ilgilenmedi. Bu durumun en önemli istisnası Kızıl Bayrak’tı. Kızıl Bayrak söze Amerikan emperyalizminin aldığı ağır moral ve ideolojik darbelerle başlasa da lafı ölen binlerce sivile getirip bu tür eylemleri onaylamalarının ve anlamalarının mümkün olmadığını belirtip bu eylemleri dolaylı olarak kınıyordu. Bu orta yolcu pozisyonuyla hem “ama orada binlerce insan öldü” diyenleri hem de “Oh oldu emperyalizme” diyenleri tatmin etmeye çalışan Kızıl Bayrak bu tutumunun bedelini “emperyalizmin devrimcilerin kınadığı eylemler tarafından da ağır darbeler alabileceğini” iddia eden garabet niteliğinde bir açıklama üreterek ödüyordu.

İstanbul Patlamaları

Aslında 11 Eylül’le birlikte sürüp giden coşku uzun bir süre devam etti. Zira Amerika Irak’ta saplandığı batakta BAAS kalıntısı direnişçilerden darbe üstüne darbe alıyordu. Üst üste askeri birlikler, hastaneler ya da diplomatik merkezler bombalanıyor böylelikle Amerika’nın kısa zamanda istikrarı sağlama planı suya düşüyordu. Türkiyeli sosyalistler “Amerika belasını buluyor” tutumunu sürdürmekle kalmadı “Irak’taki direnişin yanındayız!” diye sloganlar atmaya da başladı. Sivillerin öldürülmesi konusunda öteden beri hassas olan Kızıl Bayrak sivilleri unuttu, reformistliği Kopenhag’tan tescilli TKP “Irak halkının yanındayız!” demenin sınırına vardı. “Amerikan imparatorluğu”nun yediği darbeleri alkışlamak, Amerikan ordusunun kayıp sayısının kaça çıktığını hesaplamak sosyalistlerin ihmal etmediği faaliyetler arasında yerini aldı.

İşte tam bu sırada İstanbul’daki patlamalar meydana geldi ve bu coşku tablosu bıçakla kesilmiş gibi sona erdi. Reformistiyle, devrimcisiyle tüm akımlar birdenbire tutumlarını değiştirdiler. Birdenbire herkes “kör terör eylemlerinden”, “katliam”dan, “yahudi düşmanlığı”ndan, “Amerikan emperyalizminin ekmeğine yağ süren provokasyonlar”dan söz etmeye başladı. Sosyalistlerin önemli bir çoğunluğu bu eylemi lanetleyip onaylamadığını belirtti. Yine sosyalistlerin önemli bir kesimi “Şiddete ve Savaşa Karşı” düzenlenen eylemde pankartlarını indirerek yer aldı. Yer alanların içinde devrimciler de vardı. Reformist akımlardaki dönüş fark edilmedi zaten onlar hiçbir zaman şiddet karşısında reformist olmadıkları şüphesi yayacak bir tutum takınmamışlardı. Ancak devrimci akımların çizgisindeki değişiklik gözden kaçmayacak kadar büyüktü.

Örneğin Kızıl Bayrak bu eylemleri onaylamadığını daha bir güçlü söylemek ihtiyacını hissediyor. Eylemin planlı bir Amerikan provokosyonu olabileceği yolunda imalarda bulunuyordu. Aynı şeyleri 11 Eylül’ün ertesinde niye yazmadığınıysa açıklamıyordu. Atılım’ın takipçisi olduğu siyasi çizgideyse daha büyük bir savrulma gözlemek mümkün. 11 Eylül’ün ezilenlerde yarattığı coşku dalgasından söz eden bu çizgi aynı saldırının bir benzeri İstanbul’da gerçekleşince bu sefer meşruluğu tartışmalı bir eylemden söz etmeye başladı. Daha da vahimi, ESP’nin saldırıların ertesi günü düzenlenen “savaşa ve şiddete hayır” eylemine tüm reformistlerle birlikte katılması, pasifizmin meşrulaştırma kampanyasının bir parçası olan bu eylemin ardından da “eyleme antiemperyalizm damgasını vurdu” açıklamasında bulunmasıydı.

Devrimci akımlar içinde tutarlılığını koruyan bir tek DHKP çizgisiydi. Bu çizginin takipçileri 11 Eylül’ü meşru gördükleri gibi İstanbul’daki patlamaları da meşru bir eylem olarak görüyorlar. İstanbul’daki patlamalar karşısında yalpalayan diğer devrimci akımların aksine şeriatçı akımların emperyalizme darbe indirebileceğini düşünen kuyrukçu çizgilerinin arkasında tok bir biçimde duruyorlar. Hatta yalpalayan devrimcilerin aksine, DHKP, kuyrukçu tutumunu bir adım daha ilerletip ElKaide’nin halk cephesinin içinde olduğunu ileri sürdü. Bu anlamda İstanbul’daki patlamalar karşısında en az yalpalayan DHKP çizgisi oldu. Bu çizgi yanlış bile olsa en azından son iki sene içerisindeki eylemler karşısında diğer devrimci akımların aksine yalpalamadan tutarlı bir zeminde kalarak olayları değerlendirdi.

