Rojava Devrimi’ne enternasyonalist destek AKP hükümetine karşı mücadeleyi yükselterek verilir

0

KOBANÊ’DEKI IŞİD PLANI ÇÖKEN HÜKÜMET PES ETMEYECEK

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beri Türkiye’deki siyasal mücadelenin gündemine Kobanê kuşatması damgasını vuruyor. Kuşatanın ve kuşatılanın kimliği kuşatmanın yaşadığımız topraklardaki tüm siyasi dengeleri alt üst edecek bir potansiyel taşıdığını gösteriyor. O halde işe öncelikle kuşatılanla kuşatanın kim olduğunu ayırt ederek başlamak gerekli.

Kobanê’de Kürtler Kürt oldukları yahut İslam anlayışları IŞİD’le ters düştüğü için değil Ortadoğu’nun göbeğinde bir devrim gerçekleştirdikleri için kuşatıldılar. Ortadoğu’da tüm halkların ve mezheplerin birbirine düşman olduğu efsanesini yıkarak Rojava’da tüm ezilenlerin kardeşçe yaşamasına müsait bir yapı sunan bir kanton cumhuriyeti kurdular. Bugün kuşatmada olan, Türkiye başta olmak üzere, Ortadoğu’nun dört bir yanına devrimci dalgalar yayan Rojava Devrimi’dir. Kobanê’de kuşatılanın kaderi Türkiye’deki sınıflar mücadelesini esaslı bir şekilde etkilemektedir, etkileyecektir.

Yine yaygın kanının aksine Kobanê’deki kuşatmanın asıl faili IŞİD değil Türkiye Cumhuriyeti, özel olarak da AKP hükümetidir. Sadece IŞİD’i bugüne kadar besleyip desteklediği için değil aynı zamanda Kobanê sınırına duvar örerek Kürtlerin birbiriyle dayanışmasının önüne set çektiği için kuşatmanın asıl öznesidir. AKP’nin bu kuşatmada oynadığı karşı devrimci rolün akıbeti, Türkiye içindeki siyasi dengelerin nasıl değişeceğini anlamak için de kilit önemdedir.

Kobanê kuşatmasının başından beri AKP’nin hesabı açıktı: Destekleyip palazlandırdığı IŞİD’i Rojava’nın üstüne yürüterek bu devrimi boğmak. Böylelikle hem Türkiye’ye buradan yayılan ve Türk Devleti’nin altını oyan devrimci dalganın önüne set çekilecek, hem PKK’yi zayıflatıp kuzeydeki Kürtleri sıkıştırmak kolaylaşacak, hem de Rojava’daki Kürtler can güvenlikleri için Türk Devleti’nin himayesine mecbur kalacaklardı. Dahası AKP, süreç boyunca Peşmerge ile Rojava’daki Kürtlerin arasını iyice açmak, Kürtleri Esad rejimine karşı paralı asker haline getirmek bu vesile ile de Suriye meselesinde ABD karşısında daha güçlü ve bağımsız bir pozisyona gelmek istiyordu. Erdoğan’ın Kobanê’nin düşmesi için gün saymasının başka hükümet sözcüsü Arınç’ın da “Hani Kanton Cumhuriyetleri vardı? Ne oldu onlara?” diye alaylı alaylı konuşması AKP cephesindeki hesapları ve psikolojiyi yansıtıyordu.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Rojava’da bir devrimi savunmak için mücadele eden emekçiler, karşı devrimci güçlerin ummadığı bir direniş gösterdiler. Kürdistan’ın dört bir parçasındaki Kürtler, Kobanê için tek yürek oldular. 6-8 Ekim tarihleri arasında Türkiye içinde rejimin altını oyabilecek güçte ve şiddette bir eylem dalgası patlak verdi. Amerikan emperyalizmi de IŞİD’in bölgede kontrolsüz bir şekilde güçlenmesini engellemek için hava bombardımanına başlayınca süreç tümüyle tersine düştü. Amerika’nın da bastırmasıyla AKP hükümeti önceden ettiği tüm lafları yiyerek sınırdaki kuşatmayı hafifletmek zorunda kaldı. Düne kadar YPG ve KDP arasında yaşanan anlaşmazlıklar nedeniyle birlikte mücadele imkânı yaratamayan Kürtler, İŞİD’in büyük bir güçle Rojava’ya saldırmasıyla, ABD’nin de müdahalesiyle birleşmek zorunda kaldılar. Temel askeri donanımlardan dahi mahrum olan Kürtler IŞİD’in elindeki köyleri teker teker teslim almaya başladılar.

