(Bu yazının orijinali Şubat 2003 tarihli Proleter Devrimci KöZ’ün 5.sayısında yayımlanmıştır.)
İster burjuvazi tarafından gündeme getirilsin, isterse devrimciler tarafından gündeme getirilmek istensin, gündemdeki sorunların hepsinin birbiriyle ilişkisi var. Bunlara ilişkin olarak alınan ayrı ayrı tutumların da birbirleriyle ve genel bir bakış açısıyla ilişkisi var.
Bu bakış açısı genellikle söylenene bakılarak kavranmak isteniyor; bu doğru değil. Söylenenlerle yapılanlar; söylenmek istenenlerle söylenenler her zaman üst üste düşmüyor.
Genel olarak kendiliğindenliğin peşinde koşan, burjuvazinin belirlediği gündemlere göre tutum belirleyen, kendi gündemlerini kendi bağımsız iradeleriyle çizemeyenler ister istemez hakim ideolojinin çerçevesi içinde kalır ve gündeme damgasını vuran ana eğilime göre şekillenir onun rengini alırlar. Şimdilerde de öyle oluyor. ABD saldırganlığı karşısında ortaya konan saptamaların çoğuna rengini veren hakim, genel geçer gibi görünen çizgidir ve adımların çoğu onun tarafından şekillendirilmektedir.
Nitekim bugün ABD’nin açıkça ve pervasız bir saldırganlık gösteriyor olması genel bir savaş karşıtlığına hayat vermektedir. ABD’nin emperyalist bir güç olduğundan kuşku olmadığına göre savaş karşıtlığının da öyle ya da böyle antiemperyalist bir mahiyet taşıdığı sanılmakta ve hatta öyle söylenmektedir. Sanki bugün ABD’nin Irak’a saldırmasına karşı çıkan Almanya emperyalist değilmiş gibi…. Sanki ABD’nin kendisi iki büyük emperyalist paylaşım savaşının son demlerine kadar savaşın dışında kalmamış ve savaşa karşıymış gibi bir tutum almamış gibi. Sanki oldum olası bütün savaşların dışında duran ve aynı zamanda bütün emperyalistlerin de göz bebeği olan İsviçre, bu nedenle savaş karşıtı ve anti emperyalist bir duruyşu ifade ediyormuş gibi….
Daha ilginci hatırlamak ve hatırlatmakta yarar var. Birinci paylaşım savaşı sırasında İtalya da uzun süre savaşa karşı tutum almıştı. Hükümetleri ile birlikte savaşa karşı tutum alan İtalyan oportünistlerini de pek çokları kendi hükümetlerinin yenilgisi için çalışmayı savunan Bolşeviklere benzetmişti. Halbuki İtalyan oportünistleri de diğer benzerleri gibi hükümetleri savaşa karar verinceye kadar savaş karşıtlığı yapıp kendi ülkeleri savaşın içinde yer alınca savaş karşıtlığından vazgeçmiştir. Daima olacak olan budur.
Bugün de dünyayı yeniden paylaşmak için birbirleriyle dalaş halinde olan emperyalistlerin bir kısmı sorunlarını savaş yoluyla çözmeyi tercih etmekte ve diğerlerini bu zemine çekmek istemektedirler, bu kampın başında ABD vardır. Öteki kamptakiler ise, savaşa karşı çıkma adına ABD’nin ön almasını engellemek istemektedirler. Bunların başında da Almanya gelmektedir. Geri kalan devletler de şu ya bu biçimde bu eksene göre saf tutmaya zorlanmaktadır. Bu bakımdan bugün savaş taraftarlığı ve savaş karşıtlığının muhakkak emperyalizm taraftarlığı ve karşıtlığı olarak ayrıştığını sanmak en büyük tuzaktır. Genel olarak solun ve devrimcilerin yönelişi de bu tuzak içinde şekillenmektedir.
Ama buna şaşmamak gerekir. Zira daha önce de Almanya ve İtalya’nın faşist emperyalistler, onların rakiplerinin de «özgürlüksever ülkeler» diye tanımlanıp özgürlüksever emperyalistlerle faşizme karşı ittifak edilmesinde bir kusur görmeyenlerin bu tuzaktan kurtulmaları mümkün değildir.