Devrimci Akımlar Niye Yalpaladı?

11 Eylül’de emperyalizmin beyninden vurulduğunu söyleyenler İstanbul’daki patlamalar karşısında niye aynı tutumu takınmadılar? Niye kimse “Emperyalizmin işbirlikçisi Türkiye beyninden vuruldu. Bu saldırı dünyanın ezilenlerinde büyük bir coşku dalgası yarattı” diye yazmadı?

İlk olarak, “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” demek mümkün. Demek ki araya okyanus girdiği zaman patlamaların sesi devrimcileri rahatsız etmiyor. Arada okyanus olunca devrimci akımlar saldırıların ilerletici olduğunu düşünüyorlar. Sakat bir enternasyonalizm anlayışına sahip Türkiyeli devrimciler “Amerika’nın içinde bu saldırının nasıl sonuçlandığı bizim umrumuzda değil” diyerek saldırıyı sevinçle karşılayabiliyorlar. Ama aynı eylem Türkiye’de gerçekleşince bir anda “ölen sivilleri” hatırlıyorlar, olayın provokasyon olma ihtimali üzerinde durmaya başlıyorlar. Bunu açıklamak çok zor değil. Bağımsız bir siyasi hatta sahip olmayan devrimci akımlar kendi politikalarını hakim ideolojiye ve sınıfın kendiliğinden bilincine teslim olarak çiziyorlar. 11 Eylül saldırıları hakim sınıf tarafından büyük terör eylemleri olarak değil, Amerika’nın başına gelmiş büyük bir felaket olarak çizilmişti. Yaşadığımız topraklardaki emekçilerin büyük bir kısmının da bu olayları sevinerek karşıladığı bir sır değil. Durum böyle olunca da devrimci akımlar kitlelerin kendiliğinden bilincinin peşinden giderek bu olayı “emperyalizme vurulmuş bir darbe” olarak tanımladı. Benzer durum Irak’taki işgal kuvvetlerine yönelik saldırılar için de geçerli. Burjuva basının bir bölüğü Amerikan politikalarına karşı olduğu için Irak’taki saldırıları meşru gören bir doğrultuda yayınlar yaptı. Bu zaten Amerikan işgaline karşı olan emekçilerin iyiden iyiye “Oh oluyor Amerika’ya” psikolojisine kapılmasına yol açtı. Bu durum altında kendiliğinden bilince teslim olanlar Bağdat’taki patlamaları “Irak halkı direnmeyi öğreniyor!” diye selamladı.

Oysa İstanbul’daki patlamalarda hakim ideoloji bir bütün olarak terörizmi kınadı. Emekçilerin kendiliğinden bilincinde de saldırılar “terörist eylemler” olarak şekillendi. Kuyrukçu devrimci akımlar da bu yüzden “Biz bu eylemi onaylamıyoruz.” mesajını vermek zorunda kaldı. Yani, 11 Eylül’ün kuyrukçu coşkusu yerini kuyrukçu bir kınamaya bıraktı. ESP’nin “şiddete karşı yürüyüş”te antiemperyalist bir damar bulmasının da bundan başka bir açıklaması yoktur.

Oysa İstanbul’daki saldırıların, Bağdat’taki patlamalardan ya da 11 Eylül eyleminden nitelik olarak hiçbir farkı yoktu. Emperyalistler arası mücadeleler keskinleştikçe bu ve benzeri patlamalar daha fazla gerçekleşecek. Bu eylemlerden birini alkışlayan diğerini de alkışlamak zorunda. Başka bir deyişle, 11 Eylül “iyi” Sinagog saldırısı “kötü” olamaz. Bağdat’taki saldırılar emperyalizme darbe vuruyorsa İstanbul’daki eylem de vurmuştur. İstanbul’da siviller ölmüşse 11 Eylül’de de ölmüştür. Bu tutarlılık korunmak zorundadır. Aksi takdirde “Türkiyeli sivillerin canı can da Amerikalı sivillerinki …?” diye başlayan soru yanıtsız kalır.