Dün Dimyat’a pirince gitmeye çalışan AKP, bugün evdeki bulgurdan da olmak üzeredir. Attığı her adımda istediği sonucun tam tersini elde etmiştir. Peşmerge ile Kuzey ve Batı’daki Kürtlerin arasını açmaya çalışayım derken Barzani ile arasını bozmuştur. Amerikan emperyalizminden bağımsız bir güç gösterisinde bulunayım derken, Amerika’nın tüm talimatlarını yerine getirmek zorunda kalmış, diplomatik açıdan rezil kepaze olmuştur. Türkiye sınırları içinde Kürtleri teslim alayım derken kendisi Kürtlerin desteğine iyice muhtaç bir hale düşmüştür.

BAĞIMSIZ VE BİRLEŞİK BİR KÜRDİSTAN’IN İMKÂNLARI BELİRGİNLEŞiRKEN DEVRİMCİ ÖNDERLİK BOŞLUĞU SÜRÜYOR

Brakuji; yani kardeş kavgası, Kürdistan’ın özgürleşmesinin önünde yıllardır duran en büyük engeldi. Kürtler arasında doksanların sonlarından beri açık bir savaş söz konusu olmamışsa da son on beş yıl içinde Kürtlerin siyasal karşısında ortak bir tutum belirlemeleri ender görülen bir durum olmuştur. Ortak bir düşmana karşı birlikte savaşmak ise; bu süre içinde söz konusu bile olmamıştır. O halde Kürdistan’ın dört parçasında farklı Kürt hareketleri bölgesel olarak güçlenseler bile düşmanlarına karşı ortak bir şekilde mücadele etmemişlerdir. Kürtlerin bu parçalı hali emperyalistlerin ve sömürgeci bölge devletlerinin en büyük güvencesi olagelmiştir.

İşte Kürtleri birbirine düşürmek için IŞİD’i palazlandıran AKP, en çok da Kürdistan’ın farklı parçaları arasındaki bu kopukluğa hatta rekabete güveniyordu. Ancak IŞİD’in Maxmur kampına yönelik saldırılarıyla birlikte bu durum değişmiştir. Önce Peşmerge ile PKK omuz omuza çarpışmış sonrasında ise Barzani, Rojava’ya asker göndermek için Türkiye’den yanıt beklediklerini yüksek sesle tekrarlamaya başlamıştır. Geçiş izni verildikten sonra Türkiye’nin tüm örtbas etme girişimlerine karşın sınır boyunca yürütülen karşılama ve uğurlama törenlerinin coşkusu ve görkemi Kürtleri brakujiye mahkûm etmek isteyenleri, Kürdistan’da bir ulus bilincinin neden gelişemeyeceğini kanıtlamak isteyenlere bir yanıt niteliğindedir. Bağımsız ve birleşik bir Kürdistan bugün her zamankinden somut bir ihtimal, daha doğrusu bir seçenek olarak belirmiştir.

Tam da bu noktada, söz konusu gelişmelerin yıllardır Kürt ulusal sorununu sözüm ona Marksist bir açıdan inceleme iddiasında bulunan akımlara verdiği yanıt üzerinde durmak gerekir. Kaba bir ekonomizmi Marksizm olarak pazarlamaya çalışan bu akımlar Kürdistan’ın parçalarıyla, özellikle de Kuzey Kürdistan’la, kendilerini ezen bölge devletleri arasındaki ekonomik entegrasyonun sağlandığını bu yüzden de aslında bağımsız birleşik bir Kürdistan’dan söz etmenin mümkün olmadığını, böyle bir devletin ancak “sosyalizmle” mümkün olacağını savunuyorlardı. KöZ’ün arkasında duran komünistler ise; yılar boyu emperyalizm çağında ulusal sorunun bir ulusal pazar sorunu olarak değil, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasının yarattığı siyasal dinamik ve imkânlara bağlı sürekli yeniden gündeme gelecek bir sorun olarak tanımlıyorlardı. Geride bıraktığımız süreçte yaşananlar ekonomist tezin çöküşünü açıkça göstermiştir.

Rojava’daki kanton cumhuriyetleri, herhangi bir ulusun boyunduruk altına alınmasına dayanmayan anayasa ve Rojava’nın muhtelif kantonlarında bölgede yaşayan her mezhepten emekçinin Rojava’yı savunmak için silahlanması Kürdistan’daki ulusal sorunun, sadece bölgede yaşayan Kürt halkının mücadelesiyle çözülmediğini ve çözülemeyeceğini göstermektedir. Bu da bir toprak üzerindeki egemenlik sorunu olan ulusal sorunu Kürtlük temelinde bir kimlik sorununa indirgeyen bakış açısına bir yanıt niteliğindedir.