Bugün gündemde emperyalist savaş var. Yarın bu gündem yerini bir başkasına bırakacak. Ama dünle bugün, bugünle yarın arasında; hangi gelenekten güç alınıyorsa; onun izi sürülecek.
Kaldı ki sınıf mücadelesinin en önemli sorunu olarak görülen F tipi saldırılara karşı «insan hakları» kalkanı kullanılıyorsa, «emperyalist savaşa karşı barış» tutumunun benimsenmesinde bir tuhaflık yoktur. Geçmişin muhasebesi ve örgütlenme sorununun kavranışıyla, enternasyonal örgütlenme ihtiyacı ve emperyalist savaşların durdurulması arasındaki bağ, bu bağ ister kurulsun, ister kurulmasın ortadadır.
Doğrusu savaşa karşı olduğunu söyleyenler neredeyse toplumun tamına yakın bir kesimi gibi gözüktüğü halde niçin savaşa karşı eylemler, beklenenden daha zayıf? Bu soruyu sorup doğru yanıtını bulmak gerekiyor. Bunu devrimcilerin birlik olmamasıyla, dağınıklık ve örgütsüzlükle açıklayanlar demagoglardır. Zira madem herkes savaşa karşıdır, üstelik bu doğrultuda eylem zeminleri de açıktır ve önlenmemektedir o halde niçin bu geniş kitle kendiliğinden sokakları doldurmakta değildir? Besbelli ki kitleler savaş karşısındaki tutumların birbiriyle aynı olmadığının ve savaş konusundaki kendi kaygılarıyla ortalıkta dillendirilen savaş karşıtlığının aynı şeyler olmadığının farkına varmaktadırlar.
Nitekim bu konudaki eylemlerin (dünyanın her yerinde) en göze çarpan yanı, siyasal yelpazenin türlü çeşit parçalarının, bu eylemlerde buluşuyor olmasıdır. Buna rağmen kitleler hala sahnede değildir.
İşin daha hazin yanı, bırakalım eylemlerin savaşı durdurmasını (yalnızca budalalar bu tür eylemlerle savaşın duracağına inanır), bu eylemler ezilenlere ne güç, ne de moral veriyor. Devrimciler ise, bu eylemlere, ayrımlarını koymayı beceremeden, genel savaş karşıtı söylemlerin kuyruğunda katıldıkça, silikleşiyor; yığınların güvenini kazanacakları yerde büsbütün bir güvensizlik ve kötümserlik kaynağı oluşturuyorlar.
Görünen odur ki, bu koşullarda savaşa karşı devrimcilerin de bu «kitlesel» protesto eylemlerine katılmaktan başka önerdikleri, önerebilecekleri bir şey yoktur. Devrimciler, bu gündeme ilişkin ne farklı bir bakış, ne de farklı bir iş ortaya koyabilmiş değildir.
Dolayısıyla savaş karşıtı eylemlere bakarak, devrimcilerin gelecek gündemlere, eylemlere, nasıl bakacağını, bunlarda nasıl yer alacağını kestirmek de zor değildir. Ortadadır ki, savaş karşıtı eylemler; 8 Mart’ta, 1 Mayıs’ta; geçen yıllardaki tutumların daha ikircimsiz biçimde benimsenmesini sağlamaya yarayacaktır. Besbelli gelecek 8 Mart’ta kadınlarla erkeklerin ayrı kortejlerle yürümesi sorunu bu yıl daha az tartışma konusu edilecektir.
1 Mayıs’ta bu eyleme katılanlar, tek bir söylemle bir arada durmanın zeminini daha rahat bulacaktır. Bu söylem de, barış taraftarlığı üzerinden şekillenecektir. Devrimciler, birbirlerine yakınlaşmaktansa, dışındaki güçlere yaklaşmayı önemseyecek, bu da birbirinden kopuk, kendine sevdalı duruşların sürmesine yarayacaktır. F tipi saldırılar, tecritlere ilişkin tutumlar da, herkesin kendi gündemi olarak bir kenarda duracak gibi gözükmektedir.