Bereket Köz “canpatlıcan”, “emperyalizmin provokasyonu”, “emperyalizme karşı müthiş darbe” kısır tartışmalarının içinde yer almıyor. Tıpkı 11 Eylül’de olduğu gibi bugünkü saldırılarda da bu türden eylemleri alkışlayanları başkalarının devrimciliğinden medet uman kuyrukçular olarak tanımlıyor. Ama bu eylemleri “sivillerin canına kasteden terör eylemleri” olarak tanımlamayı da kesinlikle reddediyor. Bilakis, emperyalizm çağında proleter devrimler gerçekleşmediği sürece bu ve bundan daha dehşetli patlamaların kaçınılmaz olduğunu savunuyor. Komünistlerin görevininse bu tür saldırıları lanetlemek değil işçi sınıfının devrimci saldırılarını örgütlemek olduğunu ısrarla vurguluyor.

Mavi Çarşı Eylemini Halka Karşı Görenler El Kaide’nin Eylemlerini Halkların Kendine Güvenini Artırdığını Söyleyerek Sahipleniyor

Yukarıda devrimci akımlar içerisinde bir tek DHKP’nin tutarlı davrandığını belirtmiştik. DHKP 11 Eylül saldırısında da Levent’teki patlamalarda da benimsediği siyasi çizgiyi yalpalamadan sürdürdü. Kuyrukçu bir hatta da bulunsa en azından bu türden eylemleri “terör” diye kınamanın düzen güçlerinin işine geleceğini ısrarla belirtti. Ama tüm bunlar DHKP’nin de tutarlı bir siyasi çizgiye sahip olduğu anlamına gelmiyor. Aksine DHKP’nin bu eylemler karşısında çizdiği zigzaglar diğer tüm devrimci akımlardan daha büyüktür. Bu yüzden de daha ağır siyasi sonuçlara yol açmıştır.

Bugün İstanbul’daki patlamaların ardından Arap halkına yönelik ağır bir saldırı kampanyası başlatılmışsa dört sene önce de Mavi Çarşı saldırısının ardından Kürt halkına psikolojik bir savaş açılmıştı. Bugün tecilli reformistleri EMEP ve TKP (o zamanlar SİP) bu saldırıyı lanetlemek için vakit kaybetmemişlerdi. Atılım ve Kızıl Bayrak da bugünkü ortayolcu konumlarını az çok korumuşlardı. Şaşırtıcı olan DHKP’nin tepkisiydi. Zira bugün saldırıyı kınayan herkesi kontrgerillanın ekmeğine yağ sürmekle suçlayan bu çizgi Mavi Çarşı saldırısı sırasında bu saldırıyı kınamayan herkesi kontrgerillanın ekmeğine yağ sürmekle suçluyordu.

Oysa mesele meşruiyet sorunuysa yapılan eylem en az bugünkü saldırılar kadar meşruydu. Zira eylem Kürt halkına yönelik uluslararası bir komplonun arifesinde gerçekleşmişti. Üstelik Abdullah Öcalan’ın rehin alınmasının ardından gerçekleşen bu eylemlerin arkasında ElKaide yoktu. PKK eylemlerin sorumluluğunu üstlenmese de eylemleri gerçekleştirenleri dolaylı olarak da destekliyordu. Halbuki bugün İstanbul patlaması benzeri eylemleri düzenleyenleri emperyalizm ve halklar saflaşmasında halklar cephesinde görenler dün Mavi Çarşı eylemini düzenleyenleri halklar cephesinden çıkarmaya gayret ediyordu. Bu tutum o dönemde elbette ezen ulus milliyetçiliğinin ekmeğine yağ sürdü.

KöZ o gün de tıpkı bugün olduğu gibi bu tür silahlı propaganda eylemlerini emperyalizme olsun TC’ye olsun vurulmuş darbeler olarak selamlamadı. Ama aynı şekilde bu eylemleri terörizm diye kınayanların hakim sınıfın ideolojisine hizmet ettiğini de ısrarla vurguladı.

Mavi Çarşı, 11 Eylül ve İstanbul’daki patlamalar… Sosyalistlerin bu eylemler karşısındaki tutumlarını karşılaştırmalı olarak değerlendirdiğimizde yaşadığımız topraklardaki devrimci akımların tutarlı bir devrimci çizgi izleme yeteneğinden yoksun olduğunu görüyoruz. Devrimciler ya kuyrukçuluğun bir ucuna savrularak karşıdevrimci örgütlenmelerin silahlı propaganda eylemlerinden medet umuyorlar ya da kendiliğindenliğin bir başka biçimine teslim olarak bu türden silahlı propaganda eylemlerini terör faaliyetleri olarak lanetliyorlar. Bu duruma son vermenin tek bir yolu var. O da silahlı propagandalarına bel bağlamak yerine emekçilerin silahlı ayaklanmasını örgütlemeyi görev bilen bir devrimci partiyi yaratmak. Devrimci saflardaki kuyrukçu yalpalamalar ve bayrak karışıklığı ancak proleter devrimci komünist bir partinin inşasıyla son bulacak.

Paylaş