Bununla birlikte birleşik Kürdistan’ın nesnel koşulların, emperyalizm çağındaki siyasi kriz ve savaşların hediyesi olacağını yahut Kürdistan’da mücadele eden mevcut partilerin parçalı mücadeleleri sonucunda kurulabileceğini düşünmek de yanılgı olur. Kürdistan’da önderlik boşluğunun sürdüğünün en açık kanıtı; bugün programında politik hedefini bağımsız ve birleşik bir Kürdistan olarak ortaya koyan bir partinin bulunmamasıdır. Program sorunu bir yana Kürdistan’ın parçalarının birlikte hareket edebilmesi için asgari somut adımlar dahi atılamamaktadır. Hala Kürdistan’da Kürdistan’ın tüm parçalarını kapsayan bir ulusal kongre toplanamamıştır. Bu kongrenin toplanması için gerek Güney gerekse de Kuzey Kürdistan’dan muhtelif çağrılar zaman zaman yükseltilse de tam da böyle bir kongreye ihtiyaç duyulan bir dönemde bu kongreyi toplamak mümkün olmamıştır. Kongrenin neden toplanamadığı sorulduğunda tarafların karşı tarafı suçlaması da bölgede böyle bir önderlik iddiası olmadığının bir diğer kanıtı olsa gerekir. Zira önderlik, parçalı ve grupçu yaklaşımlardan şikâyet etmeyi değil, kitleleri bu yaklaşımları bertaraf edecek şekilde seferber etmeyi gerektirir. Hâlihazırda böyle bir niyeti olan bir özne de bulunmamaktadır. Nihayet Kürdistan’ın dört parçasında emekçilere önderlik etmek isteyen bir gücün ilk atması gereken adım, AKP’yi bölgedeki karşı devrimci güçlerin koçbaşı olarak tanımlamak olsa gerekir. Ancak Kürdistan’da böyle bir tutumu takınan bir parti de mevcut değildir.

Kürdistan’ın dört parçasındaki güçlere önderlik etme iddiasına ve vasfına sahip bir parti ortaya çıkmadığı sürece hiçbir nesnel dinamik, hiçbir siyasi kriz, Kürtlerin özgürleşmesini sağlamayacaktır. Bilakis Kürtlerin bir ulus olmasının yolunu döşeyen dinamikler aynı zamanda Kürdistan’daki devrimci dinamikleri boğmak arzusuyla harekete geçecek karşı devrimci güçlere de kan taşıyacaktır. IŞİD eliyle Rojava’da yürütülen de, bunun en açık kanıtıydı. Bugün Rojava’nın diğer kantonlarının bu sefer el-Nusra tarafından kuşatılması, bu karşı devrimci tehlikelerin en görünür kanıtlarıdır.

ORTADOĞU KAYNARKEN AKP’NIN YAYMAYA ÇALIŞTIĞI HAYAL: ÇÖZÜM SÜRECI

Bununla birlikte, Kobanê’deki hayalleri suya düşmüş olan AKP’nin pes edeceğini sanmak büyük bir yanılgı olur. AKP bundan sonra da sadece Rojava’daki karşı devrimci güçlere destek vermeyi sürdürmeyecek aynı zamanda Türkiye’de “çözüm süreci ”ne dair hayalleri yaymayı sürdürecektir. 2015 genel seçimleri yaklaşırken özellikle bu hayaller üzerinde durmak gerekir. Zira Erdoğan’ın kaçak sarayında iğreti değil güvenli bir şekilde oturmasının koşulu, Türkiye’de bir rejim değişikliğidir. Bir rejim değişikliği için Erdoğan için görünen en güvenli yol, seçimlerde 330 oyu geçip, referandum yoluyla anayasayı değiştirerek milletin “seçilmiş anayasası” ile kendini milletin seçilmiş başkanı olarak takdis ettirmektir. 2011 seçimlerinden beri altına düştüğü 330 eşiğini geçmesi için Erdoğan’ın Türkiye’nin batısında kendisini destekleyen Kürtlerin oyunu kaybetmemesi ama aynı zamanda MHP’ye kaptırdığı kimi oyları geri alması gereklidir.

Erdoğan’ın siyaseten sağ kalabilmesinin yegâne koşulu, bir dizi karşıtlığın üstünü örtmesi gereken, imkânsızlıklarla dolu bu yolu izlemektir. Bu nedenle Erdoğan, bir yönden Kobanê’ye yönelik karşı devrimci kuşatmanın propagandasını yaparken Davutoğlu hükümeti ise, çözüm süreci için mavi boncuklar dağıtmaktadır. Erdoğan saatlerce süren MGK toplantılarında iç tehdit listesini kabartırken Davutoğlu da akil heyetiyle rekor uzunlukta toplantılar düzenlemektedir. Erdoğan HDP’ye tehdit üzerine tehdit yağdırırken, kabine içinden HDP, yapıcı ve sorumlu davranışları için tebrik edilmektedir. Bu durum çiftlikten bozma sarayındaki Erdoğan ile hükümet arasında bir görüş ayrılığına değil söz konusu imkânsız hedefe ulaşmak için yapılmış bir iş bölümüne işaret eder.