Bugün emperyalistler, kendi dalaşlarını, ellerindeki araçlarla sürdürmektedir. Devrimci tutum iddiasında olmayanlar, barış söylemiyle bu savaş karşısında, bildikleri yolları izlemektedir. Ancak ortada eksik olan tek bir tutum vardır. O da, devrimci, enternasyonalist tutumdur. Bu eksiklik, bugün gündeme ilişkin yapılabilenler yapılarak yok sayılamaz. İhtiyaç duyulan çözümün yerine konulan her şey, ondan uzaklaşmaya neden olacaktır, öyle de olmaktadır.
İşte bu yüzden, burjuva dış politikasının şiarı olan uluslar arası barış söylemini bir kenara bırakmak gerekir. Onlar, savaşlarını, bu şiara dayandırarak açıklarlar. Burjuva oportünistleri de, bu yüzden rahatlıkla içerde, dışarıda barış şiarını siyasetlerinin merkezine koyabilmektedirler, yığınlar arasında bu siyasetin yayılmasını kendilerine görev sayarlar. Bu onların şovenist tutumlarını da besleyen bir şiardır. Tarihten de görüldüğü üzere, programlarının merkezine barışı koyanlar, emperyalist savaşlar karşısında çaresiz olanlardır.
Bu tutumdan, uzak durmak; II. Enternasyonal geleneğinden uzak durmak demektir. Enternasyonali, emperyalist barış dönemlerinin değil, emperyalist savaş dönemlerinin de aracı olarak görmek demektir. Emperyalist barış dönemlerinin kutsanmasından uzak durmak demektir. Savaş dönemlerinde sahte umutlar yaymak yerine, bugünden, uluslararası savaş aracı olan enternasyonalin örgütlenmesini hedeflemek demektir. Bugün, oportünistlerden uzaklaşıp, komünist devrimcilerin bir araya gelmesi, bu tutumda bir araya gelecek diğer güçlerin yaratılması, bulunmasını, önüne iş olarak koymak demektir.
Emperyalist savaşları sona erdirmek, ancak bu gayretler yoğunlaştıkça, bir araya geldikçe mümkün olacaktır.
«Oportünistlerle ve sosyal şovenlerle birlikte çalışarak, ne gerçekten enternasyonalist bir proleter siyaset güdülebilir, ne savaşa karşı eylem fikri öne sürülebilir, ne de bu eylem için güçlerin toparlanması sağlanabilir» demiştik. Bugün eksikliğini duyduğumuz bu ayrışmanın yaşanmasıdır.
Bu bakış açısıyla «savaş gündemine ilişkin ne yaptınız?» sorusunun karşısında; mitinge gittik, afiş yaptık, bildiri dağıttık, paneller örgütledik cevabını vererek kendimizi tatmin etmekten uzak durmalıyız. Bu tür eylemlere katılmayı savaşı önlemek için siyaset yapmak anlamında ele alan tutumlarla ayrımlarımızı koruyacağız. Bu söz konusu eylemlerden uzak durmak anlamına gelmez. Bu o eylemler içinde oportünistlerden ve oportünizmin dümen suyunda gitmekte mahzur görmeyenlerden ayrı durma titizliğinin bir ifadesidir.
Savaşa karşı sınıf savaşı şiarını savaşa karşı barış isteyenlerin karşısına çıkarmamız barışa karşı olduğumuzdan değil, yığınların barış ve huzur özlemini istismar ederek onların ellerini kollarını bağlamak isteyen pasifistlere (barışseverlere) karşı durma gereğindendir.
Zira emperyalist savaşlara gerçekten son verebilmek için emperyalizme karşı emekçi yığınların silahlanarak başkaldırmasından başka yol yoktur ve savaşa karşı barış söylemini öne süren pasifistler emperyalist savaşları önleyemeseler bile barış özlemi içindeki ezilenlerin elini kolunu defalarca olduğu gibi bağlamayı becerebilirler.
Bu bakımdan komünistlerin savaş karşıtı eylemlerde savaşa karşı sınıf savaşı şiarını öne çıkarırken hedefledikleri elbette barış talebi yahut özlemi değildir. Hedef tahtasında olması gereken barışseverlik maskesiyle emekçi yığınların sınıf savaşı yoluna girmelerine engel olan oportünistler ve onların hizmet ettiği sermayenin savaş yahut barış taraftarı tüm kanatları olmalıdır.