Bununla birlikte 2015 seçimlerine yönelik hesapları olan tek odak, Erdoğan ve partisi değildir. Gandi Kemal hamlesiyle birlikte son beş yıldır ABD tarafından kademeli olarak dizayn edilen CHP de Kürtlerin desteği olmaksızın Erdoğan’ı alaşağı edemeyeceğinin farkındadır artık. Önce Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde CHP içindeki ulusalcıları tasfiye hamlesi yeni bir boyuta ulaşmış, kongre de eski CHP’nin temsilcileri tümüyle ekarte edilmiş, 2015 seçimlerine bu kadar az zaman kalmışken ulusalcılar harekete geçmeye zorlanmıştır. Kongre’de umduğunu bulamayan eski CHP’lilerin artık partide kalması mümkün olmadığı için partinin dışına düşmeye başlamışlardır. Emine Ülker Tarhan’ın parti girişimi bu şekilde yorumlanmalıdır.

Bununla birlikte tam da 2015 seçimlerinde AKP’yi Kürt meselesi üzerinden sıkıştırabilmek ve HDP ile CHP’nin ittifakını mümkün kılmak için yine ABD’nin inisiyatifi ile girişimler başlatılmıştır. Sezgin Tanrıkulu’nun Ekim ayındaki Washington’daki Kürt konferansına katılmasını, sonrasında CHP yönetiminin sırtındaki Dersim kamburundan kurtulmak için Tanrıkulu aracılığı ile özür dilemesini bu yöndeki girişimler olarak yorumlamak gerekir. TÜSİAD medyasının Kobanê kuşatmasını, AKP ile IŞİD arasındaki ilişkileri bu denli gündemde tutmasını, CHP’nin Kobanê’ye dair ayrıntılı raporlar hazırlamasını da aynı çerçevede ele almak gerekir. Amerika CHP’yi 2015 seçimlerinde HDP ile ittifak kurmaya hazır bir bünye olarak tasarlamaktadır.

O hâlde derinleşerek süren rejim krizinin nasıl çözüleceğine dair soruların düğüm noktasında Türkiye’deki emekçi ve ezilenlerin tutumu yer almaktadır. Kuzey Kürdistan’daki Kürtlerin Ekim ayında bu kadar ölü verdikten sonra AKP’ye meyletmeyecekleri açık olduğuna göre belirleyici olanın Türkiye’nin kuzeyi, güneyi ve batısındaki emekçiler olduğu aşikârdır. Bu kesimler AKP’den kopacak mıdır, kopmayacak mıdır? TÜSİAD-CHP-Cemaat koalisyonuna yedeklenecekler midir, yedeklenmeyecekler midir? Seçimlerde oy kullanmanın ötesine geçip eylemli bir muhalefet dalgasıyla AKP’yi ve Erdoğan sultasını devirecekler midir, devirmeyecekler midir? Rejim krizinin akıbetini bu soruların yanıtı belirleyecektir.

Bugün 12 Eylül rejimini, özel olarak da AKP hükümetini ve Erdoğan’ı hedef tahtasına oturtan, en başta Kürtlerin kültürel hakları olmak üzere, demokratik hak ve özgürlükler çerçevesinde emekçileri, kitlesel eylemlerle seferber eden bir birleşik hareketin 2015 seçimlerinden zaferle çıkacağından şüphe duyulmamalıdır. Aynı şekilde ne AKP’nin, ne de onun yerine hazırlanan CHP’nin böyle bir kitlesel emekçi muhalefetinin karşısında durma imkânı yoktur. O halde başta DBP olmak üzere, Türkiye solu önümüzdeki dönemde emekçilerin mücadelesinde belki de son otuz yıllık tarihinde ilk kez rejimin kaderi üzerinde bu denli belirleyici bir rol oynayacak konumdadır. Böylesine büyük fırsatlarla karşı karşıya olan Türkiye solu, bu ağır sorumluluğu üstlenmeye hazır mıdır, daha da önemlisi niyetli midir? Sorulması gereken asıl soru budur.

Ne yazık ki sol içerisinde bugün böyle bir sorumluluğu üstlenmeye hazır bir odak yahut platform yoktur. Ortada somut kitlesel eylemler olmadığı gibi, böyle bir eylem çizgisini savunan bir kesim de yoktur. Buna karşılık ortalık; soyut ittifak, cephe ve ortak muhalefet çağrılarından geçilmemektedir. Herkesin en geniş emekçi muhalefetinin örülmesine açık olduğu, ancak hiç kimsenin bu doğrultuda somut bir adım atmadığı koşullar altında bu tuhaf çelişkinin gerekçelendirilmesi daha fazla kafa karışıklarına yol açmaktadır. Sol akımlar arasında enternasyonalizm, provokasyon, darbe ve iç savaşa dair kafa karışıkları ve tutarsızlıklar had safhadadır.

ENTERNASYONALIZME DAIR ÇARPIK KAVRAYIŞLAR

Kafa karışıklıklarının en belirgini elbette enternasyonalizm hakkındadır. Halkların kardeşliği sloganının enternasyonalizm adına atıldığı, enternasyonalizm adına HDP’ye katılan akımların bulunduğu, küreselleşme karşıtı akımların enternasyonalizm adına desteklendiği, yine enternasyonal görevler adına sürekli Venezüella’da Chavez’in ve Bolivarcı takipçilerinin kutsandığı bir coğrafyada, en büyük oportünist manevraların enternasyonalizm adına yapılması da şaşırtıcı olmasa gerek. Enternasyonalizm içinden geçtiğimiz kritik dönemeçte bir kez daha içi boşaltılarak solun gündemine sokulmuş bir kavram.

Bugün enternasyonalizmden söz edenler enternasyonalizm adına Kobanê ile dayanışmak gerektiğinden söz ediyorlar. Türkiye’nin batısından Suruç’a düzenlenen sınır nöbeti turları, Kobanê için düzenlenen yardım kampanyaları yine enternasyonalizm adına düzenlenmektedir. Benzer şekilde bir dizi akım Kobanê’ye militanlarını savaşçı olarak yollamakta, Kobanê’deki birliklerde çatışmayı enternasyonalist bir görev olarak görmektedir. Sınırda yahut Kobanê’de düşen devrimcilerin ardından yapılan değerlendirmelerde söz konusu devrimcilerin enternasyonalizm uğrunda düştüğü ifade edilmektedir.

Kobanê için yardım toplamaktan sınırda nöbet tutmaya, sınırda insan zinciri oluşturmaktan Kobanê’de bizzat çatışmalara katılmalara kadar uzanan tüm bu faaliyetlerin elbette sembolik bir anlamı vardır. Ancak söz konusu anlamın politik değil sembolik bir anlam olması bir ayrıntı değildir. Kobanê’ye Türkiye’den giden savaşçılar savaşın kaderini değiştiremeyeceğine, sınırda tutulan nöbetin Türkiye-IŞİD ilişkisini değiştiremeyeceğine göre bu tür eylemler olsa olsa bu eylemlere katılanlarının kalbinin ne tarafta olduğunu dosta düşmana göstermeye hizmet eder. Bu tür sembolik eylemler, gündeme geldikleri oranda kamuoyunda modern burjuva kavramlarla konuşmak gerekirse “farkındalık yarattıkları” da bir başka vakadır.

Ancak sembolik eylemler esas olarak güçsüzlerin, politik olarak harekete geçemeyen kesimlerin, en olumsuz koşullar altında “hiçbir şey yapamıyorsak bari bunu yapalım” diye örgütlediği eylemlerdir. Her türlü siyasi imkân ve araçtan mahrum bırakılmış devrimci tutsakların kendilerine yönelik saldırıları protesto etmek için giriştikleri açlık grevleri ve ölüm oruçları da bu sembolik eylemlerin en bilineni ve bedeli en ağır olan biçimidir. O halde Kobanê karşısında bu türden sembolik eylemler ancak ezilen ve emekçilerin mecalinin tümden kırıldığı, depolitizasyonun had safhaya ulaştığı, sol akımların hepten çaresiz olduğu durumda başvurulacak eylemler olabilirdi.

Peki, solun bugünkü durumu böyle midir? Emekçi ve ezilenlerin yaşanan gelişmeler karşısında eli kolu bağlı mıdır? Ezilenler, bugün son otuz sene içinde ilk kez rejim karşısında bu denli güçlü durumdadır. 2013 Haziran ayaklanması bunun bir göstergesidir, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy bunun bir göstergesidir, 6-8 Ekim eylemlerinin sarsıcı gücü bunun bir göstergesidir. Tersinden rejimin aktörleri de 12 Eylül’den beri ilk kez emekçi ve ezilenlerin karşısında bu denli sıkışmış durumdadır. AKP hükümetini halk muhalefetinin kitlesel eylemleriyle düşürmekten söz etmek, sadece sosyalistlerin gönlünde yatan aslanın dillendirilmesi anlamına gelmez, somut bir siyasal imkânın altının çizilmesi anlamına gelir. Bugün enternasyonalizm adı altında yürütülen bu tür sembolik çağrıların siyasi içeriği, tam da bu konjonktür göz önünde tutulduğunda açığa çıkmaktadır. Sembolik eylemleri enternasyonalizm adına kutsayanlar hiçbir şey yapamadıkları için değil, politik olarak atmaları gereken ve atabilecekleri adımları atmamak için bu çağrıları yükseltmektedirler. Dolayısıyla enternasyonalizm çağrıları aslında siyasal sorumluluktan kaçma çağrılarıdır.

Oysa proleter devrimci enternasyonalizmin içeriği, bugünkü sahte enternasyonalizm çağrısına taban tabana zıttır. Enternasyonalizm, soyut bir dünya devrimi için dünya üzerinde o eylemden bu eyleme koşturmak değil, dünya devrimine duyulan sorumluluk nedeniyle kendi ülkesinde devrimini gerçekleştirmektir. O yüzden de bugün Kobanê’ye enternasyonal bir destek sunmanın yolu, Kobanê’nin yeminli düşmanı Türkiye Cumhuriyeti’ne, bugünkü ete kemiğe bürünmüş haliyle AKP hükümetine karşı mücadele etmektir. Kobanê’ye sunulacak en büyük destek AKP hükümetini devirmek olacaktır. Bugün AKP hükümetinde cisimleşmiş 12 Eylül rejimini yıkmak için mücadele etmeyenler enternasyonalizmden söz edemezler.

YENİDEN DİRİLTİLEN İÇ SAVAŞ UMACISI

Benzer bir durum “iç savaş tehdidi” konusunda da geçerlidir. Özellikle Kobanê eylemlerinin ardından sol içerisinde, özellikle HDP’nin içindeki yahut çevresindeki akımlar tarafından, sıkça AKP’nin yahut “özel harp dairesinin” , ezilenleri sindirmek için iç savaşı kışkırttığı tespitleri tekrarlanmaktadır. İç savaşı bir tehdit olarak kabul eden kesimler elbette bu tespitlerinin ardından sağduyu çağrılarını yapmaktadırlar. Aslına bakılırsa 6-7 Ekim eylemleri de AKP tarafından değil ancak bu yöndeki sağduyu çağrıları sonunda bastırılabilmiştir.

İç savaş tehdidine yönelik çarpıtmalar, bazen devrimci mücadelenin kavramlarına ilişkin cahillikten bazen bilinçli bir çarpıtma gayretinden çoğunlukla da her ikisinden kaynaklanmaktadır. Cehalet içermektedir, zira iç savaşsız bir devrim düşünmek mümkün değildir. En genel anlamıyla devrim; egemenliğin bir sınıftan başka bir sınıfa geçmesi yahut bir ulusun belli bir coğrafyada kendi egemenliğini ilan etmesi anlamına geldiğine göre devrimler hep bu sınıfların ölümüne mücadele etmesini gerektirir. Başka bir deyişle devrimci mücadele büyüdükçe iç savaş dinamikleri de kaçınılmaz olarak büyür. Bu dinamikleri ürkütücü bir gelişme olarak gösterip, emekçileri ve ezilenleri devrimci mücadeleden uzak tutmaya çalışmak burjuva ideologlarının işidir. Verdikleri vaazlar sonucunda kurulu dengeyi yahut popüler deyimle “toplumsal barışı” korumayı umarlar. Burjuva ideolojisini işçilere ve ezilenlere taşıyan oportünist akımlar ise, bundan ötürü sürekli iç savaşa karşı “iç barışı” telkin ederler.

Sol akımların ezici çoğunluğu, iç savaşı önlenmesi gerekli bir süreç olarak kabul etseler de kendilerini devrimci olarak görmekte, kendilerine reformist denmesini ağır bir hakaret olarak algılamaktadır. Çarpıtma tam da bu noktada açığa çıkmaktadır. Zira Türkiye solundaki bu akımlardan hiçbiri sömürenle sömürülen, ezenle ezilen arasında bir uzlaşmayı savunduğunu açıkça dile getirmez, bu tutumunu ilk bakışta anlaşılmayan kimi kodlarla dile getirir. Sürekli düzenin ve faşist güçlerin kitle eylemlerine yönelik provokasyon girişimlerinden söz eden sol akımların bu durum karşısında bulduğu çözüm ise, “meşru tepkileri demokratik ve barışçıl bir şekilde gösterme” çağrılarıdır. Türkiye soluna aşina olmayan ve bu kodun ne anlama geldiğini bilmeyenler için bu ve benzer içerikteki çağrılar bir muamma içermektedir. Zira emekçi eylemlerindeki taciz ve saldırıların bir numaralı sorumlusu, türlü provokasyon girişimlerinde bulunan devlettir, benzer şekilde bu eylemler her zaman demokratik bir içeriğe sahiptir. O halde bu çağrı ne anlama gelmektedir? Söz konusu eylem çağrısının aslında kent merkezlerinde sembolik eylemler düzenlemek anlamına geldiği bilinmediği sürece bu muammayı çözmek mümkün olmaz.

Nitekim 6-7 Ekim Kobanê’ye destek eylemlerinin hemen ardından da gerçekleşen bu olmuştur. Öncelikle düzen güçleri iç savaşı tetikleyen bir provokasyon ortamı yaratmakla suçlanmış ama eş zamanlı olarak eylemlere katılan kitle, bu provokasyonları boşa çıkarmak için sükunete davet edilmiş, ardından da meşru tepkiyi demokratik ve barışçıl şekilde göstermek için eylem çağrıları yapılmıştır. ‘İç savaş isteyenlerin oyununa gelmeyelim’ çığlıklarının arasında yapılan eylem çağrılarının kent merkezlerindeki sembolik eylemler anlamına geldiğini görmek zor değildir. Bunun için 6-7 Ekim eylemleri ile sonrasında gerçekleşen Kobanê eylemlerini kıyaslamak yeterlidir.

Burjuva diktatörlüğü, memurlarını kitlesel eylemleri sabote etmek için elbette seferber edecektir. Bu, onun karşı devrimci doğası gereğidir. Bunu yaparken devletin sadece eylemlere katılan kitleye saldırmadığı, aynı zamanda eylemlere katılan kitleyi kendi üstüne saldırtmaya teşvik ettiği de bilinen bir gerçektir. Ancak bu tür saldırı ve provokasyonları boşa çıkarmanın yolu eylemsizlik çağrıları yapmak yahut eylemlere katılanları aklıselime davet etmek değildir. Tersine daha etkili ve daha politik eylemler düzenlemektir. Bunun için de sadece kitleleri sokağa çıkmaya çağırmakla yetinmemek, aynı zamanda sokağa çıkan kitlelerin sorumluluğunu alarak onlara sokakta ve alanlarda yol göstermek gerekir. 6-7 Ekim eylemlerindeki eksikliklerden birincisi buydu. Kitlelere tepkilerini göstermek için sokağa çıkma çağrısı yapılmış ancak sokağa çıkan kitlelere yol göstermek için hiçbir girişimde bulunulmamıştır. Dolayısıyla bu süreçte yanlış olan eylem çağrısı yapmak değil bu çağrının gerektirdiği sorumluluğu almamaktı.

İkincisi, provokasyonları boşa çıkarmanın en önemli yolu, eylemlerin politik içeriğini net bir şekilde tarif etmektir. 6-7 Ekim eylemlerindeki en önemli eksiklik de tam da bu noktada y a t m a k t a d ı r. Zira bu eylemler öncesinde AKP, Kobanê kuşatmasının baş sorumlusu ilan edilerek hedef tahtasına konmamıştır. Bu eksiklik sadece söz konusu eylemlerin içeriğinin “tepki göstermek” soyutluğunda ifade edilmesine dolayısıyla her türlü provokasyona açık hale gelmesine yol açmamıştır. HDP’nin 6-7 Ekim eylemleri öncesinde AKP’ye karşı net bir tavır almamış olması aynı zamanda 2013’te Gezi’de sokağa çıkan yahut 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’a oy veren kesimlerin de bu eylemlerde yer almasını engellemiş, böylelikle eylemlerin politik gücünü zayıflatmıştır.

KÜRTLERI GÖRMEZDEN GELEN AKP KARŞITLIĞI AMERIKANCI CHP’NIN TERKISINDEN İNEMEZ

HDP’nin içinde ve etrafında kümelenen akımların AKP’yi net bir politik hedef olarak karşısına almadaki eksiklikleri ve bu eksikliklerini enternasyonalizm ve iç savaş kavramlarını çarpıtarak örtme girişimleri sürerken sol içerisinde kendisini Birleşik Haziran Hareketi olarak adlandıran ve alametifarikası AKP karşıtlığı olan bir başka öbeğin oluştuğunu gözlemek mümkündür. Ancak HDP’nin eksiklikleri bu oluşumun artıları anlamına gelmemektedir, hatta tersinden benzer kusurların bu öbekte fazlasıyla bulunduğunu söylemek gerekir. Bu kusurlar da tıpkı HDP cephesinde olduğu gibi bu öbekte de en fazla 6-7 Ekim eylemleri sırasında ortaya çıkmıştır.

Kendini Haziran Ayaklanması’nın takipçisi olarak tanımlayan, adını da bu nedenle Birleşik Haziran Hareketi olarak koyan bu öbek, sahiden AKP’ye karşı Haziran Ayaklanması’nın yolundan muhalefet etme iddiasını taşımış olsaydı, Kobanê eylemlerinde aktif bir tutum takınması, bu eylemlere AKP’nin tahtını sarsmak için dâhil olması, hatta önderlik etmesi beklenirdi. Oysa Haziran Hareketi bu süreci tümüyle pas geçmiştir. Dahası bu eylemlere yol açan Kobanê kuşatmasına dair en ufak bir açıklamada bulunmamış, Rojava Devrimi’ni destekleyen yahut Kürtlerin haklı demokratik taleplerinin arkasında bulunduğunu belirten bir destek mesajı dahi yayınlamamıştır.

Bugün için Türkiye’deki siyasal sorunların öbeğinde duran Rojava Devrimi’ni ve Kobanê kuşatmasını görmezden gelen, Kürtlerin demokratik taleplerine kayıtsız kalan bir AKP karşıtlığının CHP’nin Amerikancı muhalefetinin ötesine geçmesi mümkün değildir. AKP’yi net bir şekilde karşısına almayan eylemler nasıl kitleleri yıpratıyor ve provokasyona açık hale getiriyorsa, Kürtlerin sorunlarını dillendirmeyen ve Kürtleri harekete geçirmeyen bir eylem çizgisi de kitleleri CHP’ye yamamanın ötesine geçemez. Birleşik Haziran Hareketi’nin bugün içinde bulunduğu hat, ne yazık ki bu istikamettedir.

2015 SEÇIMLERINE DOĞRU

Enternasyonalizm, iç savaş, provokasyon türü kavramların çarpıtılmasına ilişkin konuları ele alırken karşımızdaki siyasal tablo ile bu kavrayış bozuklukları arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde kurmak gerekir. Solun eylem ve etkinliklerde güç birliğinden kaçınan, sembolik eylemlerle yetinen yahut Rojava Devrimi’ne dair mesafeli tutumunun Marksizm’in temel kavramlarının bilinmemesinden kaynaklandığını düşünenler, akla ziyan biçimde solda bu yanlış kavrayışları değiştirmek için “ideolojik bir mücadeleye” girişecektir. Oysa ortada tam tersi bir ilişki vardır. Kavrayış bozuklukları asıl olarak pratikte kendini eylem birliklerinden uzak durmak olarak ifade eden tutumlardan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu kavrayış bozukluklarını eleştirmeye başlamak için kavranması gereken acil halka, yine aynı pratik zeminde aranmalıdır. Bugünün asıl görevi emekçi ve ezilenlerin 2015 seçimlerine AKP karşısında kitlesel eylemlere dayalı bir birlik içinde hazırlanmasını sağlamak olmalıdır.

2015 genel seçimlerine giden süreç, Türkiye içinde derinleşen rejim krizinde önemli bir dönemeç olduğu kadar, emekçi ve ezilenler açısından önemli fırsatları da içinde barındırmaktadır. Burjuvazi, bir taraftan 2015 seçimlerine “çözüm süreci” masalının yaldızları bir bir dökülürken, diğer taraftan aynı masalın özellikle Kürt sorununa ilişkin beklentileri arttırdığı, tahammülsüzlükleri büyüttüğü bir evrede girmektedir. Yıpranan AKP’nin karşısında bir türlü çökertemediği Rojava Devrimi durmakta, Rojava’dan esen rüzgârlar ülkedeki siyasallaşmayı daha da arttırmaktadır. CHP, Kürtlerle ittifak yapmak için türlü manevralar yapsa da geçmişin kamburundan hala kurtulamamıştır, üstelik Rojava Devrimi karşısında AKP’ye alternatif olarak üretebileceği bir çözümü de yoktur. Birbiriyle didişen düzen partilerinin karşı tarafa üstünlük sağlaması tümüyle başta Kürtler olmak üzere emekçi ve ezilenlerin sunacağı desteğe kalmıştır. Bugünkü tablo emekçi ve ezilenlerin süreçteki gücünü gösterdiği kadar, bu kriz sürecini kendi lehine çevirme imkânlarına da işaret eder.

Bu imkânların değerlendirilmesi için, enternasyonalizm adına pazarlanan safsatalara, iç savaşa dair üretilen fobilere aldırış etmeden, emekçilerin eylemli birliğini örmek için azami çabayı göstermek gerekir. Bu eylem birliğinin temel paydası emekçi ve ezilenlerin demokratik ve siyasal özgürlükleri olmalıdır. Kürtlerin kültürel haklarının tanınması söz konusu haklar mücadelesinin temel taleplerinden biriyse, bir diğeri de Ermenek’ten Torun Center’a işçi katliamlarının hesabının sorulması olmalıdır.

2011’deki Emek Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun seçim kampanyası, var olan seçim pratiklerinin en ileri örneğidir. Sonrasındaki, seçimlere daha güçlü katılmak için kurulan HDK ve HDP, ne yazık ki bu örneği aşmak bir yana gerisine düşmüştür. Yaklaşan seçimlerde 2011’deki bloğu aşmak için hem bloğun kapsamını geliştirmek hem de eylem yapma kapasitesini arttırıp, politik hedeflerini sivriltmek gereklidir. Arkasına Gezi ve Kobanê eylemlerinin, forum deneyimlerinin rüzgârını alanların bunun yapmasının önünde nesnel bir engel yoktur. Biricik engel, solun kendisinden, kendi içindeki grupçu ve kuyrukçu eğilimlerden başkası değildir.

KöZ’ün arkasında duran komünistler, tam da bu bilinçle 2015 seçimlerine doğru bu gerici eğilimlere karşı AKP’ye karşı emekçilerin en geniş ve kitlesel eylem birliği çağrısını yükseltiyorlar. Komünistler, bu çağrıyı itibarsızlaştırmak isteyenlerin oportünist manevralarını sergilemekle yetinmeyip, her yönde bu eylem birliklerinin gerçekleşmesi için azami sorumluluk üstlenmeye ve çağrılarına kulak veren tüm devrimci güçlerle birlikte devam edecekler.

 

 

Paylaş